• Sonuç bulunamadı

2.2. Propaganda Kavramına Postmodern (Eleştirel) Kuramsal Yaklaşımlar

2.2.1. Frankfurt Okulu ve Propaganda

Resmi adı Frankfurt Üniversitesi Sosyal Araştırmalar Enstitüsü (Das Institut Für Sozialforschung) olan Frankfurt Okulu, 1923 yılında Almanya’da Weimar Cumhuriyetinin yönetimde olduğu dönemde Felix Weil öncülüğünde kurulmuştur.

Felsefe, sosyoloji, psikoloji, psikanaliz, siyaset bilimi, iktisat, edebiyat ve estetik gibi

64 disiplinlerden gelen bir grup entelektüelin ortak teorik çabalarını içeren, Eleştirel Teori (Kuram) olarak kavramsallaştırılan, toplumun ekonomik temeliyle kültürel alanı arasındaki diyalogu ve etkileşimi gerçekleştirmeye çalışan bir ekoldür. Eleştirel teori olarak anılmasının nedeni kapitalist modernizmin eleştirilmesidir. Temel yaklaşımları özetle şöyledir: kitleler kapitalizm kontrol ettiği kültür endüstrileri tarafından kolayca yönlendirilebilirler. İdeoloji tarafından çarpıtılan gerçekler eşit olmayan güç ve iktidar mücadelesini kamufle etmektedir. Marksist bir temele sahip olmasına rağmen Ortodoks Marksizm’e eleştirel yaklaşarak Batı Marksizm’i ya da Neo-Marksizm olarak anılan bir anlayışın temsilcisi olmuşlardır. İlk yılarında ağırlıklı olarak tarih ve ekonomi alanında çalışan Enstitünün başkanlığına 1931 yılında Max Horkheimer’in gelmesiyle birlikte felsefeye yönelim başlamış ve temelde 3 tarihsel dönüşümle ilgilenilmiştir. Bunlardan ilki Rusya’da gerçekleşen fakat istenilen düzeyde Avrupa’ya etkileri zayıf olan Bolşevik Devrimidir. İkincisi okula ev sahipliği yapan Almanya’da I. Dünya Savaşının yarattığı umutsuzluk ve bunalımların sonucunda ortaya çıkan Faşist yönelimin Adolf Hitler yönetimini iktidara getirmesidir. Son dönüşüm ise Batı Avrupa’da egemen sistemlere dayanan iktidarların istikrara kavuşması ve yaşanan ideolojik dönüşümlerin bu iktidar yapıları tarafından üretilmesidir. Bu dönüşümlerin de etkisiyle Almanya’da tutunamayacağını anlayan okul temsilcileri ABD’ye göç etmişlerdir (Kızılçelik, 2013:

4-6; Yaylagül, 2006: 84-87).

Frankfurt Okulu, onlarca düşünürün eserleri ile geniş bir çalışma alanına yayılmıştır. Bu noktada, propaganda ile ilişkilendirilebilecek kuramlara sahip olan temsilcilerin eserlerine kısaca değinilecektir.

Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno tarafından 1947 yılında yayımlanan

“Aydınlanmanın Diyalektiği” (Dialektik der Aufklarung) adlı eserde, kapitalizmin tüketici kitle kültürünün eleştirisi yapılmıştır. Avrupa’da yayılan faşist hareketler ve

65 diğer egemen güçler tarafından kullanılan kültür endüstrileri ile kitleler kolayca yönlendirilmektedir. Düşünürlere göre, geleneksel olarak bireyin bilinçlendirilmesi ve sosyalleşmesi işlevini gerçekleştiren ailenin yerini kültür endüstrisi almıştır. Eleştirel ve özgürlükçü olacağı varsayılan “aydınlanma” projesi eleştirilerek, bunun yerine aklın ve bilimin kapitalist araçsal denetime bağımlı hale gelen pragmatist rasyonalitenin aydınlanmayı esir aldığı ifade edilmiştir. İnsanlığın geçirdiği çöküşün aydınlanma temelli ekonomik ilerlemeden ayrı düşünmemek gerekmektedir. Ekonomik üretkenlik bir yandan adil bir dünya koşullarını yaratırken öte yandan gücü elinde tutan egemen gruplara kitleler üzerinde hesapsız bir üstünlük kurmalarını sağlamıştır. Birey karşı karşıya kaldığı bu güç karşısında görünmez hale gelirken geçimini yine bu güçler tarafından sağlamak zorunda bırakılmıştır. Akıl, kültür metası haline getirilmekte ve tüketim amacıyla insanlara sunularak eğlenceye dönüşmektedir (Horkheimer ve Adorno, 1995: 15).

