• Sonuç bulunamadı

Tezimizin bu aşamasında güç kavramına geri dönmemiz gerekmektedir. Yoksullukla mücadele konusunda kullanılacak her yöntemin öncelikle, yoksulların başta siyaset alanında olmak üzere, toplumsal hayatın birçok alanında güçlendirilmesine yönelik olması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü yoksullar ancak bu sayede daha fazla talepte bulunabilecek ve sahip oldukları endişeleri daha iyi bir şekilde seslendirebileceklerdir. Yoksullukla mücadele, tezimizin girişinde de sözünü ettiğimiz gibi, sadece yapılan ‘insani’ yardımlarla gerçekleştirilecek bir mücadele değildir. Etik ve insansal boyutuna ayrıntılı şekilde değindiğimiz bu dünya sorunu, ancak küresel düzeyde uygulanacak ve önemli oranda siyasal içerikli düzenlemelerle çözülebilir.

Empirik verilere baktığımızda yoksulların çoğunlukla siyasi değişimlere gereksinim duyduklarını görürüz. Örneğin, dünyanın hâlâ birçok bölgesinde toprak sahibi olmayla ilgili haklar yoksullar açısından büyük önem taşımaktadır. Bu bölgelerde toprak sahibi olmayla ilgili düzenlemeler, topraksızların kendi ürünlerini yetiştirebilmelerini ve yoksulluktan kurtulmalarını sağlamaktan çok, ihracata yönelik ürünlerin yetiştirilmesini sağlamak yönünde yapılmaktadır. Bu yüzden de dünya çapında hâlâ yaklaşık olarak 500 milyon topraksız köylü yaşamaktadır. Konuyla ilgili bir başka örnek daha verilebilir: Azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin önemli bir bölümünde yönetim anti-demokratik ve yozlaşmış yöneticilerin elindedir. Bu yöneticiler kısmen küresel düzenden destek almaktadırlar. Üstelik, tezimizin gelişmeyle ilgili bölümünde gördüğümüz gibi, bu ülkelerin gelişmesiyle ilgili projelerin hiçbiri de söz

140

konusu olumsuzluğu düzeltememekte, tam tersine bu olumsuzlukları, eşitsizliği arttırarak körükleyebilmektedirler.

Siyasal değişim bir başka yönden de gereklidir. Ağırlıklı olarak sadece siyasal değişimler insanların siyasal haklarını yaşama geçirmelerini ve yeni hakları talep edebilmelerini sağlayabilmektedir. Yoksullara yapılan maddi yardım onlara, örneğin incinebilirliklerini ortadan kaldıracak hakları sağlamaz. Bir kişinin bugün doymasının önemi ikincil konumdadır; asıl önemli olan, bu kişinin yarın da doyabileceğinden emin olabilmesidir. Dolayısıyla yoksulluktan kurtulmak, kişinin haklarını elde edebilmesini gerektirmektedir. Örneğin, etkili bir sosyal güvenlik sistemi, temel bir gelir hakkını sağlayacak bir mekanizma olarak görülebilir. Burada elbette ki devletin sorumlulukları ön plandadır.

Devletin yoksullukla ilgili sorumluluklarına geldiğimizde öncelikle Osvaldo Guariglia’nın genel olarak devletin sorumluluklarıyla ilgili belirttiklerine değinmekte yarar vardır:

(…) yurttaşların temel özgürlüklerini koruyan açık ve tutarlı bir yurttaş hakları sistemi yoksa, onlara kendi hayatlarını yaşama olanağını sağlayan etik ve hukuksal fırsatlardan yararlanmaları da pek mümkün değildir (Guariglia, 1999, s. 39).

Hiç kuşkusuz böylesine bir sistemi oluşturup yaşatacak olan devlettir. Guariglia bu noktada, yurttaşların da çok önemli görevleri olduğunu bildirip, savını desteklemek için John Rawls’tan bir alıntı yapar:

“Demokratik bir toplumun yurttaşları, özel hayatın özgürlüklerini koruyan yurttaş haklarını da kapsayan temel hak ve özgürlükleri korumak istiyorlarsa, yeterli derecede “siyasal erdemlere” de sahip olmalı ve kamu hayatında yer almaya istekli olmalıdırlar… Demokratik özgürlüklerin güvence altına alınması, anayasal bir rejimi yaşatmak için gerekli siyasal erdemlere sahip yurttaşların etkin (italik bana aittir, T.Ö.) katılımını gerektirir” (Rawls 1993: 205) (a.g.y., s. 39-40).

“Kamu hayatında yer almaya istekli” ve “etkin katılım”da bulunan yurttaşların önemini vurgulamak için Guariglia, kendi kıtası olan Güney Amerika’yı örnek gösterir:

Güney Amerika’nın güneyindeki ülkelerin çalkantılı demokrasilerinin uzun deneyimi, bu iddianın doğruluğuna tanıklık ediyor. Bu deneyim, gerçekten de,

141

insan haklarının uygulanması mücadelesinin, asla yalnızca kendi yurttaş haklarını savunmanın bir aracı olmadığını; aynı zamanda toplumun sosyal ve siyasal yapılarını değiştiren kendi başına siyasal bir amaç olduğunu, o ülkelerin yurttaşlarına öğretti. (a.g.y., s. 40).

