• Sonuç bulunamadı

3. RÖNESANS’TA ORTAYA ÇIKAN ESTETİK DÜŞÜNCELER

3.1. Rönesans Dönemi Düşünürleri ve Düşünceleri

3.1.4. Giovanni Pico della Mirandola (1463-1494)

Resim-10: Cristofano dell’Altissimo, Giovanni Pico della Mirandola, 16.yy, (“Sanal”: 2018).

Pico della Mirandola, bilimi ve her zaman için geçerli olan gerçeği, Klasik İlk Çağ kültürüne tek yanlı olarak sarılmış bulunanlara karşı şiddetle ve yüksek sesle savunan tek kişi olmuştur. O yalnız İbn Rüşd’e ve Yahudi bilginlerine değil, Orta Çağ’ın skolastikçilerine de değer vermiştir (Burckhardt, 2013: 237). Sembolizm ve mecazlaştırma eğilimi ile Platon’u Grekçe’den, Musa’yı İbranca’dan okuyan Pico, Antik dönem ile Hıristiyan eserlerini sentezleyerek Rönesans döneminde kendini gösteren ve yüksek kültürü inşasına katkı sunanlar arasındadır.

Pico, felsefi düşüncenin amacını skolastik ile Platonculuğun bağdaştırılması olarak görüyordu. Ermalao Barbaro’ya yazdığı bir mektupta Floransa Akademisi’ne firar değil, bir kâşif olarak geldiğini belirtir; bulguları onu, Platon ile Aristoteles’in, lâfzen birbirlerine ne kadar aykırı düşer

görünürlerse görünsünler, aslında her konuda anlaştıkları sonuca götürmüştür (Cassirer, 2016: 20).

Rönesans Aristoteles’i yadsımaz. Aksine, bir yandan Pico della Mirandola gibi kişiler Aristoteles ile Platon arasındaki birliği göstermeye çalışacaklar; öte yandan tam bu dönemde iki Aristotelesçi Rönesans okulu (İskenderiye kaynaklı okul ile İbn Rüşd kaynaklı okul) ortaya çıkacaktır, edebiyat çalışmaları çerçevesinde ise Aristoteles’in Poetika’sı ile Retorik’i aktif olarak okunup yorumlanacaktır. Yadsınan şey, skolastik ilahiyatın tanımladığı, katı bir çerçeveye oturttuğu, resmîleştirdiği ve yetki konumuna yükselttiği şekliyle Aristoteles’ti (Eco, 2016: 227).

İnsanın kutsal yaşamın yüce düzenine çıkabilmesini sağlayan ise sevgidir. Platon’un ortaya koyduğu ve Rönesans’ta geçerliliğini koruyan Eros doktrininin, Tanrı ve insanın birbirine sevgiyle karşılıklı yönelişi anlayışı, insana daha yüksek bir değer verilmesinin nedenlerinden biri olur. Rönesans ile birlik insanın bu dünyadaki konumu Orta Çağ anlayışından farklı bir boyut kazanır (Öndin, 2016: 30).

Ruhun fiziki bir nesnenin sevgisinden görülmeyen güzelliğin sevgisine yükselirken attığı adımları, geçtiği açmazları izah ederken ve bu süreçle insan düşüncesinin yukarıya doğru başka yükselişleri arasındaki benzerlikleri açıklarken kendi kısa ömrünün bir saman alevi gibi parlayıp sönüşünü hatırlatan sözlerinde bir parlaklık ve taşkınlığa tesadüf edilir (Pater, 2006, 71-72).

Güzellik görülebilir şeylere özgüdür, “tıpkı duyulabilir şeydeki uyum gibi, işte hem bu güzellik hem de ona duyulan arzunun adı aşktır”. Ama aşk tek bir tanıma gücünden doğar, “yani yüzden biri somut öteki soyut yüzden”: Birincisi “genel olarak yüz adı verilen şeydir. Öteki de bizim meleklerle uyum içinde olmamızı sağladığı söylenen ruhun yetisidir” (Castelli, 2013: 171).

