• Sonuç bulunamadı

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR ÖYKÜCÜLÜĞÜ

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

3. HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR ÖYKÜCÜLÜĞÜ

200 Yazarın mirasçıları Abdullah ve Gülçün Tanrınınkulu tarafından hazırlanan Gazetecilikte Son Yazılarım 2’de

verilen bilgilere göre, Gürpınar’ın bulunamayan bazı öyküleri mevcuttur. Araştırmalarımız sırasında biz de bu öykülere ulaşamadık. Bk. H.R. Gürpınar, Gazetecilikte Son Yazılarım 2, s. 25.

67

3.1. ÖYKÜ TÜRÜNE GENEL BİR BAKIŞ ve GÜRPINAR’A KADAR ÖYKÜCÜLÜĞÜMÜZ

3.1.1. Etimolojik Çerçeve/Adlandırma Problemi

“Öykü”, Türkçe “öykünmek” fiilinden türetilmiş bir kelimedir. Öykünmek; taklit etmek, başkasının beğenilir, sevilir davranışlarına özenmek, başkasını izlemek, onun gibi görünmeye çalışmak ve benzeri anlamlara gelen bir fiildir.201 “Hikâye” kelimesinin ise “anlatmak, söylemek, demek, konuşmak, taklit etmek” anlamlarına gelen “ha - kâ” fiilinden türemiş bir Arapça isim olduğu bilinmektedir.202

“Öykü” terimine Öz Türkçe Sözlük’te “hikâye, kıssa, menkıbe, masal” anlamları verilmektedir.203 Türkçede bu terimin ilk kez, Nurullah Ataç tarafından kullanıldığı belirlenmiştir.204

Sözlüklerde “öykü” ve “hikâye” terimleri eş anlamlı olarak gösterilse de, bugün, artık edebiyat dünyasının bu iki terimin anlamlarını ayrıştırmaya çalıştığı ve giderek bu ayrıştırmanın yerleştiği görülmektedir. “Öykü” ve “hikâye” terimlerinin neye dayanılarak ayrıştırılması gerektiği konusunda çok sayıda söz söylenmiş olmasına rağmen, Yaşar Kaplan’a ait olan aşağıdaki ayrıştırma denemesi dikkate değer niteliktedir:

“Hikâye; kurgusal yapıtlardaki, yani öykülerdeki ya da romanlardaki olaylar bütünü, olayların toplamı, olayların anası, temel entrika, lokomotif olgu gibi anlamlara gelmektedir. (…) Öyküye gelince; içinde bir hikâye, ya da birtakım hikâyeler taşıyan, roman olmayan, şiir olmayan, başka bir şey olmayan, ancak yalnızca öykü

olarak anılmak isteyen bir tür, yazınsal türlerden bir türdür.”205

“Hikâye” İngilizcedeki “story” terimine karşılık gelmektedir. Bir gazete haberinin, bir arkadaş sohbetinin, bir sinema filminin, sokakta yürürken tanık olduğumuz bir olayın anlatımının, bir romanın birkaç cümleyle özetlenebilecek olay örgüsünün “hikâye” olarak nitelenebileceği anlaşılmaktadır. “Öykü” ise, hayatın herhangi bir bölümünde ya da çoğu sanat eserinin bünyesinde karşımıza çıkabilen bu “hikâye”lerin, belli kurallar çerçevesinde

201 İ. B. Eyuboğlu, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, s.539.

202 S. Mutçalı, Arapça Türkçe Sözlük, s. 188.

203 M. Ünlü, Öz Türkçe Sözlük, s.279.

204 Y. Çolpan, Ataç’ın Kelimeleri, s.75.

68

sunumudur. Edebiyatın bir “tür”üdür. Bir “öz” olmaktan ziyade bir “form”dur. Bir “şekil”dir. İngilizcedeki “story” terimine değil, “short story” terimine karşılık gelir.

