• Sonuç bulunamadı

4. MEDENĠ DURUMLARINA GÖRE KADINLAR

4.1 Evli Kadınlar

İncelediğimiz hikâye ve romanlarda kadın kahramanların evlilik hayatları, evliliklerinin dayandığı esaslar, yaşanan sorunlar/engeller karşısındaki duruşları, eşlerine ve çocuklarına karşı davranışları, bunun yanı sıra döneminin evli bir kadına biçtiği rol, bu rolün aile kurumuna etkisi, evli bir kadının aile kurumuna bakışı, kısacası evliliğin ya da aile kurumunun kadın tarafından algılanışı tespit edilip incelenmeye çalışılmıştır.

Ümmül Bedr (Aşk Budur) üçüncü derecede bir role sahiptir. Ebüşşettar aşiretinin reisi Yusuf‟un güzel, saf, temiz ve güler yüzlü eşidir. Ümmül Bedr ile eşinin ilişkileri tâ çocukluk dönemine dayanmaktadır. Ümmül Bedr, çok küçük yaşlarda öksüz kalınca aynı zamanda akrabası olan Yusuf‟la aynı evde yaşamaya başlar çünkü Yusuf‟un babası Mâlik Bin Hâlim, Ümmül Bedr‟in annesinin dayısıdır. Çocukluğundan genç kızlığına kadar Yusuf‟la aynı çatı altında yaşayan Ümmül Bedr‟in Yusuf‟la güzel anıları bulunmaktadır. Biz bu anıları, Ümmül Bedr‟in Meryem‟e aktardığı sözler vasıtasıyla öğreniyoruz:

Yusuf‟un çocukluğunun tek eğlencesi Ümmül Bedr‟dir. Yusuf, Billi diye çağırdığı Ümmül Bedr‟i bir leylek yuvasının altına götürürmüş ve kuşların mayisi ile Ümmül Bedr‟in üstü başı kirlenince de çok eğlenirmiş. Yine Ümmül Bedr çöreği çok sevdiği için Yusuf ona sürekli çörek getirir ve bu yüzden Ümmül Bedr hasta olurmuş.

Çocuklukları birlikte geçen Ümmül Bedr, kendisine bir kardeş gibi şefkatle muamele eden Yusuf‟a âşık olur. Romanda bu durum, anlatıcı tarafından net bir şekilde ortaya konulmaz, lakin Ümmül Bedr‟in öğle saatlerinde uyuyan Yusuf‟u seyretmeye doyamadığını söyleyen sözleri, bununla ilgili ilk ipuçlarını vermektedir:

“-Yusuf sıcak ve uzun saatlerde öğle zamanı yatardı; beni de odasına çağırırır, oturturdu. Onun uyumasını seyretmeye doyamazdım. O kadar uyanık gibi uyurdu ki uyuduğunu bildiğim halde bir türlü inanmak istemez ve yüzüne bakarken kendim uyuyup kaldım.” Ayverdi(1938, s.157).

Bir süre sonra Yusuf, babasının zoruyla bir kadınla evlenir. Kadın vefat eder ve Yusuf, Bağdat‟a gider. Bu sırada da dayısı Ümmül Bedr‟i bir tacirle nikâhlar ama Ümmül Bedr, düğün alayı ile giderken nikâhlısının vurulup öldüğü haberini alır. Yusuf, Bağdat‟tan dönüp aşiretinin başına geçer ve kısa bir süre sonra Ümmül Bedr ile evlenir. Ümmül Bedr‟e göre Yusuf, kendisiyle diğer kadınlarla evlenmesine yahut eğlenmesine göz yumacağını, bu konuda huysuzluk etmeyeceğini bildiğinden dolayı evlenmiştir. Lakin yirmi senelik evliliklerinde Ümmül Bedr yanıldığını görmüştür. Ümmül Bedr, evlilikleri boyunca Yusuf‟tan hep sevgi ve şefkat görmüştür. Zaten anlatıcının, “Yusuf zevcesine karşı pek uysaldır.” Ayverdi(1938, s.241) sözü de bunu teyit etmektedir. Ümmül Bedr, aynı şekilde eşine karşı sevgiyle yaklaşmıştır. Yusuf‟un Ümmül Bedr‟le evlenmesinin nedenini de anlatıcı şu sözlerle ortaya koyar: “Yusuf, bu saf ve güler yüzlü ve çocuk ruhlu kadınla, çocukluk refakatinin merbutiyeti, temiz kalbinin durgun ve teressübsüz safiyeti için evlenmişti. Ümmül Bedr güzeldi de… Fakat Yusuf kendi taşkın aşkının cevabını bu sade ruhta bulamayacağını bildiği için zevcesini olduğu gibi kabul etmiş, onun için Ümmül Bedr daima kaygusuz, neşeli ve telâşsız bir ömürle mesud olmuştur.” Ayverdi(1938, ss.125-126).

