• Sonuç bulunamadı

Kişinin haklarının sınırlarının ve kökeninin tanımlanma çabası toplumların tarihi ile koşuttur. Bu noktada özellikle 18. Yüzyıla kadar hâkim olan anlayış doğal haklar merkezli bir anlayış olarak ele alınabilir. Bu doğal hakların dayandıkları noktaları ve tanım öğelerini Spinoza Üzerine On Bir Ders eserinin içerisinde bulunan 09. 12. 1980 tarihli “dördüncü” dersinde Deleuze şematikleştirerek dile getirmiştir.

Buna göre doğal hak anlayışı öncelikle bir şeyi özüyle tanımlamaya yönelir. Başka deyişle doğal hak şeyin özüne uygun olandır147. İkinci tanım öğesi doğal

                                                                                                                          146 A. g. e,s. 285-86

durum, medeni (sivil) durum arasındaki ayrımın daha doğrusu öncelik sonralık ilişkisinin karakterine ilişkindir. Doğa durumu bir başlangıç noktasına işaret etmekten ziyade şeyin özüyle uyum içerisinde yaşayabildiği durumdur148. O halde doğa durumu ulaşılması gereken bir noktayı işaret eder. Üçüncü önerme ikinci önermeye bağlıdır. Eğer doğa durumu ulaşılması gereken durumsa doğa durumuna ulaşmak için yapılması gereken bazı edimler yani ödevler söz konusu olmalıdır149. Dördüncü olarak da öze ulaşılması bir hedefse bu hedefe toplumu yönlendirecek ve öze uygun araştırmayı yönetecek bir bilgenin varlığı zorunludur. Bilge-kral formülü çerçevesinde bilgeye siyasal bir işlev yüklenmiştir150.

Hobbes ile beraber bu tanımda ciddi bir dönüşümden söz etmek mümkündür. Yine Deleuze tarafından çizilen şema takip edilecek olunursa; Hobbes’a göre öncelikle hakkın tanım öğesi öze uygun olandan gücün dahilinde olana doğru değişmiştir. Herhangi bir şeyin (insan-hayvan vs. ) yapabileceği her şey hakkının kapsamındadır151. İkinci olarak toplumsal durum belirli bir yasalar toplamını varsaydığı haliyle doğal hakların ister istemez sınırlandığı durumdur. Dolayısıyla herhangi bir sınırlamanın söz konusu olmadığı doğa durumu toplumsal durumdan daha önce yer almalıdır152. Bu noktada doğa durumunun bir mantıksal imkandan

ibaret olduğu da belirtilmelidir çünkü insanın toplumsal durum harici bir durumda yaşadığına ilişkin hiçbir veri yoktur. Ancak bu görüş aynı zamanda insanın toplumsal olarak doğmadığını fakat toplumsal hale geldiğini ileri sürer. Dolayısıyla toplumsallık insanın özüne ait bir şey değildir. Sonradan ulaşılan bir durumdur153. Üçüncü önermede ödevleri doğal olan hakka ulaştırıcı değil bilakis doğal olan hakkı sınırlandırıcı olarak konumlandırır. Bu bakış açısından eğer