Adorno ve Horkheimer, 1944 yılında yayımlanan Kültür Endüstrisi: Kültür Yönetimi (Kulturindustrie – Aufklärung als Massenbetrug) adlı eserlerinde ise meta üretim süreci ela alınarak; kültürel ve sanatsal üretim ile yaratılan ‘illüzyon’ algısı ile kitlelerin rızasının nasıl üretildiğine odaklanılmıştır. Kültür endüstrisi, hâlihazırda var olan bir nesneyi ya da somut olmayan bir değeri yeni niteliklerle birleştirip seri üretime sokulan bir ürün haline getirmektedir. Bu yapılırken yüksek ve düşük kültür alanları aynı seviyeye indirgenmektedir. Kitleler, kültür endüstrisi sayesinde seçimlerini yaparken pasifleştirilerek kontrol altında tutulmaktadır. Propagandanın dili bir araca ve kaldıraca dönüştürdüğü ifade edilirken, egemenlerin bu araç vasıtasıyla kitleleri kendi yalanlarına ortak ettiklerini savunulmuştur. Kültürel ürünlerin mekanik tekrarı, propagandanın kilit sözcüklerinin durmadan yinelenmesiyle aynı şeye denk gelmektedir. Etkili olma baskısı altında teknik, psiko-tekniğe, yani insanların

66 davranışlarını maniple etme yöntemine dönüşmektedir (Adorno ve Horkheimer, 2011:

103).

Adorno, 1951 yılında yayımladığı, Freud Teorisi ve Faşist Propagandanın Yapısı (Freudian Theory and the Pattern of Fascist Propaganda) başlıklı makalesinde ise, Sigmund Freud üzerinde durmuş ve bu kavramın Nazi faşizmine etkilerini tartışmıştır. Faşizm, Freud’un ifade ettiği libido merkezli anlayıştan faydalanarak, demagoglar vasıtasıyla otoritesini ortaya koyar. Faşizm sayesinde kitleleşen insanlar, sınırsız güçler tarafından yönetilmek isterler. Onlarda otoriteye karşı aşırı bir istek ve özlem oluşur. Kitleleşmiş faşist insanlara bu ruhu aşılayan ve faşizmi yapılandıran Hitler’in “Aşağıya doğru otorite, yukarıya doğru sorumluluk” anlayışıdır. Adorno’ya göre, faşizmin kitleleri akılcı söylemler aracılığıyla kazanması imkânsız olduğu için onun propagandası zorunlu olarak bireyleri tutarsız düşünmeye yönlendirir. Böylece bireyler akıldışı, bilinçsiz ve baskıcı süreçlere doğru harekete geçer. Faşist propagandanın ve manipülasyonun sırrı;

İnsanları oldukları gibi, yani günümüz standartlaştırılmış kitle kültürünün kendi başına hareket etmekten ve spontanlıktan yoksun gerçek evlatları gibi kabul etmesinde ve de gerçekleşmesi psikolojik olduğu kadar hem de toplumsal olan ve statükonun ötesine geçebilen hedefler göstermemesinde (Adorno, 2006: 50-51).

