• Sonuç bulunamadı

2. FİNANSAL PİYASALARIN DERİNLEŞMESİ, DERİNLEŞMEYE

2.4. Finansal Derinleşme

2.4.3. Finansal Küreselleşme

genişleyerek uluslararası bir boyut kazanmasıdır. Söz konusu sektörde yaşanan teknolojik ilerlemeler, hizmeti karşı tarafa ulaştırma maliyetini düşürmekte, çalışanların verimliliklerini iyileştirmekte, yeni finansal hizmetleri bilgisayar bağlantısı yolu ile karşı tarafa hızla ulaştırmakta, eski ve yeni hizmetler için etkin piyasa alanını genişletmektedir. Bu alanda yaşanan ilerlemeler, piyasa katılımcıları ile uluslararası finans piyasaları arasında bağlantı kurmuş ve böylelikle işlemler birkaç saniye içinde gerçekleşir hale gelmiştir. Bilgisayar teknolojisinde meydana gelen ilerlemeler haberleşme sistemlerindeki gelişmelerle birleşerek, piyasa katılımcılarının menkul kıymetlerin fiyatlarına ve diğer çok önemli bilgilere anında ulaşabilmelerini sağlamaktadır. Bu nedenle birçok yatırımcı küresel piyasaları anlık olarak takip edebilmekte ve ulaştıkları bilgiler doğrultusunda portföylerinin risk/getiri profilini eşanlı olarak değerlendirebilmektedirler. Finansal piyasaların küreselleşmesi ile birlikte, günümüzde, ellerindeki fon miktarını arttırmak isteyen bireysel ve kurumsal yatırımcılar, fon arayışlarında artık kendi ulusal sınırlarıyla bağlı olmaktan çıkmıştır.

Diğer yandan yine gelişen teknolojinin sunduğu olanaklardan istifade etmek suretiyle bankalar, türev ürünler de dâhil olmak üzere yeni finansal araçlar kullanmaya başlamıştır. Bunun yanı sıra bankalar dışındaki diğer finans kuruluşlarının da faaliyetlerini uluslararası platforma taşıma istekleri, uluslararası finans piyasalarının ivme kazanmasında etkili olmuştur. Özellikle ellerinde bulundurdukları büyük montanlı fonlar için alternatif yatırım imkânları arayan sigorta şirketleri ve emeklilik fonları gibi kurumsal yatırımcılar, finansal küreselleşme hareketine katkıda bulunmuştur. Yukarıda sayılan tüm bu faktörler, 1970’li yıllarda uluslararası finans piyasalarının hızla derinleşmesine önemli katkılar sağlamıştır.

Literatürde, finansal entegrasyon ve iktisadi büyüme ilişkine ilişkin olarak yapılan teorik çalışmalar, gelişen dünyada uluslararası finansal entegrasyonun iktisadi büyümeye katkı sağlayacağı bazı kanallar tanımlamaktadır. Bununla birlikte finansal entegrasyon ve büyüme arasında ampirik açıdan güçlü ve sağlam nedensel bir ilişki tanımlamak zordur (Prasad ve diğerleri, 2003).

Prasad ve diğerleri (2003) çalışmalarında finansal entegrasyonun gelişmekte olan ülkelerde doğrudan ve dolaylı kanallar yolu ile iktisadi büyümeyi etkileyebileceğini ifade etmektedir. Doğrudan kanallar yurt içi tasarrufların artması,

riskin daha iyi dağılmasından ötürü sermaye maliyetlerinde düşüşler meydana gelmesi, teknoloji transferi ve finansal sektörün gelişmesini içermektedir. Dolaylı kanallar ise uzmanlaşmanın arttırılması, daha iyi politikaların teşvik edilmesi ve daha iyi politikalar uygulanacağı sinyalinin verilmesi ile yabancı sermaye girişinin arttırılması olarak ifade edilmektedir.

