• Sonuç bulunamadı

Ego’nun Hırçın Çocuğu Bastırılmış Gölge

1. İKİNCİ YENİ ŞİİRİNE GENEL BAKIŞ

2.6. Ego’nun Hırçın Çocuğu Bastırılmış Gölge

Sigmund Freud ile gelişen psikanaliz bilimi insanın bilinmeyen yönlerini, bastırılmış dürtülerini ve bilinçaltını açıklamaya çalışır. Freud benliğin üç evresinin olduğunu ifade eder. Bunlar; id, ego ve süperego’dur. İd ilkel arzuların ortaya çıktığı evredir. Süperego ise daha çok ahlak ve dini öğretilerle kendini gösteren, id’i dizginlemek ve kontrol altında tutmak için bilince baskı uygulayan evredir. Bu iki evre arasında bireye yaşam alanı sunan ve kısmen id’in, kısmen de süperegonun arzularını dengeleyen evre ise ego’dur. İd ve süperego, ego’ya baskı uygulayarak kendilerini özneye hâkim kılmaya çalışırlar. Bu amaçla ortaya çıkan bastırma eylemi, insanın savunma mekanizmalarından biridir. Dışlanma, yalıtılma vb. durumlara maruz kalmak istemeyen birey, kendi benliğinden ödünlemelerle dış dünya ile iç dünyası arasında bir eyleşme yeri bulmaya çalışır. Psikoloji’de bastırma, “engellenen ya da çatışma dolayısıyla doyumsuz kalan bir güdü ya da ihtiyacın meydana getirdiği sıkıntılı durumdan kurtulmak için, bireyin bu ihtiyacı görmemekten gelmeğe, düşünmemeğe, inkâr etmeğe ve bunu bilinç dışına itmeğe çalış[ması.]” (Baymur, 1985: 90) olarak görülür. Bireyin böyle bir eylem’e ya da edim’e girişmesi onun benliğinde aynı zamanda birtakım bozukluklara da yol açar, “bastırılmış duygu bilinçdışındaki varlığını sürdürdüğü sürece yeni öğelerin eklenmesiyle güçleni(r). Bastırılmış dürtüler, sonunda bastırma mekanizmasını, kökeninden bir takım simgelerle aş(ar), kendini görünüşte

hiçbir anlamı olmayan rüyalarda, dil sürçmelerinde, hatalı davranışlarda, nevrotik semptomlarda” (Saffat, 1996: 42) göstermeye başlar. Bastırmanın böyle bir evreye geçmesi, yani rüyalarda vb. çeşitli şekillerde ortaya çıkması, ben’lik olgusunun gölge’nin etkisinde bir yaşam sürmeye başladığına işarettir. Ego’nun, “insan canındaki arzuları savaşçı varlığıyla ehlileştirmesi, onarla ait oldukları bütünün içindeki yerlerine geri göndermesi, belli bir duruşu gerektirir. Yürek, bu süreçte canın arzulayan yanını” (İnsel, 2009: 60) düşman olarak görür ve bastırma eylemine girişir. Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt’te “karşına çıkabilecek en kötü düşman hep kendin olacaksın” diyerek kişinin kendiyle olan mücadelesini gözler önüne serer. Bu mücadele ben’in arzularını yine kendi’nin kontrol altına alma, dizginleme ve susturma çabasıdır. Bastırma eylemi ne kadar yoğun ve amansız olursa, kendi’lik sorunu/sıkıntısı da o kadar yoğun olur. Gölgesi kişiye, “kendi kendisini yok etme çağrısında bulunduğu, onu kişiyi aşan bir çokluğun elinde araçsallaştırdığı ve böylelikle de kendisi olmaktan uzaklaştırdığı için” (Karakaş, 2009: 69) yaşam arzularını cehennem ateşinde arıtma ve ideal kıvamda pişirerek ‘yalıtılmış bir kendilik’ oluşturmayı dayatır. Kendi arıtma mekanizmasını, kendi gizil güçlerinde bulan birey, yalıtılmışlık ve dışlanmışlık hissi yaşamamak için id’i ile süperegosu’nun amansız savaşında, toplumun kendisinden olmasını beklediği gibi biri olan birey’e dönüşmek için arzularını kontrol altına alarak (bastırarak), ego’nun boyunduruğunda sakin bir yaşam sürmeye çalışır. İnsanı bu amansız uğraşın içine sokan yegâne unsur Nietzsche’ye göre ahlaktır. Ahlakın denetimsel mekanizması kişinin ‘ego’suyla aynı görevi üstlenir. Bir başka ifadeyle ego, ahlakın görev eri’dir. “İnsanın en büyük görkemi ve kudretine- taşımanın araçları üzerine düşünenler, kendilerini ahlakın dışında konumlandırmaları gerektiğini hemen anlayacaklardır: Çünkü ahlak öz olarak bunun karşıtının arayışı olmuş ve muhteşem evrimi işleyip gittiği esnada durdurmayı, yok etmeyi maksat edinmiştir.” (Aktaran: Karakaş, 2009: 70) Amacını gerçekleştirme yolunda özne’sini kontrol altına almak isteyen gölge, kendini, kültür ve etik’in boyasında renklendirerek bireye baskı uygular. Çünkü: “Kültürün ve uygarlığın tüm çabası, tinsel özün zevklerini dengelemek için toplumsal baskıları yavaş yavaş kabul ettirmekt(ir)” (Charrier, 2014: 20) Ancak bu sayede bireyin mutlu olabileceği ve uygarlık içinde bir yer edinebileceği sav’ıyla bilinçaltına yerleşir.

