• Sonuç bulunamadı

Filistin Sorunu/Arap-İsrail Çatışmasının Çözümüne Yönelik Öneriler

Uluslararası güç ilişkilerini ve sosyolojik perspektifleri bir araya getiren devlet oluşumu, devletin hem savaş hem de barış için bir neden olarak göründüğü çelişkili bir süreçtir. Toplumsal çatışmaların içsel olarak pasifleşmesi ve toprak bütünlüğü, siyasî egemenlik ve müdahalesizlik gibi Westphalian Devletler Sistemi prensiplerine dayanan bir

devletler toplumunun evrimi birbiriyle ilişkilendirilirken şiddet içeren süreçler farklı devlet

ve sivil toplum âlemlerinin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Sivillerin güvenlik amaçlı korunma taleplerinde bulunması ve devletin vergilendirme maksadıyla öne sürülmesi gerekliliğine dayanılarak Avrupa tipi devlet oluşumu çelişkili bir yörüngeye oturtulmuştur. Bu çelişki ‘merkezi paradoksta ortaya çıkar ve bununla birlikte bir tür yan ürün olarak ulusal devletler inşa ettikten sonra, savaş ve askerî kapasite arayışının devletin politikalarının ve iç politikaların medenileşmesine yol açtığını’ ortaya koymaktadır.

Orta çağdan bu yana yargılama süreçleri göz önüne alındığında süreç içerisinde gerek hükumetin temsil edilmesi gerek demokratik yöntem ve teamüller kurulamamıştır. Buna rağmen Norbert Elias, bu içsel pasifleşmenin sağlanması ve demokratik yönetim kurulmasının agresif bir savunmaya işaret ettiğini belirtmiştir. Herhangi bir bireysel ya da küçük grubun henüz tekelleşmemiş kaynaklar için başkalarına karşı mücadele ettiği sınırsız ve şiddetli eylemle rekabet etmesi fiziksel monopol devletinin tekelinin kökenini geriye doğru takip etmesi açısından önemli bir gerçektir (Elias, Cilt II, 2004: 351). Bu takip sırasında milliyetçilik önemli bir saik olarak ortaya çıkacaktır.

Tarihsel olaylar sırasında Filistinlileri üç temel gruba ayırmak mümkün olmaktadır: Bu durumda ilk olarak sürgündeki Filistinlileri, ikinci olarak hem mültecileri hem de gurbetçileri ve son olarak Batı Şeria, Gazze ve İsrail’in Arap nüfusunu zikretmek gerekmektedir. Filistinlilerin mülteci durumuna düşürülmesi İsrail’in kuruluşunun ilan edildiği 1948 Mayıs’ında yedi yüz binden fazla Filistinlinin evlerinden ve yurtlarından sürülmesiyle başlamıştır. Sürgünden hemen sonra başlayan Arap-İsrail savaşları mülteciliği pekiştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Filistin halkı neredeyse kusursuz bir şekilde parçalanmış ve coğrafi bütünlüğünü sağlayamadığı için etkili bir siyasî birlik tesis edememiştir. Bu parçalanma, gerek komşu ülkelerin kamplarında yaşamlarını sürdürmekte zorlananlar, gerek Gazze’de tecrit edilenler, gerekse de Batı Şeria ve Doğu Kudüs bölgesinde sıkışan Filistinlilere bakarak tescil edilmektedir.

1967 Arap-İsrail çatışmasından sonra da yüzbinlerce Filistinli öncekilere ilave olmuştur. Böylece sürgündeki Filistinli sayısı dört buçuk milyona yaklaşmıştır. BM 1949’da Birleşmiş Milletler Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı’nı (UNRWA) faaliyete geçirmiş, mülteci durumuna düşen Filistinlilerin neredeyse yarısını kayıt altına almıştır. Bu ajans sürgün ve vatansızlık durumunda Filistin halkının varlığını sürdürebilmesi adına sığınma evi işlevi görmüştür. Filistinlilerin nezdindeki önemli rolü göz önüne alındığında UNRWA, eğitimle beraber sosyalleşme ihtiyacını da gidermiştir. Bu sebepler doğrultusunda Filistin milliyetçiliğinin uluslararası etkinliğinin artmasındaki BM desteği apaçıktır.