Doğrudan kanalların ortaya çıkışı şu şekilde özetlenebilir: Gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğru gerçekleşen sermaye akışı her iki ülke grubu için de kazanç sağlar. Çünkü bu sayede bir yandan sermaye kıtlığı çeken gelişmekte olan ülkelerde yatırımlar yapılmış olmakta, diğer yandan ise yapılan bu yatırımlardan elde edilen kazanç, gelişmiş ülkede yapılacak olandan daha yüksek bir düzeyde gerçekleşmektedir. Diğer yandan yerli ve yabancı yatırımcılar arasındaki risk bölüşüm imkânlarının artması, riskin çeşitlendirilebilmesine, risk çeşitlendirme imkânının doğması ise yapılan yatırım miktarının artmasına ve dolayısıyla büyümeye yardımcı olabilir. Bir diğer doğrudan kanal olan teknoloji transferi ise bir ülkedeki finansal entegrasyon düzeyinin artması ve o ülkeye yapılan özellikle doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının yükselmesi ile ortaya çıkmaktadır. Bir ekonomide daha ileri teknolojilerin kullanılmaya başlaması ise verimlilik artışı yaratacak ve büyümeye neden olacaktır. Son olarak finansal entegrasyon ile potföylerin uluslararası alanda mobil hale gelmesinin bir sonucu olarak yurt içi piyasaların likiditesi yükselir. Diğer yandan doğrudan yabancı sermaye miktarı ile özellikle yerel kuruluşların yabancı ortaklıkları artar. Yurt içi bankaların yabancı sahipliğinin artmasının birçok faydası bulunmaktadır. İlk olarak yabancı banka iştirakleri, uluslararası finansal piyasalara kolay erişim imkânına sahiptir. İkinci olarak yabancı sahipliğinin artması yurt içi bankacılık sektöründe düzenleyici ve denetleyici altyapının geliştirilmesine yardımcı olur. Yabancı sahipli bankaların yurt içi finansal piyasalara girişleriyle sağladıkları faydalardan bir diğeri de beraberlerinde yeni finansal araçlar ve teknikler getirebilmeleri ve bu durumun yurt içi piyasalardaki teknolojik gelişmeyi hızlandırmasıdır. Son olarak yabancı sahipli bankalar yurt içi finansal piyasalarda rekabeti arttırarak, yurt içi finansal hizmetlerin kalitesini iyileştirir ve kaynakların daha etkin tahsisine katkıda bulunur.

Dolaylı kanalların ortaya çıkışı şu şekilde açıklanabilir: Üretimde uzmanlaşmanın sağlanması durumunda verimlilik artışlarının meydana geleceği sezgisel olarak açıktır. Ancak risk yönetimi yapılmaksızın üretimde uzmanlaşmaya

gidilmesi durumunda yüksek oranda üretim ve tüketim dalgalanmaları meydana gelebilecektir. Finansal entegrasyon ülkelerin uluslararası düzeyde risk çeşitlendirmesi yapabilmelerine imkân vereceğinden, söz konusu dalgalanmaların azalmasına ve dolayısıyla büyümeye dolaylı olarak katkıda bulunacaktır. İkinci olarak finansal entegrasyonun disipline edici rolü, sermayenin, makroekonomik politikalardaki değişim sonucunda daha üretken yatırımlara tahsisine yol açarak, ekonomideki yurt içi yatırımların dinamiklerini değiştirebilir. Ayrıca finansal entegrasyon hükümetlerin, büyümeyi olumsuz yönde etkileyen fiziki sermaye üzerine uyguladıkları ağır vergi politikaları uygulamalarını engellemekte ve yatırımların artmasına yardımcı olarak iktisadi büyümeye neden olmaktadır. Son olarak bir ülkenin uluslararası finans piyasalarına entegre olması, yabancı yatırımcılara karşı gelecekte dostane politikalar izleyeceğine yönelik olumlu sinyaller vermekte ve yabancı sermayeyinin ülke içine girmesini teşvik etmektedir.

3. FİNANSAL GELİŞME VE İKTİSADİ BÜYÜME: KURAMSAL TEMEL Bir ülkedeki finansal yapı ile iktisadi büyüme arasındaki ilişki, özellikle 1900’lü yılların ortalarından itibaren iktisatçıların, üzerinde önemle durdukları konulardan biri haline gelmiştir. Finansal aracılık sisteminin gelişmesi ile iktisadi büyüme arasında kuvvetli bir pozitif ilişki olduğu kabul edilmektedir. İki iktisadi değişken arasında ortaya çıkan söz konusu ilişki özellikle gelişmekte olan ülkeler açısından önem arz etmektedir. Bilindiği gibi gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler finansal yapı bakımından önemli farklılıklar sergilemektedir. Düşük gelir düzeyine sahip az gelişmiş ülkeler genellikle oldukça basit bir finansal yapıya sahiptir. Bu ülkelerde yer alan sistemlerde finansal aracılık görevinin çoğu ticari bankalarca yerine getirilir, çünkü finansal piyasalar ya az gelişmiştir veya henüz oluşmamıştır.

Diğer yanda yüksek gelir düzeyine sahip ülkelerin finansal yapıları oldukça komplekstir ve bu ülkelerdeki aracılar birçok sayı ve çeşitteki finansal alım ve satıma aracılık etmektedir. Finansal yapı ve iktisadi büyüme arasındaki ilişki çok sayıda iktisatçı tarafından çeşitli yönleriyle ele alınmış olup bu konuda oldukça zengin bir literatür yaratılmıştır. Schumpeter (1911), Gerschenkron (1962), Patrick (1966), Cameron ve diğerleri (1967) ve Goldsmith (1969) tarafından yapılan araştırmalar bu alandaki öncül çalışmalar olarak kabul edilmektedir (Rousseau, Wachtel, 2000; Da Rin, Hellmann, 2001; Rousseau, Vuthipadadorn, 2005).