Herbert Marcuse, “Karşıdevrim ve İsyan” eserinde liberalizm ile faşizmi karşılaştırır. Ona göre liberalizm kapitalizmin rekabetçi döneminin, faşizm ise tekelci evrenin ideolojisidir. Kapitalist toplumlarda tüketim alanı insanın varoluşunun bir bölümüdür. Tüketim ve boş zaman etkinlikleri de sermayenin denetimi ve kontrolü altındadır. Kapitalist sistem, sağladığı mal ve hizmetlerin yanı sıra korkunç bir etkiye sahip siyasi, askeri ve polisiye tedbirlerle de halkı sürekli denetim altında tutmaktadır.

Yani kapitalizm, toplumun tamamını kendi çıkarlarını gerçekleştirecek yönde organize etmektedir. “Tek Boyutlu İnsan” eserinde ise, kötümser bir biçimde medyayı karşı

67 konulmaz bir güç olarak sunar. İletişim araçları, eğlence ve enformasyon endüstrilerinin çıktıları yardımıyla tanımlanmış tutumlar ve alışkanlıklarla tüketicileri üreticilere ve genel anlamda sistemin kendisine bağlayacak kesin düşünsel ve duygusal reaksiyonlar üretir. Ürünler manipüle ederler ve doktrin yerleştirirler.1 Marcuse’ye göre kitle iletişim araçlarının kullandığı dil düşünceyi engeller. Olaylar hakkındaki düşünme ve düşünmeme koşulları bireyler için tanımlanmaktadır (Erdoğan ve Alemdar, 2005: 333;

Yaylagül, 2006: 91-92).

Walter Benjamin ise 1936 yılında yayımlamış olduğu Teknolojik Yeniden Üretim Çağında Sanat (Kunstwerk im Zeitalter Seiner Technischen Reproduzierbarkeit) başlıklı eserinde, kapitalizmle birlikte kültür ve sanatın üretim biçimlerinin biçim değiştirdiğini ifade etmiştir. Ona göre, kapitalist çağ öncesinde bu ürünler sanatçının kişisel yaratıcılığını, dehasını ve özgün özelliklerini taşıması nedeniyle zengin bir anlam taşımaktaydı. El yapımı ürünler biricikti ve gerçek bir öze sahipti. Mekanik yeniden (seri) üretimin egemen olmasıyla birlikte orijinallik ve otantiklik yerini sıradan, standart ve rutin ürünlere bırakmıştır. 1900’lü yıllarında başından itibaren ortaya çıkan teknolojilerle birlikte grafik, baskı, sinema, fotoğraf gibi sanatların ortaya çıkmış bu yeni alanlar eski alışkanlıkların da değişmesine ve yeniden üretim sürecine sokulmasına neden olmuştur. Sanat eserlerinin yapılış biçimleri ve sahipliklerinde yaşanan değişim gelenekselin önemini yitirmesiyle sonuçlanmıştır (Benjamin, 2008: 20-21).

Benjamin, kitle iletişim araçlarının manipüle edici olarak nitelendirilip atılmaması gerektiğini, bunun yerine işçi sınıfının çıkarına göre işleyecek şekilde dönüştürülmesini önermektedir. Çağdaş insanın proleterleştirilmesi ve kitlelerin biçimlendirilmesi aynı sürecin iki boyutudur. Faşizm mülkiyet yapısını değiştirmeksizin proletaryayı örgütlemeye çalışmaktadır. Faşizm kitlelere haklarını vermemektedir,

1 Manipüle dikte yoluyla yönlendirmedir. Doktrin yerleştirme ise siyasal bir ideolojinin sunulmasıdır (Erdoğan ve Alemdar, 2005: 333).

68 sadece kendilerini ifade etme şansını vermektedir. Bu ifade etme biçimi, kitle hareketlerinde (miting, protesto gösterisi, toplantı vs.), spor olaylarında ve savaş ortamında gerçekleşebilmektedir. Bu durum, kitle iletişiminin kitlesel üretimi ile kitlelerin kendileriyle “yüz yüze gelmeleri” olarak anlaşılmalıdır. Nitekim faşizmin faşist ideolojiye karşı olan görüşlerini ifade etmeleri kitlelere şans tanınmamaktadır.