Bunlara ek olarak şunu da belirtmemiz gerekir ki, “hikâye”, geleneksel anlatı eserlerimizi, “öykü” ise yenileşme dönemi edebiyatımız içerisinde verilen eserleri kapsayacak şekilde bir kullanım alanına sahiptir.206 Dilimizde son yıllarda yapılan yayınlara, gerek öykü kitaplarının kapaklarına konmuş tür belirten ifadelere, gerekse son senelerde yayımlanmış öykü dergilerine bakıldığında, burada yapılan “hikâye”, “öykü” ayrımının yerleşmeye başladığı görülecektir.207 “Öykü” ve “hikâye” terimlerinden ne anlaşılması gerektiği konusunda, Ömer Lekesiz şunları söyler:

“Hikâyeyi, klasik edebiyatımızdaki anlatıların genel adı olarak aldığımızdan, modern hikâyeyi yani Batıcıl özellikler taşıyan hikâyeyi “öykü” sözcüğüyle ifade etmeye çalışıyoruz. Öykünün hikâye sözcüğünün dilimizden kovmak üzere ‘uydurulduğu’nu biliyoruz, ancak, onunla özel bir belirleme, alan ayrıştırma imkânını da elde ettiğimiz için kullanma gereği duyuyoruz. (…) Hikâye Âdem’den bugüne kadar var, öykü ise

daha yüz yaşında.”208

Ömer Lekesiz’in aşağıdaki yorumları da, öykü ve hikâye ayrımının daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır:

“Batılılaşma sürecinde başta Fransız edebiyatı olmak üzere batı edebiyatlarından fazlasıyla etkilenmişiz. Bu etkinin merkezinde yer alan gerçekçilik ve bireycilik olgusunu izleyerek, hâkim türümüz hikâyenin mevcut esaslarında dönüştürmelere, değiştirmelere başvurmuşuz. Şöyle de diyebiliriz: Bir harar olarak algıladığımız ve yer yer şiir dahil tüm sanatsal üretimlerimizi içine doldurduğumuz hikâyeye söz konusu etki doğrultusunda yeni sınırlar, esaslar getirmeye başlamışız. Tam burada hikâyemiz ikili bir görünüm almış. Bir hikâyenin kendisi, iki hikâye olan ama hikâye gibi durmayan… dayatmacı dil anlayışı çevresinde uydurulan ‘öykü’ sözcüğü bu ikili durumun ortadan kadırılmasını sağlamış; batıcıl ölçülerle yazılan hikâyenin adı

206 Geleneksel dönemin bir ürünü olan “hikâye” ile modern dönemin bir ürünü olan “öykü”nün hangi noktalarda

ayrıldıklarının anlaşılabilmesi için bk. N. Çetin, “Modern Öykünün Edebiyatımızdaki Serüveni: Hazırlayıcı Geleneksel Dönem”, s. 17-29.

207 Son senelerde yayımlanmış öykü dergilerinden birkaç örnek: Yaba Öykü, Adam Öykü, Hece Öykü, Öyküye Bir

Bilet Gidiş Dönüş, Düşler Öyküler, Kül Öykü, Eylül Öykü, Notos Öykü… Bk. H. Su, “Öykümüzün Yayın Serüveni,” s. 378 vd.

69

zorunlu olarak öykü olmuştur. Bu tanımlamayla hem hikâye kimliğini korumuş, hem

de modern hikâye kendi tanımına kavuşmuştur.”209

Bu bilgiler çerçevesinde, biz de, bu çalışmanın tamamında, “öykü” ve “hikâye” terimlerini birbirinden ayırdık. “Hikâye”yi “geleneksel edebiyatımızdaki anlatıların genel adı” olarak değerlendirdik. Ayrıca, Yaşar Kaplan’ın “Hikâye; kurgusal yapıtlardaki, yani öykülerdeki ya da romanlardaki olaylar bütünü, olayların toplamı, olayların anası, temel entrika, lokomotif olgu” belirlemeleri doğrultusunda, hikâye terimini ikinci bir anlamda da kullandık. Ancak “öykü”yü 19. asırda Batı’da doğmuş ve edebiyatımızın modernleşme dönemine girmesiyle birlikte bizde de örnekleri görülmeye başlamış yeni bir edebî türün adı olarak düşündük.210 3.1.2. Tanımlama Problemi/Öykünün Sınırları