Filistin çatışmasının şiddeti ve yayıldığı coğrafyanın sınırları uluslararası ve bölgesel devlet sistemlerinin dinamikleri tarafından şekillendirilmiştir. Filistin davasının evrimi Arap devletleriyle İsrail arasında, uluslararası düzeyde ve askeri rekabet bağlamında gerçekleşmiştir. Küresel koşullar ve kısıtlamalar hem Filistin’in bölgesel oluşumunda hem de Filistin halkının inşasında uluslararası bölgesel ve yerel etkilerin karışıklığına neden

olmuştur. UNRWA’nın rolünü dikkate alarak Filistinli olmanın milli bilincinin nasıl canlılığını koruduğuna baktığımızda görürüz ki; hem sürgünde kurulan FKÖ tarafından yürütülen ekonomik siyasî ve askerî boyutuyla, hem de bunun için gerekli olan sivil çerçeveyi sağlayan uluslararası nitelikte bir örgütün aktif olarak desteğiyle bir ulus olmanın şuuru inşa edilmiştir. Filistin çatışmasının içine alındığı devlet merkezli uluslararası ortam göz önüne alındığında bağımsız bir Filistin devletinin tam manasıyla tanınması, gelecekteki barış sürecinin tek mantıklı sonucu gibi öngörülmektedir.

Mülteci meselesini çözmedeki zorluklar Filistin Ulusal Enstitüsü idealinin inşasının ikinci ayağının öyküsünü Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) tarihiyle yakından bağlantılı hale getirmiştir. 1964’te Arap Birliği’nin vesayetiyle kurulan FKÖ çok sayıda Filistinli örgüt için şemsiye bir kuruluş olmuştur. Birçoğu öğrencilerin, işçilerin, kadınların ve öğretmen sendikalarının yanı sıra Yaser Arafat’ın El-Fetih’i veya George Habash’ın kurduğu Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (PFLP) gibi ve bunları takip ederek kurulan etkin komando örgütleri diasporada 1950’lerin başından itibaren faaliyete başladılar. Doğu Kudüs’teki (1964) ilk ulusal kongresinde FKÖ, eski İngiliz Manda yönetiminin kontrolü altındaki coğrafyada demokratik ve laik bir devlet kurulmasını öneren Filistin Ulusal Şartını kabul etti. Arafat’ın bu açılımı batılı devlet yapısı normlarına uygun olduğu için uluslararası desteği beraberinde getirmiştir.

Arap Birliği’nin Rabat’ta 1974’teki yedinci zirvesi vesilesiyle BM bölünme planının yayınlanmasından yirmi yedi yıl sonra bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını amaçlayan FKÖ resmi olarak Filistin halkının tek ve meşru temsilcisi olarak ilan edilmiştir. Ancak Filistinli milliyetçilik olgunlaşmıştır ve kendisini Arap vesayetinden kurtardığı için daha geniş topraklara sahip bir bölgede yaşama şansı bulamamıştır. Bilâkis Rabat zirvesinin aynı yılında Ortodoks Yahudi menşeli sağ tandanslı yerleşimci hareketi olan Gush Emunim (Sadık Blok) işgal altındaki bölgelerin programatik kolonizasyonuyla faaliyetlerini başlatmıştır. Yahudilerin kendi devletlerini kurmadan önce yaşadığı zorluklar FKÖ’nün kılavuzu olmuş ve sınırlı da olsa güç devşirmesine yol açmıştır.