Pico’ya göre yeryüzü evrenin merkezidir; sabit ve hareketsiz bir nokta olarak onun etrafında güneş, ay ve yıldızlar, tıpkı gayretli ve çalışkan hizmetçiler ya da görevliler gibi dönüp dururlar. Ve hepsinin ortasına insan yerleştirilir, nodus et vinculum mundi, dünyanın bağı veya rabıtası ve

“doğanın yorumlayıcısı”: Bacon’ın bu ünlü ifadesi gerçekte Pico’ya aittir (Pater, 2006: 66-67).

“İnsan aşağı dünyayı terk etmeden yüksek âlemlere yükselir ve yüksek âlemleri bırakmadan aşağı dünyaya inebilir”. İnsanın bu konumu hem övgüye değer hem de sorunludur. İtaat ile isyan arasında salınan duyusal dürtüleriyle peş peşe gelen başarı ve başarısızlıkla yüzleşen mantığı ve sık sık asıl işinden sapan tekinsiz aklıyla insanın ‘ölümsüz ruhu’ her zaman bedenin içinde zavallı durumdadır. Bedenin içinde ‘uyur, düş görür, hezeyana kapılır ve hastalanır’ ve ancak ‘geldiği yere döndüğü zaman’ nihai olarak tatmin edilecek sonsuz bir özlemle doludur (Panofsky, 2014: 225-226).

Pico için dünya, gerçek kristal duvarlarla sınırlanmış mahdut bir alan ve maddi bir gök kubbedir, tıpkı resimli bir oyuncak, Logos’un yaratıcı ellerinde büyük bir nişangâh ya da kalkan gibi tutulan dünya haritası sistemidir (Pater, 2006: 68). Modern estetiğin önemli bir bölümünü etkileyecek olan Yeni Platoncu ve Hermetik çizgi söz konusu olduğunda, ansiklopedi Orta Çağ Kilisesi’nde olduğunun aksine artık ne kapalıdır, ne anlamca kesindir, ne de otoritenin güvencesi altındadır. Dünya sonsuzsa ve bütün varlıklar sürekli olarak değişen bir sempatiler ve benzerlikler ağı temelinde birbiriyle ilişkiliyse, dünya simge ormanının sorgulanması sonsuzca açık olacaktır. Ve ne kadar açık ise o kadar zor, ele avuca sığmaz, gizemli ve azınlığa ait olacaktır. Skolastik öğreti, bir gizemi “herkese”, bu arada bilgin olmayanlara da daha iyi “açıklamak için” alegorileri kullanıyor ve meşrulaştırıyordu. Rönesans simgeciliğinin egzotik hiyerogliflere ve bilinmeyen dillere başvurmasının nedeni, yalnızca sırlara vâkıf kişilerin anlayabileceği hakikatleri “halktan gizlemek”tir. Pico della Mirandola Apologia’sında şöyle diyecektir: “Mısır sfenksleri mistik doğmaların dindışı kesimden muammalı bir yolla gizli tutulması konusunda bizi uyarır”. Bu evren yorumu görüşünü şiir metinlerinin ve genel olarak sanat yapıtlarının açık yorumu görüşüne aktarmak için fazla bir şeye gerek yoktur (Eco, 2016: 251).

Hıristiyan duyarlığı ile pagan şiiri ve felsefenin dünya hakkında tasavvur, efsane ve teorileri arasında bilimsel bağdaştırma çabasını etkilemenin gerçek yönteminin tasarlayıp bulmak daha sonraki bir çağa kalmıştır. Bu çağ için mümkün olan yegâne uzlaştırma imgesel bir uzlaştırmaydı ve Hıristiyan okullarında yetişmiş sanatçıların pagan konuları ele alıp işleme çabalarıyla sonuçlandı (Pater, 2006: 72).