Görüldüğü gibi Yusuf, kendi taşkın aşkının bu dünyada var olamayacağını bildiğinden Ümmül Bedr ile evlenmiştir. Lakin Ümmül Bedr‟e buna rağmen her zaman sevgiyle yaklaşmıştır. Ümmül Bedr, Yusuf‟un kendisiyle neden evlendiğini bilmemekle beraber Yusuf‟a çok düşkündür ve Yusuf‟un kendisini aldatmayacağını bildiğinden mutlu/mesut bir şekilde yaşamaktadır.

Ümmül Bedr‟in mutlu ve huzurlu evliliklerinde Yusuf‟un eşine yaklaşımının romanda çok önemli bir rolü bulunmaktadır. Ümmül Bedr‟in evlilikleri boyunca üç çocuğunu kaybetmesine rağmen yüzünün hâlâ gülüyor olması Yusuf‟un eşine şefkatle yaklaşmasından kaynaklanmaktadır.

Romanda Ümmül Bedr, Meryem‟e Yusuf‟a yaklaştığı gibi sevgiyle yaklaşmaktadır. Çünkü Ümmül Bedr‟e göre Yusuf‟u en iyi anlayan insan Meryem‟dir. Ümmül Bedr,

Meryem‟in Yusuf‟a aşkını bilmekle beraber hatta bu anlamda kalbinde kıskançlık duyguları belirse bile Meryem‟i yine de çok sevmekte ve ona değer vermektedir. Burada Ümmül Bedr‟in fedakâr ve feragat sahibi kişiliği ortaya konulur.

Ümmül Bedr‟in Meryem‟in eşine ilgisine rağmen düzenlediği her geziye (Aynülkamer gibi) Meryem‟i de çağırması, hatta Meryem‟le Yusuf‟un sohbetlerine ses çıkarmaması onun temiz kalpli, fedakâr ve uysal bir kişi olduğunu gösterir. Romanda Ümmül Bedr, silik bir karakter olduğu ve kurgu Yusuf ile Meryem‟in aşkı etrafında cereyan ettiği için pek bir bilgi bulunmamaktadır. Biz, yalnızca Ümmül Bedr‟in ev ve el işlerinde yetenekli biri olduğunu, evlerindeki mumları kendisinin yaptığını, düzenlenen her eğlenceyi kendisinin tertip ettiğini, eşine çok düşkün olduğunu, her daim eşine sevgiyle ve şefkatle yaklaştığını, Yusuf‟un Meryem‟e sevgisini kıskansa bile bu doğrultuda en ufak bir kötülükte bulunmadığını, hatta eşini en iyi anlayan kişi Meryem olduğu için ona da aynı Yusuf‟a yaklaştığı gibi sevgi ve şefkatle yaklaştığını öğreniyoruz. Yalnız romanda Ümmül Bedr‟in nasıl bir eğitim aldığını bilmiyoruz. Bu kısımlar anlatıcı tarafından net bir şekilde ortaya konulmamıştır.

Sude (Aşk Budur ) eşiyle severek evlenmez. Ömer‟in kızı olan Sude, Yusuf‟a âşık olmasına rağmen bunu herkesten gizlemiştir. Anlatıcı, Sude‟nin Yusuf‟a aşkını şu sözlerle ortaya koyar:

“Âleme bir muamma olan gönlü Yusuf‟un ayakları ucundaydı… zira Sude Yusuf‟u, kendini bile dehşete veren yenilmez bir aşkla sever, fakat bu sevdasını, âlemden sakladığı kadar Yusuf‟tan da gizlerdi. Sude gönlünü ve aşkını da başkalarının sinelerinde yaşatırdı.” Ayverdi(1938, s.127).