İronik olarak FKÖ şimdi XX. yy’nin başlarında Siyonistlerin yaşadığı soykırımla mukayese edilebilecek bir travmayla yüz yüze kalmıştır. Filistin Ulusal Konseyi Yürütme Komitesi Filistin Ulusal Fonu ve çeşitli askeri örgütleriyle birlikte FKÖ “sürgündeki bir devlet” haline getirilmiştir (Sayigh, 2004). Böylece Filistin devleti oluşumu bir bölgeye sahip olmadan ya da siyasî egemenlikten yararlanmadan devlet benzeri kurumlar inşa eden Siyonist travmayı takip etmiştir. Bu da Holokost benzeri bir soykırımın kapılarını

aralamıştır. Filistinlilerin Hitler dönemindeki Yahudilerin durumuna düşürülmeleri Holokost’un tanımında kendine yer bulmaktadır. Birebir benzemese dahi İsrail devletinin soykırım politikası ister istemez Hitler’in bir zamanlar Yahudilere reva gördükleri katliam politikasını ve stratejisini çağrıştırmaktadır. Uluslararası yaptırım olmadığı sürece çözüm giderek zorlaşacaktır.

1967’de Batı Şeria ve Gazze’nin işgali hem İsrail’in hem de Filistin toplumunun iç evrimi üzerinde büyük bir güç temerküzüne yol açmıştır. Gerçekten de uluslararası sistemdeki değişikliklerin daha önce incelenen önemli rolünün yanı sıra İsrail’in kalan Filistin topraklarını işgal etmesinin ardından barış sürecinin başlatıldığı, kamuoyu desteğinin sağlandığı toplumsal gelişmeler de yaşanmıştır. Bu toplumsal gelişmeler zaman zaman umut dolu olsalar da genelde Filistin sorununun derinleşmesine yol açmış, çözümsüzlüğün kronik hale gelmesiyle Filistinlilerin mevcut arazilerini de azar azar kaybetmelerine sebep olmuştur. Yahudi yerleşimcilerin İsrail askerlerinin desteğinde sürekli mevzi kazanması, sorunun daha da içinden çıkılmaz bir hale çevirmiştir. BM tarafından sadece yasalarla değil aynı zamanda bölgede tesis edeceği bir barış gücüyle, en azından, yeni yerleşim yerlerinin kurulmasına engel olunmalıdır.

Filistin sorunu merkezli kronik çözümsüzlüklere rağmen uluslararası hukuku rehber edinerek kalıcı barış sağlanması hedefinden vazgeçilmemelidir. Tarihteki birçok devletin yaşam öyküsü her zaman hukukun üstünlüğünü öğütlemiştir. Bu Batı medeniyetleri için de Doğu medeniyetleri için de böyledir. Globalleşen dünyada, eskiye nazaran devletler arası münasebetlerin daha da sofistike hale gelmesini sağlayan uluslararası arenadaki en etkin kurumsal örgüt BM’dir. BM, UNRWA’yı 1949 yılında faaliyete geçirerek rüştünü ispat etmiş bir kurumdur. Filistin halkının önemli bir kısmının hala mülteci konumunda olduğu göz önünde bulundurulacak olursa şayet; bu mültecilerin vatanlarına geri dönebilmelerinin ya da bu mümkün değilse bile, hangi ülke sınırları içinde yer alıyorlarsa oradaki ülkenin vatandaşlığına geçip temel yasal haklara kavuşmalarının önünün açılması gerekmektedir.

Gizli Sykes-Picot (1916) antlaşmasından ve ardından gelen Kudüs ve çevresinde Yahudi devleti vaat eden Balfour Deklarasyonu’ndan (1917) sonra bölgeyi çatışmalara sürükleyen Fransız-İngiliz ortaklığı ve rekabeti Orta Doğu’yu etkisi altına almıştır. BM’de kurulacak uluslararası bağımsız bir komisyonun, aynı zamanda BMGK daimi üyesi olan Fransızların ve İngilizlerin geçmişte yaptıkları faaliyetleri hukuken tahlil etmeleri ve İsrail’le Filistinlileri alakadar eden, o günlerde BM çatısı altında alınan kararların yeniden gözden geçirilmeleri, alacağı yeni kararlarla Filistin sorununun çözüme yaklaştırılması,

Filistin-İsrail çatışmasını sönümleyecektir. BM’nin alacağı hukuki kararların taraflarca uyulmaması halinde Uluslararası Ceza mahkemesi BM’nin gözetimde gerekli hukuki yaptırımları ivedilikle icra etmelidir.