                                                                                                                          148 A. g. e,s. 102 149 A. g. e,s. 102 150 A. g. e,s. 103 151 A. g. e, s. 104 152 A. g. e,s. 105 153 A. g. e,s. 106

herkesin gücü dâhilinde olanı yapması doğal hakkıysa doğal hakkın ne olduğunu araştırıp insanların özüne uygun olarak yaşamalarını temin edecek bir bilge-kral söz konusu olmamalıdır. Bilgenin siyasi olarak seçkin konumu da Hobbes’un bu ters çevirmesiyle yerinden edilir. Hakkı güçle eşitleyen bu formül Spinoza tarafından da sahiplenilmiştir. Yine de Spinoza’nın hakkı güce eşitleyen ele alışının özgün yanları belirlenmelidir. Spinoza’da güç hakka önceldir ancak burada Balibar’ın uyarısına kulak verilerek hak güçten kaynaklanır şeklinde gücü haktan ayırarak hakka aşkın bir konuma yerleştirmeye karşı dikkatli olunmalıdır154. Sorun hakkın sebebinin araştırılmasının ötesinde hakkın belirlenimlerinin ortaya koyulmaya çalışılmasıdır. Tanrı’nın gücünün özgün bir ifadesi olan insanın diğer şeyler üzerinde yapabildiği ve düşünebildiği şeylere hakkı vardır. Bu noktada insan açısından “özgür ve eşit doğmak” gibi bir formülün de bir anlamı yoktur. Kendisini diğerleriyle eşitleyecek bir kurumsallık devreye girmedikçe hiçbir insan güç açısından birbirine eşit değildir. Bu durum verili insan hakları anlayışının temelinin ne kadar kaygan olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Zira “insan hakları” adı altında toplanan haklar bütünü kişinin yapıp edebilecekleri şeyler toplamı olan kişinin gücünü hesaba katmaz. Bu anlamıyla salt teoriktir. Belki de kavramın ortaya çıkışından beri neredeyse 200 yılı aşkın bir süredir oluşan müktesebata rağmen devletlerin hak ihlallerine karşı arzu edilen korumanın insan hakları çerçevesinde sağlanamamış olması kavramın siyasetin dinamik yapısından uzak olarak inşa edilmiş olmasından kaynaklanmaktadır.

Güçle eşitlenmiş bir hak kavrayışının kendini ödevlere bağımlı hale getirmeyeceği açıktır. Herkesin gücü kadar hakka sahip olduğunu ifade etmek toplumsal yaşamın imkânsızlığını da gösterir bir başlangıç noktasına gönderme yapılarak anlaşılabilir. Hakkın sınırsızlığı ise bir var olma tarzı olarak insan için ileri sürülemezdir. O halde insan bir yandan gücü kadar eyleyebilmesi itibariyle bağımsız iken başka var olma tarzlarıyla beraber olduğu ölçüde de bağımlıdır. Bu diğer var olma tarzlarına bağımlılık bir yandan bireyselliğin ortaya koyulmasının

                                                                                                                          154 E. Balibar, Spinoza ve Siyaset, s. 65

imkânıdır. Çünkü Spinoza metafiziğinde sonsuzluk ve sınırsızlık töz için geçerlidir, bireysel olan ise sınırlanmış olandır. Bu haliyle herkes gücü kadar eylemekte ise toplumu kuran ilişkiler de güç ilişkileridir155. Herkesin gücü kadar eylediği ve dolayısıyla birbirleriyle çatıştıkları bir durum yaşanılamaz bir durum olacaktır. Bu çatışmayı ancak bir tiranın herkesi kendisine bağlı kılması durdurabilir. Bu durum da gücü kadar eyleme yönünde bağımsızlığını ortaya koyan bireyin nihai bağımlılığı ile sonuçlanacaktır. Öyleyse hakkın güce eşit olduğu formülde önemli olan, bireyin bu gücü bağımsızca kullanabileceği yönetim formunu bulabilmesidir. Bir egemene tabi olmak her koşulda bağımsızlığın yitimi anlamına gelmez. Egemenin siyasal bütündeki bireylerin bağımsızlığının teminatı olan bir haklar rejimi uygulaması mümkün olabilir. Bu noktada aslında hakları dağıtan bir egemen kalmaz. Egemenin rolü hakların özgürce kullanılmasının yollarını bulmaktır. Eğer insan Etika’nın 4. kitabının 35. önermesinin 1. önerme sonucunda dile getirildiği gibi aklın rehberliğinde yaşasaydı kendi gücünün azamileştirme imkânının ancak başkalarıyla ilişki içinde mümkün olduğunu bilirdi. Bu noktada bireyin bağımsızlığının teminatı olarak kurgulanacak bir egemene ihtiyaç da olmayacaktı. Fakat ideal durumlar Spinoza siyasetinin konusu değildir. İnsanların çoğu tutkularına bağlı olarak yaşadıkları için de bir yönetim biçiminin yani egemenlerin varlığı zorunludur. O halde bu zorunluluğun hangi şekilde bireyin haklarını ortadan kaldırmadan organize edilebileceğinin soruşturması olarak Spinoza’nın siyasi bütün anlayışı ele alınabilir. Bu noktada dirlik ve düzen için yasa ile kendisini özdeşleştiren egemen anlayışına sahip Hobbes’tan Spinoza’nın farkı da ortaya çıkacaktır.

Benzer Belgeler