H.E. Bates, öykünün, her yazara göre farklı biçimler alışından kaynaklanan bir tanımlanma probleminin olduğunu söylemektedir: “Yazarın istediği her şey bir kısa öykü olabilir. Bir atın ölümünden, genç bir kızın aşkına; hiçbir kurgunun bulunmadığı durağan bir betimlemeden, hareketli ve hızlı olayların yer aldığı ve şaşırtıcı bir sonu olan hareketli bir düzeneğe; uyaksız yazılmış şiirden, biçemin hiçbir önemi olmadığı doğrudan bir röportaja kadar her şey kısa öykü olabilir. Kısa öykünün yazınsal bir tür olarak tanımlanamamasının nedeni, gerçekten de yapısındaki bu sonsuz esneklikte yatıyor olmalı.”211

Belki de bu tanımlanamazlık, öykünün çok farklı tanımlarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur: H.G. Wells, kısa öyküyü, yarım saat içinde okunabilen kısa bir kurmaca metin olarak tanımlamıştır. Jhon Hadfield, kısa öyküyü uzun olmayan bir öykü, biçiminde tanımlar. Hugh Walpole, öyküden, gerçekleşen olayların bir tutanağı işlevini görmesini, içinde beklenmeyen gelişmeler barındırmasını, gerilim yaratarak okuru bir düğüme göndermesini ve doyurucu bir çözüm sunmasını ister. Ellery Sedgewick, kısa öykünün durum, epizot, karakter, anlatı gibi her şeyi kapsayan bir hal adlığını söyler. Bu tanımları anan H. E. Bates, “Kısa ya da uzun olsun; şiir olsun ya da olmasın; ister kurguya ister betimlemeye ağırlık versin; soyut ya da somut olgulardan söz etsin, kısa öykü tanımı gereği ele avuca sığmaz bir türdür.”212 der.

209 Age, s. 42.

210 Öykü türünün dilimizdeki adlandırılma problemini derinlemesine işleyen bir yazı için bk. M. Harmancı,

“Kargaşadan Kavramsala Kısa Öykü”, s. 67 vd.

211 H.E. Bates, Yazınsal Bir Tür Olarak Kısa Öykü, s. 7.

70

Bizce, öykünün tanımlanamazlığını bu kadar ileri noktalara götürmek, var olan belirsizliğin abartılması anlamına gelmektedir. Gazetede okuduğumuz bir yazıyı, bir genç kızın defterindeki acıklı bir mektubu, Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sını, Kafka’nın günlüklerini, Montaigne’nin denemelerini, bir akademisyenin makalesini, öykü türünün dışına taşıyan sebepler, etkenler nelerdir? İlk elde verilecek cevap şu olmalıdır: Öykü, kurmaca bir özellik taşır. Yazarın hayal dünyasının eseridir ve malzemesini doğrudan doğruya hayattan, yazarın çevresinden, yaşayan kişilerden ve yaşanmış olaylardan bile alsa, son tahlilde kurgusal boyuta taşınarak, gerçeklikten kendisini belli oranda arındırmıştır. Şu halde, öykünün tanımına ulaşabilmenin yolu, onu kurgusal özellik taşıyan türlerden ayrıştırmakla mümkün olacaktır.

Hilmi Uçan, öykü, bir olayın sunumudur, dedikten sonra, Everaert ve Desmedt’in “Olay ve sunum, öyküyü elde etmek için gerekli şartlar olarak kabul edilmelidir.” cümlelerini aktarır. Uçan, öykünün anlaşılmasına yardımcı olacak sorular sorar: “…kısa öykü bir tek olayı mı anlatır yoksa birkaç olayı mı anlatır? Kısa öykü nerede başlar, nerede biter? Yapı, olay örgüsü, oyuncular, uzam, bakış açısı, anlatıcı tipleri söz konusu olduğunda roman ile ayrım noktası nerededir? vb. sorular nedeniyle kısa öykünün çerçevesini, alanını belirlemekte, tanımını yapmakta güçlükler vardır.”213