Düzenli bir orduya tabi olmayan savaşçılarla devlet kurucuları arasındaki pazarlığın uluslararası hukukun ve demokratik yönetimin medeni standartlarını devlet otoritesine kazandırılmasının yollarından bağımsız olarak, bu standartların mevcut devlet oluşum süreçlerinin gerçekleştiği normatif kısıtlar olduğu muhakkaktır. Bu nedenle Filistin çatışmasıyla ilgili olarak ‘İsrail’in komşularıyla yaptığı toprak savaşları, Batı’nın yükselişe geçtiği dönemi göz önüne aldığımızda, çatışmanın doğasına tabi olacak, ancak 1945’ten bu yana bu çatışmanın unsurları anomaliler haline’ dönüşecektir. Zamanla bu anomaliler Arap-İsrail çatışmasını asıl mecrasındaki kavşaklardan güzergâhta olmayan yönlere saptıracak, Fransa gibi etkin Batılı bir gücün manyetik alanına hapsedecektir. İngiliz gücünün hegemonyası Fransa’nın Orta Doğu’ya müdahalesiyle ciddi yara alacak ve ortaya karmakarışık bir güç problemi çıkacaktır.

Bölüm Özeti

Bu bölümde, araştırmanın amaçları doğrultusunda en uygun tarihsel süreç baz alınarak Arap-İsrail sorunu üçlü sacayağına oturtulmuştur. İlk olarak Arap-İsrail sorununun ortaya çıkışı tasvir edilmiş ve sorunun köklerine inilerek kutsal şehir Kudüs merkezli bir analiz sunulmuştur. Bir sonraki aşamadaysa dava haline getirilen bu sorundan kurtulma yöntemlerini Arap Milliyetçiliği açısından kritiğe tabi tutmak gerekmiştir. Son olarak Arap-İsrail çatışmasının çözümüne yönelik öneriler sunulmuş ve bu önerilerin hayata geçirilebilmesi için gereken metotların altı çizilmiştir. Her halükarda uluslararası hukukun üstünlüğü vurgulanmış ve çözümün adresi olarak BM işaret edilmiştir. BM’nin 1949 yılı Aralık ayında UNRWA’yı kurarak zaten inisiyatifi yetmiş yıldan fazla bir zaman zarfında elinde tuttuğu da bir gerçektir. Sonuç olarak Kudüs üç semavi dinin merkezi konumundadır. Çözümün Kudüs merkezli olarak tesis edilmesi özellikle önerilmektedir. Bu hususta sadece İngilizlerin değil Fransızların da en az onlar kadar Arap-İsrail çatışmasındaki etkisi göz önünde bulundurulmalıdır.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

ARAP-İSRAİL ÇATIŞMASININ ORTAYA ÇIKIŞINDA FRANSIZ ETKİSİ

Filistin meselesinden kaynaklanan Arap-İsrail çatışması, Orta-Doğu henüz Oİ’nin kontrolündeyken iki asrı aşkın bir süre önce 1798 yılı Mayıs ayında başlayan Fransızların Mısır askeri seferiyle toprağa düşmüştür. Bu çatışmanın ilk tohumu Fransız General Bonapart’ın fikriyle atılmış, Balfour Deklarasyonu ile şekillenmiş ve son olarak İsrail’in ilk başbakanı Ben Gurion tarafından somutlaştırılmıştır (Fırat, 2019). Sykes-Picot antlaşmasında kafa kafaya veren Fransız-İngiliz ortaklığı, Fransa’nın Arap-İsrail çatışmasında başından sonuna kadar gizli faaliyetleriyle (Ek 1, Ek 4, Ek 5) rol oynadığını göstermiştir. Fransa 1799’da Osmanlı idaresi altındaki Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması fikrini gündeme getirmiş, sonraki süreçte inisiyatif alanlar dünyanın her yerinden Yahudileri gruplar halinde Filistin’e göç ettirmiştir. Böylece Yahudilerin Filistin topraklarını ele geçirmesi için demografik bir zemin hazırlanmıştır.