Sude, hayatı boyunca Yusuf‟tan insanlık namına ne öğrendiyse aynen uygular. Kendisine ihtiyacı olan herkese, “gaibane bir vecd ile atılır, kudretini son damlasına kadar harcardı.” Ayverdi(1938, s.127). Buna mukabil kimseden hiçbir şekilde karşılık beklemeyen bir kişiliğe sahiptir.

Yusuf, bu kızdaki insanî hislerin hayranı olduğu ve onu takdir ettiği için Sude‟yi, çok sevdiği Mahbub‟la evlendirmiştir. Anlatıcı tarafından Sude‟nin eşiyle ilişkilerine değinilmemiştir. Fakat olgun ve fedakâr kişiliği üzerinde sık sık durulmuştur. Bununla ilgili olarak Sude‟nin Meryem ile Yusuf‟un aşkına ve onların gizli gizli

Romanda “Allah‟ın rahmet ve rikkatinden gönderilmiş” Ayverdi(1938, s.127) olan Sude, Meryem‟in Yusuf‟a aşkını idrak ettiğinden beri Meryem‟e kendini daha yakın hissetmekte ve onların baş başa kalmaları için Ümmül Bedr‟in evde olmadığı günleri ona haber vermektedir. Bunu bütün soğukkanlılığı ile yerine getiren Sude, burada tam bir fedakârlık örneği sergiler. Zaten anlatıcı Sude‟yi romanda “mükemmel bir insan nümunesi olarak” Ayverdi(1938, s.126) olarak tanıtır.

Zehra (Aşk Budur) Ömer‟in kardeşinin kızı ve Sude‟nin yeğenidir. Ebüşettar aşiretinden uzakta oturan Zehra evlidir ve kocası onu senede bir kere akrabalarının yanına gönderir. Romanın aktüel zamanında Zehra, ailevî bazı nedenlerden dolayı akrabalarının yanındadır ve son iki senedir gelememiştir. Sude‟nin Meryem‟e anlattıklarından Zehra‟nın çocuk kadar temiz ve masum bir insan olduğunu öğreniyoruz. İnsana tatlı bir huzur veren Zehra‟nın eşiyle ilişkileri hakkında romanda hiçbir bilgi veya olaya yer verilmemiştir.

Fikriye Hanım (Batmayan Gün) romanda üçüncü derecede bir kahramandır. Fikriye Hanım‟ın kişiliği, çevresi, eşi ve çocuklarıyla (özellikle Aliye) ilişkileri, hâkim/ilahî bakış açısıyla, yazar/anlatıcı tarafından okuyucuya takdim edilmektedir.

Fikriye Hanım; döneminde önemli kademelerde yer almış bir devlet adamı olan İrfan Paşa‟nın gelini, Sezâî Nur Bey‟in de “yalnız maddî kıymetlerin üstünde duran” Ayverdi(2012, s.40), gösteriş meraklısı ve eğlence düşkünü eşidir. İki erkek ve bir kız (Aliye) çocuğu bulunan Fikriye Hanım, romanın aktüel zamanında emekli bir elçi olan, altmış yaşındaki Sezâî Nur Bey‟le otuz beş senedir evlidir ve eşinin işi/mesleği münasebetiyle yirmi beş sene Avrupa‟nın muhtelif şehirlerinde yaşamıştır. Biz Fikriye Hanım‟ın, Avrupa‟da bulunduğu sıralarda, eşinin isteği üzerine çocuklarıyla beraber İstanbul‟a, kayınpederi İrfan Paşa‟nın yanına arada sırada geldiğini öğreniyoruz. Onun dışında romanda Fikriye Hanım‟ın yirmi beş yıl boyunca Avrupa‟da yaşadığını ve orada sık sık ziyafetler tertip ettiği bilgisine sahip olabiliyoruz.