Sahip oldukları malzemelerin (zaman, mekân, olay, kişiler gibi) ortaklığı sebebiyle, öykünün en çok romanla karşılaştırılması söz konusu olmuştur. Bu konuda, Walter Allen’in söyledikleri önemlidir: “Ne olursa olsun, kısa öyküyü ilkesel olarak romandan ayıran, tek bir olaydan ya da algıdan kaynaklanmasıdır. Bu ayrımı tek başına uzunluğun belirlemediği kesindir. (…) Kısa öyküyü kısa öykü olarak tanımamızı sağlayan şey, tek bir zaman anının, tek bir olayın, tek bir algının ürünü olan bir şeyi okuduğumuzu hissetmemizdir.”214

Necip Tosun, “…roman ve öykü aynı hikâyeyi anlatsa bile her biri farklı anlatır. Romancı anlatacağı şeyi enine boyuna anlatır, ilgili ilgisiz pek çok şeyi kullanır, çünkü önünde sonsuz bir yazı alanı vardır. Onun hacim sıkıntısı yoktur ve neredeyse istediği her şeyi anlatıma boca edebilir. …Öykü ise bütün bir hayatı temsil eden, imgeleyen, işaret eden bir ânı, görüntüyü, enstantaneyi bulur ve onu anlatır. Yani seçme yapar. Yapısı gereği böyle yapmak

213 H. Uçan, Edebiyat Bilimi ve Eleştiri, s. 72-73.

71

zorundadır.”215 cümleleriyle, öykü ve romanın uzunluktan, kısalıktan öte, anlatmak için hayattan neyi aldıklarına, neyi seçtiklerine işaret etmektedir.

Rasim Özdenören, öykü-roman ayrımı konusunda önemli belirlemelerde bulunmuştur: “Hikâye, nüansları yakalama sanatıdır. O, roman gibi bütün bir hayatı topuyla kucaklamaz, hayatın bir enstantanesini tespit eder, sonra o enstantaneyi seri bir üslûpla, önümüze serer. İyi bir hikâyede gereksiz, tablosunu çizdiği enstantane içinde hedefini bulmamış kelimeler yoktur. Hikâyeci, kelimelerini hesaplayarak ve bir seçime bağlı tutarak kullanmak zorundadır. Onun alanı, romanın soluklu ve geniş alanından yoksundur çünkü. Roman eski sanatlardan destanı karşılıyorsa, hikâye bu destan içindeki bağımsız bir fragmandır. …roman bir savaş alanıdır, oysa hikâye

düello sahnesidir.”216

H. E. Beats, “Roman ağırlıklı olarak yaşamın çözümlenmesidir: insan duygularının ve isteklerinin karmaşıklığına, gerçekleşmesine, dağılmasına ve doyumuna değinir. ‘Karakterler başlangıçta gençtir; sonra yaşlanırlar, bir sahneden ötekine giderler; durmadan yer değiştirirler,’ demiştir Woolf. Bu karakter gelişimi, zamanın bu ileriye yönelik hareketi, her zaman için romanın temelinin oluşturmuştur ve bu gelecekte de böyle olacaktır. Fakat kısa öyküde, sonsuz küçük bir parça dışında, zaman hareket etmek zorunda değildir; hatta öykünün bir karakteri bile olmayabilir.”217 derken, aslında öykü türünün sınırlarına değinmiştir.218 Edgar Allen Poe’nun genellikle “tek etki kuralı” olarak anılan ve öykü türünün tanımlanması noktasında çok önemli bir adım olan “Kompozisyon Felsefesi” adlı makalesinde söyledikleri, öykünün sınırlarını da ortaya çıkartmaktadır; Sevinç Özer, Poe ile ilgili bir yazısında bu kuralları açıklar:

“Poe’ya göre kısa öykü: 1. Okuyucunun kafasında ‘tek bir etki’ yaratacak bir biçimde planlanacak; 2. Bu ‘tek bir etki’nin okuyucuda yaratacağı dramatik coşkunun ahlâken biçimlendirici bir deneyim haline gelebilmesi için öykü bir oturuşta okuyup bitirilebilecek kısalıkta olacak; 3. Yazar olayları, karakterleri ve