Fiziksel dünyanın gerçeklerinden uzaklaşmaya, kaçmaya neden olan Orta Çağ’ın öteki dünya anlayışı, bilincin bu dünyaya yönelmesini engeller. Bu engeli ortadan kaldıran ve dünyayı objektif gözle gören Rönesans düşüncesi, dış dünya gerçeklerine yöneldiğinden “bireyciliği kıskıvrak tutan” bağları kopararak atar ve “insan, düşünen ve anlayan (zihni) bir birey hâline” gelir. Orta Çağ’daki ruh-beden ayrımı, insanın bir bütün olarak ele alınması ile ortadan kalkar. İnsan, ruhu ve bedeni ile bir bütün olarak görülür… Hümanist Giovanni Pico della Mirandola’ya göre, gökyüzü ve yeryüzü yaratıldığında birbirine ışık ile nasıl bağlandıysa, insanı oluşturan maddesel beden ile tinsel varlık olan ruh da birbirine bağlıdır, bir bütündür. Bu düşüncelerini şu sözlerle aktarır: “Gökyüzündeki her şey yeryüzüne ışık aracılığı ile nasıl bağlandıysa ruhun her değeri, her gücü –yaşam, hareket ve duyum- birleşti ve dünyevi cisimlere geçti… ruhun aydınlığının katılmasıyla ışık meydana gelince gökyüzü ve yeryüzü, akşam ve sabah birbirine bağlandı ve bedenin karanlık doğası ile ruhun aydınlık doğası birleşti ve insan bir bütün olarak çıktı” (Öndin, 2016: 20).

İtalya’da sınıflar arasındaki öncesinden gelen ayrılıklar geçerliliğini kaybetmiştir. İlk kez olarak bu ülkede, insanın ve insanlığın, kendi derinliklerindeki cevherleri öğrenmiş, kendini keşfetmiş olmasının şüphesiz bunda büyük bir payı vardır. Rönesans’ın bu tek sonucu bile, ona sonsuz şükran duyguları beslememize yeter. Mantıksal bir kavram olarak insanlık, öteden beri bilinen bir şeydi, fakat burada bir gerçek oluyordu (Burckhardt, 2013: 386-387).

Mirandola’ya göre, Tanrı elindeki tüm olanakları harcamış olduğundan, herhangi bir “archetype” olmadan yarattığı insanı dünyanın

merkezine koyar ve ona şöyle seslenir: “Âdem, sana sadece senin olan ve seçebileceğin ne görüntü, ne mekân, ne form sundu, ne de garanti, sen kendi yargın ve kararınla buna sahip olacaksın. Diğer tüm yaratıklar doğalarını, bizim belirlediğimiz yasalara göre aldılar, sen bizim gözetimimiz altında, kendi bağımsız seçiminle kendi doğanın özelliklerini kuracaksın. Seni dünyanın merkezine koyuyorum ki bu durumda, bu dünya olan her şeyin üstünde, büyük huzurla kendin hakkında araştırma yapabilesin. Biz seni ne gökyüzünün ne yeryüzünün yaratığı ne ölümlü ne ölümsüz yaptık ki sen özgürce ve gururla istediğin formu alabilesin. Sen, gücünün izleyeceği yol ile yaşamın kaba ve aşağı şekline inebilirsin veya aynı şekilde kendi gücünle kendi seçiminle kutsal yaşamın yüce düzenine çıkabilirsin” (Öndin, 2016: 29- 30).

“Hayvanlar yaşadıkça kendilerine gerekecek şeyleri ana karnından birlikte getirirler; yüksek ruhlar, daha baştan veya kısa bir zaman sonrasından itibaren ne idiyseler sonuna kadar öyle kalırlar. Serbest iradeye bağlı olarak gelişen ve büyüme imkânına sahip olan yalnız sensin; çeşitli bir hayatın tohumları yalnız senin içindedir” (Aktaran: Burckhardt, 2013: 387).

Bütün Rönesans düşüncesinin ve bundan doğan eserlerin çerçevesini sembolik bir biçimde gösteren imge, hiç kuşkusuz, Leonardo’nun bir dairenin ve alt köşesi bu daireyi teğet geçen bir karenin ortasında yer alan insan bedenini gösteren çalışmasıdır. İnsan ikili bir konuma sahiptir: Birincisi, kendisine ayrılan alanı (kozmos çemberi) maksimum düzeyde işgal edecek bir biçimde ayrılan kolların ve bacakların pozisyonu; ikincisi ise çarmıha gerilen inanan insanın konumunu anımsatan bir pozisyon: Nihayetinde kendisine inanan insanın bu ani ve bağımsız hareketinin uyandırdığı tutku. İnsan Tanrı’nın içinde eriyip gitmeyi reddeder; insanın kendisi de pasif bir biçimde doğayı taklit etmek bir yana, zekâsını ve ruhundaki yoğunluğu katan bir yaratıcıdır. Resim aslında ‘cosa mentale’dir. Resmini yaparak doğayı tasvir etmek, insan zekâsının keşfettiği ilkelerden hareket eden bir tanıma/bilme yöntemidir. Bu bir yasalı uyarlama işidir. Yaratılış gününde Tanrı’nın emirlerine uymadır. Bu bedele bu dönemin ruhunu ifade ettiğini düşündüğümüz bir diğer imge ise Michelangelo’nun Sixtine Şapeli’nin tavan