Sezâî Nur Bey‟in emekli olması üzerine karı-koca, kızı Aliye ile İstanbul‟a dönmüşlerdir. Fikriye Hanım‟ın oğullarından biri Tahran‟da, diğeri de Belçika‟da hariciye memuru olarak çalışmaktadır.

Romanın aktüel zamanında Fikriye Hanım altı aydır İstanbul‟da, Boğaz‟a nazır İrfan Paşa‟nın köşkünde ikamet etmektedir. Ancak romanda Fikriye Hanım‟ın

İstanbul‟da kalmaktan pek hoşnut olmadığını görüyoruz. Bununla ilgili olarak yakın arkadaşı Nevzat Hanım‟a “Ben modern hayattan uzak yaşayamam. Vahşî kuşlar gibi altı aydır şuraya yerleştik, sıkıntıdan patlayacağım.” Ayverdi(2012, s.44) sözleri de Fikriye Hanım‟ın İstanbul‟u sevmediğini, hatta burayı modern bir yer olarak görmediğini göstermektedir. Ona göre insanın hayatta tek gayesi eğlenmektir. Ancak İstanbul sosyetesinden yirmi beş sene uzak yaşadığı ve bu yüzden de burada dostları bulunmadığı için Fikriye Hanım istediği gibi eğlenememekte ve sıkıntıdan patlamaktadır. Yine Sezâî Nur Bey‟in kızına Fikriye Hanım ile ilgili söyledikleri, hem Fikriye Hanım‟ın kişiliği hakkında bizi aydınlatırken hem de karı-kocanın ilişkisi hakkında bize ilk ipuçlarını verir. Yakında eğitimi için Almanya‟ya gidecek olan Aliye, yakın arkadaşı Selma ve yeğenlerinin ona gelmesi üzerine balkonda vedâ çayı düzenleyecektir. Lakin Aliye, annesinin bunu duyması hâlinde bu olayı abartıp kendisinin pek çok kişiyi çağıracağını düşünmektedir. Bu düşüncesini babasına söyleyince Sezâî Nur Bey, Aliye‟ye hak verir:

“-Annenin işi gücü yok… Tanıdığım günden beri eğlenmekle giyinmekten başka bir şey düşündüğünü bilmem. Hakkın var Aliye… Zâten her gün Boğaziçi‟ni, hatta İstanbul‟u sevmediğinden, Avrupa‟ya hasretinden bahsedip duruyor. Burada eğlence yokmuş, dağ başında uyuklayıp duruyormuşuz. Onu eskiden de İstanbul‟a büyük babanın hatırı için yalvara yalvara yollardım.” Ayverdi(2012, ss.14-15).

Görülüyor ki Fikriye Hanım‟ın hayatta tek aradığı şey, gösteriş ve eğlencedir. Zaten İstanbul‟u eğlenemediği için sevmemekte, bu yüzden de Avrupa‟daki yaşamını özlemektedir. Ayrıca kendisinden sevgi ve şefkat gördüğü kayınpederinin yanına gelmek istemediğini, eşinin yalvarıp yakarmaları üzerine gelmek mecburiyetinde kaldığını görüyoruz. Bu da bize Fikriye Hanım‟ın kaprisli ve zor bir eş olduğunu gösterir. Buna karşılık sakin ve yumuşak bir karaktere sahip olan Sezâî Nur Bey‟in eşine son derece nazik ve uysal bir şekilde yaklaştığını görüyoruz. Buradan yola çıkarak evde baskın tipin Fikriye Hanım olduğunu söyleyebiliriz.

Biz burada Fikriye Hanım ile eşi Sezâî Nur Bey‟in ilişkilerine ve çocuklarına yaklaşımını gösterebilmek için öncelikle Fikriye Hanım‟ın kişiliğine yer vermemiz böylece onu daha iyi tanıtmamız gerekecektir. Zaten romanda da yazar/anlatıcı, Fikriye Hanım‟ın kişiliği üzerinde sık sık durmuştur. Romanın bir bölümünde evindeki eşyaları değiştirmek isteyen ancak eşinin muhafazakâr düşüncesinden ötürü

“Köşkte ona her şey, kayın babasının hâtıralarını tekrarlıyordu. Gerçi bu nâzik ve kibar insandan şefkat ve sevgiden başka bir şey görmemişti; fakat eskilik istemiyordu, mâzîden nefret ediyordu. Ellisini çoktan geçmiş olmasına rağmen, eski günlerin ifâdesi olan her şeye, bilhassa bu dekora âdeta kin besliyordu.