215 N. Tosun, Hayat ve Öykü; s. 56-57.

216 R. Özdenören, Ruhun Malzemeleri, s. 138-139.

217 H.E. Bates, Yazınsal Bir Tür Olarak Kısa Öykü, s. 10.

218 Bates’in öykünün sınırlarıyla ilişkili şu cümleleri, adeta Gürpınar için söylenmiş gibidir: “Kısa öykü iki şeyi ya

da birbirine bağlı iki unsuru yapısı içinde barındıramaz. Söz kalabalığını ve törel değerlerin öğreticiliğini kaldıramaz…” Bk. H.E. Bates, Yazınsal Bir Tür Olarak Kısa Öykü, s. 23. Gürpınar’ın öykülerinde gerek söz kalabalığı gerekse belli değerlerin öğreticiliği çok belirgindir ve bu doğal olarak onun öykülerinin aleyhine işler.

72

durumları ‘tek bir etki’ etrafında kurgulayacak; 4. Tek bir etkinin yaratılması sürecinde yazar şiirsel bir dil kullanacak; yani öyküden tek bir cümle çıkarıldığında

bile öykünün gücünden bir şeyler kaybettiği yoğun bir dil kullanacaktır.”219

Öykü türünün “kısa”lığının neye tekabül ettiği de tartışma konusu olmuştur. Poe gibi, öykünün okunma süresinin bir ölçüt olarak getirilebileceğini savunanların yanı sıra, “öykü”yü ya da İngilizcedeki ifadesiyle “kısa öykü”yü, ayrıca “kısa kısa öykü”yü ve “uzun öykü”yü doğrudan kelime sayarak tanımlama gayreti içine girenler de olmuştur. Bunları birbirinden ayırmak için de “kelime sayımı” yapılmıştır. Şârâ Sayın, 2.000 – 30.000 arası kelimeden oluşan öykülere “kısa öykü”, 2.000’den daha az olanlara “kısa kısa öykü”, 30.000 – 50.000 arası kelimeden oluşanlara ise “novelette” denildiğini belirtmiştir ki, “novelette”nin “uzun öykü” olarak kabul edilmesi mümkündür.220

Öyküde, romanda olduğu gibi, uzun zaman dilimleri anlatılmaz. Bir insanın hayatından uzun bir kesit sunulmaz. Gürsel Aytaç, öykü türünün özelliklerini; konuların gündelik hayattan alınması, büyük olaylara el atılmaması, hayattan bir kesit alınıp bu kesitin kısa bir zaman parçası içerisinde işlenmesi, öykünün kesin bir başlangıca ya da kesin bir sona sahip olmaması şeklinde sıralar.221

Bu arada, Şârâ Sayın da, öykü ile diğer anlatı türleri arasındaki farkı belirginleştirmek için, bazı fikirler ileri sürer. Öykünün, diğer anlatı türleriyle ayrıştırılabilmesinin en güvenilir yolunun öyküdeki anlatıcı-okur ilişkisi olduğunu söyler:

“Kısaöyküye yaklaşımda belki en güvenilir ölçüt anlatıcı-okur ilişkisidir. Kısaöyküde anlatıcı, öykünün içinde yer alır. Anlatıcı daha çok öykü kişisinin açısından anlatır, zaman zaman da yansız anlatıcıdır. Sürekli olarak okuruyla ilişki kurmak ister. Geçmişe değil, içinde yaşadığı zamana yönelir, bu ânın bilincini uyandırmak ister okurda. …Roman ve geleneksel anlatı biçimleriyle karşılaştırıldığında, anlatıcı ile

okur arasındaki uzaklığın kısaöyküde çok azaldığını görmekteytiz.”222

Kayahan Özgül, “olay, durum, kesit ve ân” öykülerinden bahsetmektedir: “Heinrich Böll ve Frank O’Connor, …hikâyede formun konuya bağlı olduğunu hatta formun konu tarafından

219 S. Özer, “Kısa Öykü Kuramının Manyetik Alanı: Poe’nun ‘Tek Etki’ Kuralı”, s.83.

220 Ş. Sayın, Çağdaş Avusturya Öyküleri, s.7.