süslemelerinde yer alan Âdem simgesidir. Yaratılış düşüncesinde Tanrı’dan geldiği hâlde O’ndan kopup kurtuluyor şeklinde gösterilen insanın üstün geldiği bu fresklerde bir iç güç ifadesi kendiniz gösteriyor… Tanrı’nın ve Adem’in parmakları başlangıçtan gelen bir bağlaşma içerisinde birbirine dokunuyor ama daha sonra birbirinden ayrılıyor, çünkü yaratılan insan özgürlüğüne kavuşuyor. Pico della Mirandola’nın De Hominis Dignitate’sinde Tanrı insana şöyle diyor: “Dünyada olan her şeyi daha iyi görebilmen için, seni dünyanın merkezine koydum” (Farago, 2011: 76-77).

Orta Çağ’da olduğu gibi, Rönesans’ta da hâkim olan Tanrı’nın evreni hiçten yarattığı anlayışı, Rönesans hümanistlerinden Giovanni Pico della Mirandola’nın İnsan Haysiyetine Dair (1486) adlı eserinde şu şekilde dile getirilir: “Baba Tanrı, her şeye gücü yeten mimar, gizemli zekâsıyla bu duyular dünyasını yarattı, kutsallığı kozmik ikametgâhını, bu saygın tapınağı, göksel arenayı zekâ ile giydirdi, göksel küreleri ölümsüz ruhların yaşamlarıyla donattı… Yüce sanatkâr bunları gerçekleştirdikten sonra bu başarısını idrak edebilecek yaratığın yokluğunu hissetti ki bu yaratık, bu düzenin güzelliğine sevgiyle bakacak ve azameti karşısında kendinden geçecek” (Öndin, 2016: 28).

Desiderio della belezza (güzele duyulan arzu) olarak aşkın tarifini aydınlatma çabası içinde Pico della Mirandola’nın bilinçli arzu ile bilinçsiz arzu (desiderio senza cognitione ve desiderio con cognitione) arasında ayrım yaptığını hatırlayalım. Sadece güzelliği bilinçli olarak amaçlayan arzuya aşk denilebilir. Bilme yetisiyle yönlendirilememiş arzu sadece doğal bir dürtüdür (desiderio naturale), yer çekimi yasası gibi karşı konulmaz ve her yerde mevcut olan bir dürtü. Bilinçli arzu ise akıllı varlıklara mahsustur. Doğal dürtü yaratıkları güzellik değil de mutluluk hedefine kendiliğinden yönlendirir: “Ve desiderio naturale’nin anlamını tam olarak kavramak için şu hususu akılda tutmalıyız: İyi her arzunun amacı olduğundan ve her mahlûk ilahi iyiliğe katılmak için kendine özgü bir mükemmelliğe sahip olduğunda bütün mahlûklar kendi kapasiteleri ölçüsünde mutluluğu bulacakları belli bir amaca (fine) sahip olsa gerek ve onlar doğal olarak her ağır ismin merkeze yöneldiği gibi o amaca yönelirler. Mahlûklardaki bilişsel donatılmamış bu

eğilime ‘doğal arzu’ adı verilir ve bu arzu ilahi takdirin büyük tanığıdır. Nitekim ilahi takdirle bu mahlûklar hedeflerine yönlendirilir, tıpkı okçunun okunun hedefe (berzaglio) yönelmesi gibi. Burada ok, hedefi bilmez, yalnızca geleceği gören bilgeliğiyle bakarak oku çeken görür hedefi” (Panofsky, 2014: 325-326).