Schumpeter (1911) girişimciliğin ve bankacılığın, iktisadi büyümenin iki önemli kaynağı olduğunu belirtmektedir. Bankalar, en üretken girişimlere kredi vererek büyümeyi tetikleyici rol oynarlar. 1962 yılında yaptığı çalışmasında Gerschenkron ise iktisadi geri kalmışlık ve finansal piyasaların gelişmişlik düzeyi arasında ilişki olduğuna dair bir hipotez önermektedir. Gerschenkron (1962) İngiltere’yi sanayileşmenin öncüsü bir ülke olarak, Almanya’yı ılımlı geri kalmış bir ülke olarak ve Rusya’yı ise aşırı geri kalmış bir ülke olarak kabul etmektedir. Bu sınıflandırma sonucunda Gerschenkron (1962), İngiltere’de girişimciliği ve

sermayeyi özel teşebbüsün kendi kendine tedarik ettiğini, Almanya’da girişimciliğin bankalar tarafından sağlandığını ve özel girişimi bankaların finanse ettiğini, Rusya’da ise girişimcilik kaynaklarının ve finansmanın özel girişime devlet tarafından sağlandığını gözlemlemiştir.

Gerschenkron (1962)’un hipotezi gelişmekte olan bir ülkede sanayileşmeyi devletin başlattığını ve finanse ettiğini, daha sonraki sanayileşme sürecinde bankaların özel girişimi finanse eder hale geldiğini, olgunluk aşamasına ulaşıldığında ise özel girişimin kendi kendini finanse ettiğini ifade etmektedir. Tayvan, Kore, Singapur, Çin ve diğer gelişmekte olan ülkeler de bu süreçten geçmiştir.

Gerschenkron (1962)’un yaptığı bu çıkarsama finansal ve iktisadi gelişme ilişkisi bağlamında akademik çevrelerin bir hayli ilgisini çekmiş ve bu ilişkiyi incelemek üzere çok sayıda ampirik çalışma yapılmıştır. Goldsmith (1969) 35 ülkenin 1860–1963 dönemine ait verilerini inceleyen çalışmasında finansal ve iktisadi gelişme arasındaki ilişkiyi araştırmıştır. Bu çalışmada Goldsmith (1969), bütün finansal varlıkların değerinin bütün fiziki varlıklara oranı olarak tanımlanan ünlü “karşılıklı finansal ilişki oranı”nı (financial interrelation ratio) ortaya atmıştır.

Çalışmasının sonunda Goldsmith (1969), incelediği bağlantıya ilişkin elde ettiği sonucu “iktisadi ve finansal gelişme arasında katı bir paralellik gözlenebilir”

(Goldsmith, 1969, 48) sözleriyle ifade etmektedir. Cameron (1972) ise kitabının sonuç kısmında bu konudaki görüşünü “....bankacılık sistemi, kendi hizmetlerine olan talebe cevaben gelişmesi için büyük ölçüde özgür bırakıldığında, en iyi sonuçları doğuracaktır. Giriş özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar ekonomideki elde edilebilir finansal hizmetlerin miktarını ve kalitesini hemen her zaman düşürecek ve bu nedenle iktisadi büyümeyi engelleyecek veya bozacaktır” (Cameron, 1972, 25) diyerek özetlemektedir.

Finansal ve iktisadi gelişme arasındaki güçlü ilişki cross-country çalışmalarla tanımlanmış olsa da, bunlar arasındaki nedensel ilişki Patrick’in 1966’da yaptığı çalışmaya kadar hiçbir çalışmada zaman serisi bağlamında ele alınmamıştır.

Patrick (1966), Goldsmith (1969)’in çalışmasına atıfta bulunmuş ve iktisadi gelişmeyle birlikte zaman içinde “....finansal kurumların sayısında ve çeşitliliğinde bir artış ve sadece paranın değil fakat aynı zamanda toplam finansal varlıkların GSYİH’ya oranında ve fiziki servete oranında da esaslı bir yükselme olduğunu....”

(Patrick, 1966, 174) ifade etmiştir. Bu çerçevede doğal olarak, finansal gelişmenin

mi iktisadi büyümeye yol açtığı veya ilişkinin iktisadi büyümeden finansal gelişmeye doğru mu olduğu, yoksa bu iki değişken arasında eşanlı bir etkinin mi olduğu veya herhangi bir ilişki bulunmadığı bu alandaki araştırmaların en önemli hareket noktalarını oluşturmaktadır.

Patrick (1966) finansal gelişme ve iktisadi büyüme arasındaki nedenselliği sınamak için arz itişli ve talep çekişli iki olgu tanımlamıştır. Talep çekişli olguyu tanımlarken Patrick (1966) finansal sistemin evrimsel gelişiminin, kapsamlı bir iktisadi gelişme sürecinin devam eden bir sonucu olduğunu ifade etmektedir. Bu ifadeye göre iktisadi büyüme zaman serisi bağlamında finansal büyümeden önce gelmektedir. Arz itişli olgu ise, finansal kurumların oluşumunun, finansal kurumlara ve finansal kurumların sundukları hizmetlere olan talepten önce gerçekleştiği durumu ifade etmektedir. Patrick (1966) çalışmasının sonunda iktisadi büyümenin finansal sektörün gelişimini tetiklediğini belirtmektedir; diğer bir deyişle zaman serisi bağlamında iktisadi büyüme finansal gelişmeden önce gelmektedir.