221 G. Aytaç, Edebiyat Yazıları 2, s.242.

73

oluşturulduğunu söylerler. Hikâyede Avrupalı form adlandırmalarının kaynağı işte bu teknik görüştür. Asırlar boyu gelenekli hikâyenin merak unsuru taşıyan, sürpriz sonları olan ‘vak’a hikâyesi’, bu teknik adlandırmalardan biridir ve tekniğini modern hikâyeye de nakletmiştir. Babası Poe da olsa klasik vak’a hikâyesi tekniği bugün Maupassant’ın adıyle beraber anılıyor…”223

Durum öyküsü içinse, Özgül, aşağıdaki bilgileri vermektedir:

“Bilhassa II. Cihan Harbi sonrasının Avrupasında yeni bir teknik belirmeye başlar. Bu yeni teknik, merak saikiyle ve heyecanla okunan vak’a hikâyesini küçümser ve bir dizi olayın peşinde sürüklenen kurguyu reddeder. Hikâyede aslolan olaylar değil, onların ele alınış ve işleniş biçimidir. Olay ve olaylar yerine, onlardan alınıp dondurulmuş karelerin durağan, ama dikkatle, incelikli hikâyelerini yazmak daha saygıdeğerdir. Sıradan okuyucuya kolaya kaçan hikâyeler sunmaktansa, daha eğitimli okuyuculara yazılması ve okunması emek gerektiren, dili seçkin, anlatımı itinalı, ne anlattığı kadar nasıl anlattığı da önem taşıyan hikâyeler sunmak daha doğrudur. İşte

bu teknik özellikleri taşıyan hikâyeye ‘durum hikâyesi’ denir.”224

Hayatın gündelik seyrini olduğu gibi veren, anlatılanların birbirleriyle sımsıkı bağlantısının olmadığı öykülere de kesit öyküsü denmektedir. Almanya’da Doderer, Bender, Höllerer gibi isimlerle beraber, “giriş ve sonuç bölümleri olmaması bir tekniğe dönüştürülmüş kesit öyküsü” yaygınlaşacaktır.225

“Ân hikâyesi, anlatılanların çok kısa bir zaman aralığında yaşanması sebebiyle, psikolojik zamanı genişletecek tekniklerin hikâyesidir.”226 Rasim Özdenören’den yukarıda yaptığımız alıntılar, “ân” öyküsünün özelliklerine çok yakın belirlemelerdir. Aynı şekilde Gürsel Aytaç’ın ve Necip Tosun’un yukarıda öykü türü için söyledikleri, “ân” öyküsünün özelliklerine daha çok benzemektedir. 223 K. Özgül, “Hikâyenin Romanı”, s. 38. 224 Agy, s. 38. 225 Agy, s. 39. 226 Agy, s. 39.

74

Öykü türünün dünden bugüne geçirdiği değişiklikler, Kayahan Özgül tarafından “Hikâye formlarının şu sıralanışına bakınca, dıştan içe, genişten dara ve yüzeyden derine doğru bir gidişin yaşandığı fark edilir.”227 şeklinde vurgulanmaktadır.

3.1.3. Hüseyin Rahmi Gürpınar’a Kadar Öykücülüğümüz

“Hikâye”den “öykü”ye, gelenekselden modern olana geçiş özelliği taşıyan eserler arasında,

Muhayyelat-ı Aziz Efendi (1796) başta gelir. Giritli Ali Aziz Efendi tarafından yazılmış olan

Muhayyelat, Süryanice ve Arapça yazılmış Hülasatü’l Hayal adlı eski bir hikâye kitabındaki hikâyelerin sade bir dille çevrilmesi suretiyle ortaya çıkmıştır. “Ancak bu basit bir tercüme olup kalmamış; Aziz Efendi’nin kendi hayal kudreti, Türkçe ile ifade birliği ve diğer yerli unsurlar ilavesiyle meydana geldiği zevkli bir telif çehresi almıştır.”228