Esâsen kızını da sevmemesine başlıca sebep İrfan Paşa‟nın rûhî ve maddî varlığının benzeri olması, mütefekkir başı, formaliteyi mühimsemeyen karakteri idi.

Fikriye Hanım ise maddî insiyaklariyle bir makine idi. Onun emir aldığı, itâat ettiği bir tek kumandan vardı: Gösteriş! Eğer sosyeteye karşı câhil ve duygusuz görünmek îcap ederse, içli bir kız gibi hassas da olurdu.

Eğer aynı kumandan şuhluk ve neşe emrederse, bütün vücudu bir kahkaha sağnağına tutulurdu. Teessür zamanları için gözlerinde hazır bekleyen yaşlar vardı.

Fakat en az muvaffak olduğu sahne, melodram rollerdi. Hâsılı o, sırasına göre elbise değiştirir gibi ifâde değiştiren, bu ezberlenmiş tavırları kolaylıkla giyip çıkaran bir artist olabilirdi” Ayverdi(2012, ss.41-42).

Fikriye Hanım‟ın Türk-İslam kültürünün başkenti olan İstanbul‟u sevmemesinin yanı sıra maziden nefret etmesi, dolayısıyla gelenekten kopuk yaşaması bize Tanzimat‟tan sonra türeyen, Batılılaşmayı yanlış anlayan ve bu yüzden alay konusu olup pek çok yazar tarafından romanda canlandırılan “alafranga” tipleri hatırlatmaktadır. Fikriye Hanım aynı o tipler gibi Avrupaîleşmeyi Batı‟nın eğlence anlayışına kavuşmak olarak yorumlamış, hayatı gösteriş ve eğlenceden ibaret gördüğü için maneviyata önem vermemiş biridir. Öyle ki bu yaşam tarzı nedeniyle hayatın özünü kavramaktan uzak yaşamıştır. Böyle olunca eşine ve çocuklarına karşı da kayıtsız kalmıştır. Romanda Fikriye Hanım‟ın kızına ve eşine yaklaşımlarına baktığımızda onun, eşinin ve bilhassa kızının anlam dünyasını kavramaktan çok uzak bir kadın olduğunu görüyoruz. Mesela romanda İrfan Paşa‟nın Aliye‟nin üzerindeki etkisini ve Aliye‟nin bu anlamda yaşadığı değişimi ve dönüşümü fark etmemektedir. Onun tek derdi eğlence ve gösteriştir. Sırf gösteriş için Fikriye Hanım, her çevreye ve her duruma göre farklı davranışlar sergileyebilecek biridir. Bu yönü eşi ve kızı tarafından da fark edilmektedir. Zaten yazar/anlatıcı, onun herkes tarafından anlaşılabilecek basit tiplerden biri olduğunu ifade eder.

Fikriye Hanım‟ın eşi Sezâî Nur Bey ve Aliye‟yle ilişkilerini gösteren, dolayısıyla Fikriye Hanım‟ın karakter yapısını ortaya koyan davranışlara sık sık vurgu

yapılmıştır: Aliye ile Sezâî Nur Bey, İrfan Paşa‟nın odasında sohbet ederken Fikriye Hanım içeri gelir. Fikriye Hanım, Aliye‟nin sürekli bu “tozlu kağıtların” bulunduğu odaya gelmesinin sebebini anlamamaktadır. Kızının daha bu genç yaşında, kendisini bu odaya kapatıp saatlerce kitap okumasını yadırgamaktadır. Kızına ve Sezâî Nur Bey‟e, kendisinin bu odada “kırmızı döşemelerden, kütüphaneden, yazıhaneden başka bir şey” Ayverdi(2012, s.26) görmediğini, “köşkte başka oturacak yer mi” Ayverdi(2012, s.26) kalmadığını sorar. Her konuda karısının huyuna giden, onu sinirlendirmemek için çabalayan Sezâî Nur Bey herkesten ve her şeyden çok sevdiği kızının zevklerinin ve duygularının küçümsenmesine tahammül edemez ve: “…Biz Aliye ile kırmızı döşemelere bakmaya gelmiyoruz. O güzellikleri bulup çıkarıyoruz.” Ayverdi(2012, s. 26) der. Fikriye Hanım, kızını müdafaa eden Sezâî Nur Bey‟e daha da öfkelenerek: “-Ben deli miyim ki ölmeden kendimi tozlu kâğıtların içine gömeyim? Hayat beni çağırıyor; yaşamak istiyorum. Sen bu köhne düşüncelerin içinde boğul kal!(…)” Ayverdi(2012, s.26-27) der. Bu sözden sonra Fikriye Hanım öfkeli bir şekilde sofraya indiğini söyleyerek kapıdan çıkar.