Faşizmin mantıksal sonucunda estetik siyasete sokulmaktadır. Bu tür estetik çabalar savaşla sonuçlanmaktadır. Teknolojik bir formül olarak savaş, mülkiyet sisteminin korunmasını sağlarken, teknik kaynakları harekete geçirmektedir. Faşizme karşı komünizm ise sanatı siyasallaştırarak yanıt vermektedir (Erdoğan ve Alemdar, 2005:

334).

Jurgen Habermas, Frankfurt Okulu'nun ikinci kuşak üyelerinden birisi olarak 1962'de yayımladığı “Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü” (Structural Transformation of the Public Sphere) eseriyle bilinmektedir. Habermas'a göre olaylar ve nesneler kamusal olarak nitelendirildiklerinde, “herkese açık” anlamını alırlar. Kamusal alan, eski Yunan ve Roman yaşamında, mahkemelerdeki tartışmalarda oturma şekli veya gladyatörlerin dövüşlerindeki gibi ortak eylem (praksis) içinde oluşmaktadır. Habermas bu şekildeki kamusal alan temelinde hareket ederek burjuva kamusal alanını incelemiştir. “Kamusal alan” tartışması özellikle 1990'1arda internetin de devreye girmesiyle moda haline gelmiştir. Kamusal alanın egemenliği ideolojik pratikler, polis zoru ve sansürle denetlenmektedir. Bu durum demokrasinin işleyişi için ön ve son çareymiş gibi sunulmaktadır. Bunu ortaya koyanlar, katılımcı demokrasinin bu şekilde sağlanabileceğini söyleyen bilinçli ideologlar ya da bilinçsiz vatandaşlardan oluşan destekçilerdir. Habermas'ın diğer popüler eseri “İletişimsel Eylem Kuramı” (Theory of Communicative Action) 1981 yılında yayımlanmıştır. Bu yapıtta Habermas idealle gerçekliği karıştırarak rasyonelliği idealleştirmektedir. Günümüzdeki kapitalist endüstriyel yapıların, baskıcı, yoksullaştıran ve çevresel felaketlere yol açan

69 faaliyetlerini rasyonel düşünce ile yürütüldüğünü ifade etmektedir. Bu gerçekliği bir yana bırakarak, rasyonelliği kendince yeniden tanımlamış ve bireyler arasındaki ilişkileri idealleştirilmiş iletişim etkinliklerine indirgeyen bir iletişim kuramı ortaya atmıştır. Bunun örnekleri, “etkili iletişim” yaygarasıyla süpermarketlerde satılan “kişisel gelişim” kitaplarında veya herhangi bir işletme iletişimi kitabında görülebilmektedir.

Habermas'a göre, iletişim etkinlikleri her iki tarafın sorumluluğunda gerçekleşmektedir fakat herkes kendi inanç ve kurallarını haklı çıkarmaya muktedirdir. Günümüz kurumlarının bütüncül etkinlikleri, saptırılmış iletişim biçiminde gerçekleşmektedir.

Düşünce ve olguların ideolojik olarak meşrulaştırılması için hayali kurgular (roman, sinema, TV dizileri vb.) kullanılır. Bu hayali kurgular, sahte ve zorla kabul ettirilecek fikir birliğini sunmaktadır. Gerçek fikir birliği bu şekilde işleyen meşrulaştırma söylemi ile ideal iletişim koşulları sağlandığında gerçekleşebilmektedir. Habermas, bunun sağlanması için ideal ve aksedici konuşma durumunun prototipi olan klasik Freudçu psikanalizdeki doktor hasta diyaloğuna ihtiyaç duyulduğunu ifade etmektedir. İdeal iletişim eylemlerinde bütün potansiyel katılımcıların söylemleri başlatma ve sürdürmede eşit şansa sahip olmalıdırlar. Her söz, açıklama ve yorum eleştiriye ve yalanlamaya açık olmalıdır. Bu fırsat eşitliği tehdit ve engellemelerle egemenlerin sınırlamalarından uzak olmalıdır. (Erdoğan ve Alemdar, 2005: 335-338).