“Muhayyelat, birbiriyle bağlantısı olmayan üç büyük hikâye (hayal)den meydana gelmiştir. Masal ve roman özelliklerini, yerli ve yabancı motifleri, cin-peri, tılsım büyü gibi tabiatüstü kuvvetleri, tasavvuf, fantezi ve gerçekçilik gibi birbirinden uzak unsurları içinde bulunduran, bu yüzden belirli bir edebî türe sokulamayan bu eski tip hikâyelerde yer yer XVIII. yy. gündelik İstanbul hayatına uygun sahnelere de rastlanır. Ancak kişilerin konuşturulmasında sadeleşen dil, eserin bütününde külfetli ve ağırdır.”229 Nihad Sami Banarlı, bu eser için, “…eski Şark masallarıyle bu günkü hikâye arasında bir merhale sayılabilecek özellikdedir, ve bu çehresiyle nesirle hikâye edebiyatında dahili bir tekamül tesiri uyandırır. Gerek hikâye kahramanlarının seçilişi, gerek vak’aların geçtiği çevrelerin gerçekliği ve yer yer girişilen teferruat, bu fikre hak kazandırır.”230 der.

Muhayyelat-ı Aziz Efendi, geleneksel hikâyemizden öyküye geçiş yolunda bir adım olarak görülmektedir. Orhan Okay’ın Muhayyelat için ileri sürdüğü belirlemeler oldukça önemlidir: “…bir orta sınıf aydını için hazırlanmış olduğu anlaşılan bu hikâyeler, eğer Osmanlı elit sınıfında itibar görüp, sanatkârların kalemleriyle zengin örneklerini verebilseydi, belki Tanzimat yıllarında romanda taklit süreci daha sağlıklı ve süratli aşılabilirdi.”231

227 Agy, s. 39.

228 N. S. Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C. 2, s. 794.

229 B. Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, s. 53.

230 N. S. Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C. 2, s. 795.

75

Muhayyelat, geleneksel hikâye birikimimize bir şey katmamakla birlikte, içinde barındırdığı kimi gerçekçi özellikler, onu daha 1796 yılı itibariyle, modern edebiyatımızın hazırlayıcısı konumuna yükseltmiştir.

Geleneksel anlatılarla modern anlatılarımız arasında bir geçiş özelliği taşıyan yazarlardan biri de Ahmet Mithat Efendi’dir. Büyük hikâye olarak adlandırılabilecek eserlerini Kıssadan

Hisse (1869) ve Letaif-i Rivayat’ta (1870-1895) toplamıştır. Bu eserlerde, Ahmet Mithat, gönül maceraları, kadın, evlilik, esirlik, eğitim v.b. konuları işlemiştir. “Osmanlı’nın batı’yla karşılaşmasındaki bütün problemler bu ilk örneklerde pek de edebî olmayan bir şekilde ele alınır. Dil ve hikâye tekniğine dikkat etmeyen Ahmet Mithat, eski meddah hikâyelerindeki anlatım geleneğini de sürdürerek okuyucusuyla daimi bir diyalog içinde bulunmuştur.”232 Mehmet Tekin, Ahmet Mithat’ın hikâyelerini yazarken neyi amaçladığını şöyle açıklar: “O, hikâyelerini kaleme alırken, okuyanları, bir yandan eğlendirmek, bir yandan da onlara kıssadan hisse vermek istemektedir. A. Midhat, bu anlayışını dizinin yayımlandığı süreç içinde ideal bir düzeyde sergiler ve toplumumuzda, roman ve hikâye okumayı alışkanlığa, diziye gösterilen rağbete bakılırsa, ihtiyaca dönüştürür.”233

Emin Nihat tarafından 1870 yılından itibaren kaleme alınan ve cüz cüz yayımlanan

Müsameretname, hem konuları hem de konularının sunuluş biçimi itibariyle farklı özelliklere sahiptir.234 Hikâyelerde çerçeve anlatımdan istifade edilmiştir. Müsameretname, “…farklı kültürlerin çatışmasıyla kendini hissettiren ve ilerde daha yoğun bir şekilde kendini hissettirecek olan ‘kimlik krizi’ konusuna ilk defa değinişiyle de özgündür. …Binbaşı Rifat

Bey’in Sergüzeşti adlı hikâyede, bir Türk subayının, misyoner bir aile tarafından hristiyanlaştırılmak istenmesi, ancak sonucun başarısız olması anlatılmaktadır.”235

Müsameretname, “…gerek uygulanan anlatım biçimi ve gerekse şehirli zevkinden gıdasını alan