Fikriye Hanım, geleneksel bir şekilde dekore edilmiş İrfan Paşa‟nın odasını küçümsemektedir. Bu da onun gelenekten ne kadar uzak bir yaşam tarzına sahip olduğunu gösterir. Ayrıca eşiyle ve kızıyla fikir olarak uyuşmadığını, dolayısıyla hayata bakışlarının farklı olduğunu da öğrenmiş oluyoruz.

Romanın devamında Fikriye Hanım, Aliye ve Sezâî Bey yemek yemektedirler. Kahvesini içen Sezâî Nur Bey, sessizliği bozmak için söz olsun diye kızına perşembe günü çayı bahçede mi yoksa içeri de içeceklerini sorar. Baba-kız bu mevzuda konuşurken Fikriye Hanım: “Ne o, çay ziyâfetiniz mi var? Bana haber verilmeye lüzum görülmeden kimler çağrılıyor böyle?” Ayverdi(2012, s.27) diye sorar. O ana kadar somurtan Fikriye Hanım, kızının bir çay verip Selma ve yeğenlerini çağıracağını öğrenince neşelenmeye başlar. Kendisi de altı aydır burada bazı kibâr ailelerle tanışmak istediğinden çay yerine akşam yemeği verip komşularını çağırmayı Aliye‟ye teklif eder. Aliye, annesinin her türlü kendi istediğini yaptıracağını bildiğinden itiraz etmeden kabul eder.

O gün Fikriye Hanım, vereceği ziyafetin hazırlıkları için İstanbul‟a iner. Eve geldiğinde yanında pek çok paket getirir. Ziyafete karar verdiği dakikadan itibaren Fikriye Hanım‟ın neşesi gittikçe artarak devam eder. Bu neşeyle ne kızının

garsonun elbisesine damlattığı yağa kızar. Ziyafetle ilgili konuşurken Sezâî Nur Bey ile Aliye ona tek tük cevaplar verir. O, düzenleyeceği bu ziyafet sayesinde İstanbul‟da günlerce-haftalarca kendisinin konuşulacağını, yine bu ziyafet sayesinde eğlenmek için pek çok dost edineceğini düşünmektedir. Fikriye Hanım, bu ziyafette özellikle komşusu Doktor Kerim Bey ve eşi Ulviye Hanım‟la tanışmak istemektedir. Bu aile sayesinde Fikriye Hanım, tekrardan yirmi beş senedir uzak kaldığı İstanbul sosyetesinin arasına karışabilecektir. Romanda Fikriye Hanım‟ın bu konudaki düşünceleri şu cümlelerle ortaya konulur:

“Bu âile gibi içtimâî vaziyeti sarsılmamış, tâze hayat cereyanlarında yuvarlanan kimseleri ele geçirmek, onların nüfuzundan kendine mesnet düzmek, yirmi beş seneden beri uzak yaşadığı, İstanbul sosyetesinde tutunmak istiyordu. Îcap ederse bu iş için fayda umduğu kimselere yaltaklanmak bile lâzımdı.” Ayverdi(2012, s.41). Fikriye Hanım, bu düşünceyle İstanbul‟da eşi benzeri görülmedik ziyafet vermek istediği için her ayrıntıyla teker teker uğraşır. Bunu kendisinin deyişiyle hep tek başına yapar, eşi Sezâî Nur Bey kendisine bu konuda hiç yardımcı olmaz.