Gölge bilincin karanlıkta kalan yönlerini im’leyen bir varlıktır. Belirsizliğini yine kendi karanlığından alır ve çeşitli durumlarda ortaya çıkarak ben’e sahip olmaya ve onu yönetmeye çalışır. Bilincin sınırlarının belirliliğine karşın, gölgenin karanlıkta

kalan kısmının tam olarak ne barındırdığı ve neler giz’lediği bilinemez. Çünkü “her kişilikte bulunan karanlık yön, bilinçdışına ya da düşlere açılan kapıdır. Alacakaranlığın o iki figürü, ‘gölge’ ve ‘anima’, bu kapıdan geçerek gecenin düşlerine girerler ya da görünmez kalarak Ben-bilincini ele geçirirler. Gölgesi tarafından ele geçirilen bir insan daima kendi ışığını keser ve kendi tuzağına düşer. Eline geçen her fırsatta başkaları üzerinde olumsuz bir izlenim bırakmayı tercih eder. Çoğunlukla şanssız kişi konumundadır, çünkü kendi düzeyinin altında yaşar, olsa olsa kendine iyi gelmeyen şeylere ulaşabilir. Tökezleyeceği bir eşik yoksa da yaratır, üstelik de faydalı bir iş yaptığını sanır.” (Jung, 2013: 56) Bireyin kendi gölgesinin tuzağına düşmesi ve kendi özerkliğine çelme takması bastırma edimini bir kat daha artırır. Artık bu noktaya ulaştığında gerek erkekte, gerekse kadında yadsıma düzeyi başlar. Bu, erkekte baba’ya karşıt tepki geliştirme olarak gerçekleşirken, kadında; nasıl olursam olayım, yeter ki annem gibi olmayayım paradoksuna dönüşür. Reddedişin bu boyutunda kadınlarda: “Bir yandan, asla özdeşleşme noktasına varamayan bir hayranlık, bir yandan da, anneyi kıskançlıkla reddetmekten ibaret olan Eros’un aşırı gelişimi söz konusudur. Böyle bir kız ne istemediğini çok iyi bilmesine rağmen, yazgısının nasıl olmasını istediği konusunda genellikle bir fikri yoktur. Tüm içgüdüleri anneyi reddetmek üzerine yoğunlaştığı için, kendine ait bir yaşam kuramaz. Ola ki bir gün evlenirse, evliliği ya anneden kurtulma aracıdır, ya da yazgı onun başına öyle bir erkek sarar ki, adam anneyle aynı karakter özelliklerine sahiptir.” (Jung, 2013: 30) Yazgısının tuzağına düşen birey artık bastırmaya çalıştığı gölgenin elinde, zamanı geldiğinde terk edilecek bir oyuncağa dönüşür. İnsanın bastırdığı duygular tıpkı güneşin geceye, gecenin güneşe zorunlu bağlığı gibi, ardıllığı ve yaşanmayı beklediği için, ertelendiğinde, görmezden gelindiğinde bilincin karanlık sularında daha da güçlenerek, tıpkı bir balona yüzey gerilim oranının üstünde hava basılması sonucu patlaması gibi, ruhun ‘baskı aracını’ devre dışı bırakarak gölgeyi bilincin üstüne taşır. Bunu tetikleyen temel unsur gölgenin, “homo sociılis’in ömür boyu hesaplaşmak zorunda kaldığı öbür yüzü, bir başka deyişle, toplumun öngördüğü kurallarla çelişen tüm vahşi arzu ve duygularımız [olmasıdır]. Dolayısıyla toplumsal baskı arttığı ölçüde gölge büyür. Ne var ki gölgeyi bastırarak hiçbir yere varamayız; hatta tam tersi, daha da tehlikeli sonuçlara yol açar bu; çünkü bilinçdışında güçlenen gölgenin şiddeti körüklemesi kaçınılmazdır. Öte yandan, varlığını bilincin ışığına borçlu olan gölge, ben’in tamamlayıcı öbür yarısı, engel tanımayan doğal dürtümüzdür.” (Ergüven, 2006: 68) Bu dürtünün doğru şekilde kontrol

edilememesi ise, baskı’nın etkisiyle gölgenin ben’lik üzerinde tehdit edici bir varlığa dönüşmesine neden olur.

Bastırma, ben’lik bilincine zarar vermediği takdirde, egonun ışığında bireyin ideal bir yaşam sürmesi için ‘süzgeç’ görevi üstlenerek, yalnızca arzuların kendilerini değil, hafif gölgeli hallerini de yaşatır. Çünkü gölgeli bir imgelem, aynı olayın kendisi kadar, sert ve gerçek değildir.

Benzer Belgeler