Ziyafet günü Fikriye Hanım‟ın yakın dostları erkenden gelirler. Fikriye Hanım‟ın birkaç gün içerisinde bu kadar mükemmel bir hazırlık yapması arkadaşları tarafından takdir edilir ve Fikriye Hanım‟a bu konuda methiyeler yağdırırlar. Fikriye Hanım‟ın da kendisini övmesinden bunalan Perihan Hanım, sözü değiştirmek için Aliye‟yi sorar. Fikriye Hanım, kederli bir anne rolüne bürünerek Aliye‟nin ailesinden ayrılacağı için hiç neşesi olmadığını söyleyip Aliye‟yi aramak için yerinden kalkar. Bu sırada kendisini takip eden Nevzat Hanım‟a kızını şikayet eder. Kırk yılda bir eğlenceye kalktığını ama kızının da burnundan getirdiğini, sekiz on ay kızının başından gideceğine memnun olduğunu, Aliye‟nin Fikriye Hanım‟ın arkadaşlarını, dostlarını, ahbaplarını sevmediğini, Aliye‟nin sosyeteden anlamadığını, tam hoş bir gün geçirmek isterken bu sefer de Aliye‟nin ortadan kaybolduğunu söyler. Ayverdi(2012, s.44). Nevzat Hanım‟ı bırakarak yukarı kızını aramaya çıkar. Bu esnada komşuları Fikriye Hanım‟ın dedikosunu yapıp dalga geçerler. Aliye istemeden bu söylenilenlere kulak misafiri olur. Tam Aliye giyinirken Fikriye Hanım odasına girer. Fikriye Hanım Aliye‟ye herkesin aşağıda onu sorduğunu, bu yüzden âleme ne cevap vereceğini bilemediğini, Aliye‟nin onu dostlarına, arkadaşlarına rezil ettiğini söyler. Ayverdi(2012, ss.44-45). Aliye, annesine dost derken kimlerden bahsettiğini, onların dost seçilecek kimseler olmadığını, dost denilen kişinin dostuyla

alay etmeyeceğini belirtir. Ayverdi(2012, s.45) Bu kadarını söylediği için bile pişman olan Aliye, Fikriye Hanım‟ın “Benim için bir şey mi söylediler?” Ayverdi(2012, s.45) sorusu üzerine sözü değiştirir ancak Fikriye Hanım arkadaşlarının kendisi hakkında bazı şeyler söylemiş olduğuna kanaat getirir. Lakin gururundan kızına bir şey sormaz. Aşağı içerken öfkesini dindirmek için Sezâî Nur Bey‟in odasına uğrar. Şezlongun üzerinde uyuklayan Sezâî Nur Bey, “karısının bir kasırga şiddetiyle odaya girmesiyle birdenbire gözlerini açtı” Ayverdi(2012, s.46) Sezâî Nur Bey, bir zaman için sessiz bir şekilde duran Fikriye Hanım‟a, “-Saat kaç, geç mi kalmışım?” Ayverdi(2012, s.44) der. Fikriye Hanım da akşam çayını içtiklerini, isterse odadan hiç çıkmamasını, onun için seyahatte diyeceğini Ayverdi(2012, s.46) söyler. Sezâî Nur Bey‟in “-Biraz evvel haber verseydin, ne olurdu?” Ayverdi(2012, s.46) sözü üzerine Fikriye Hanım, “-Keşke şimdi de gelmeseydim. Sabaha kadar uyu da olsun bitsin!” Ayverdi(2012, s.46) der. Karşılıklı kavga etmeye ihtiyacı olan Fikriye Hanım, Sezâî Nur Bey‟in cevap vermemesiyle aynı şiddetle odadan çıkar.

Bahçeye indiği zaman Fikriye Hanım büsbütün başka biri olup çıkar. Biraz önce sinirden/öfkeden kavga çıkarmaya çalışan Fikriye Hanım gider, onun yerine güler yüzlü biri gelir. Aliye, annesinin hızlı bir şekilde maske değiştirmesine şaşırmaktan kendisini alamaz.

“Birkaç dakîka sonra gelen Aliye, annesinin bu serî maske değiştirişine hayret

Benzer Belgeler