Guariglia’nın çizdiği tabloyu yoksulluk konusuyla koşut bir duruma getirmeye çalışırsak, bu sorunun çözümü için devletin ve yurttaşların birbirini tamamlayan sorumlulukları olduğunu görürüz. Yurttaşlar öncelikle, yoksulluğun nedenlerinin saptanmasında ve bu nedenlerin çözümlenmesinde kamusal tartışmalara katılmak anlamında “kamu hayatında yer almaya istekli” olmalıdırlar. Ancak devlet de bu istekliliğe ‘yanıt verebilecek’ bir anlayışta olmalıdır. Yurttaşlar aynı zamanda, toplumdaki başta siyasal olmak üzere yoksulluğun çözümüyle ve bu çözüm için yapılacak değişikliklerle ilgili tüm süreçlere “etkin katılım”da bulunan yurttaş örneğini sergilemelidirler. Devlete burada da rol düşmektedir. Devlet, bu etkin katılım talebine de yanıt verebilmeli ve yurttaşlarını karar süreçlerine katabilmelidir.

Guariglia’nın (ve de Rawls’un) tarif ettiği yurttaş portresinin de kendiliğinden gelişmeyeceği açıktır. Bu konuda da devletin çok önemli bir sorumluluğunun olduğunu belirtebiliriz. Aristoteles’in yoksullukla ilgili görüşlerine yer verdiğimiz bölümde Aristoteles’in önemle vurguladığı gibi, devlet her zaman yurttaşlarının çeşitli erdemleri edinebilmesi için çalışmalı, bu konudaki sorumluluklarını yerine getirmelidir.

Yoksullukla mücadelede siyasal değişimlerin önemine geri dönecek olursak, yoksullara sadece maddi yardımda bulunmanın beraberinde getirdiği iki tartışmalı konuya kısaca değinmek gerekir. Birincisi, bu tip yardımların güvenilir bir doğaya sahip olmamasıdır. Bunun en temel nedeni de yardımın, yardımı alan kişinin o yardımı hak etme durumunda olduğunun düşünülmesinden çok, yardım edenin sahip olduğu ‘insani’ duygulardan kaynaklanıyor olmasıdır. Duyguların değişken olduğu ve sadece duygulara dayanılarak gerçekleştirilen eylemlerin belirli bir süreklilik gösteremeyebileceği açıktır. Maddi yardımlarla ilgili ikinci tartışmalı konu ise yapılan yardımların, yardım yapılan ülkedeki yoksulluğa yol açan yapısal sorunları çözebilecek durumdan uzak olması gerçeğidir. Bir hayat kurtarmak elbette önemlidir ancak bu hayatı kurtardıktan sonra hem hayatını kurtardığımız kişinin hem de onun yakınındaki birçok kişinin hâlâ tehlikede olduğunu bilmek etik açıdan zor bir sorunu karşımıza koyar. Bu sorunun

142

anlamını belki şu şekilde okuyabiliriz: Öyle görünüyor ki, insanların hayatlarını devam ettirebilmeleriyle ilgili etik sorumluluklarımızı kaçınılmaz bir şekilde yerine getiremeyeceğimiz bir durumla karşı karşıyayızdır. Bu durumla ilgili bir etki yaratabilmenin tek yolu, öncelikle söz konusu durumun arkasında yatan nedenleri değiştirmeye çalışmak ve bununla koşutluk içinde bir duruş geliştirmek olmalıdır.

Yoksullukla mücadelede sorumluluklar konusunun zorlayıcı noktalarından biri de, zengin bireylerin ya da ülkelerin sorumluluğunun ne olacağı sorunudur. Yoksulların varolan siyasal yapılardan dolayı zarar görmekte olduklarını daha önce belirtmiştik. Bu zarar kendini, yoksul insanların potansiyellerini hayata geçirememeleri ve dolayısıyla da insana yaraşır bir yaşamdan uzak kalmaları şeklinde göstermektedir. Ancak bu durumun zengin özneler açısından ne gibi sorumluluklar yarattığı sorusu hâlâ tam olarak yanıtlanabilmiş değildir. Söz konusu soruya daha doyurucu bir yanıt verebilmek için iki türlü çabanın gösterilmesi gerekmektedir: Öncelikle, yoksulluğa yol açan ve onu sürdüren koşullarla zenginlerin konuya ilişkin eylemleri arasındaki bağa daha yakından bakılmalı ve bu bağın hesabı ayrıntılı bir şekilde verilmelidir. Ayrıca, sorumlulukların farklı özneler arasında nasıl bölüştürüleceği konusu da daha özenli bir şekilde ele alınmalıdır.

Thomas Pogge, zengin öznelerin sorumluluklarıyla ilgili olarak yukarıda belirttiğimiz zorlu soruya verdiği yanıtta, bu konuda zenginlerin sorumluluklarının “negatif karakterli” olduğunu belirtmiştir (Pogge, 2005, s. 266). Çünkü küresel düzenden yararlanıyor olmak, yoksulluğa neden olan ve onu sürdüren düzeni ayakta tutmak anlamına gelmektedir. Küresel düzeyde adaleti getirecek olan düzenlemelerin yapılmasını desteklememek, başka bir deyişle, “düzenin aynı kalmasına neden olmak”, yoksullara verilen zarara “katkıda bulunmak anlamına” gelmektedir (a.g.y.s. 266).

Pogge’un yukarıdaki görüşleri, zarara katkıda bulunan öznelerle zarar gören öznelerin arasındaki nedensel bağın çok net olmamasından dolayı eleştirilebilir. Örneğin, bireylerin dolaylı ya da doğrudan bir biçimde petrol tüketimine dayalı bir yaşam tarzını benimsemesi, petrol üreticilerini daha fazla petrol üretmeye teşvik edecektir. Bu durum da baskıcı yönetimlerin petrol gelirlerini güvence altına alabilmek için güce daha çok sarılmasına ve yerel halkın yaşam alanını artan petrol çıkarma

143

faaliyetleriyle kirletmesine yol açabilir. Fakat dikkat edilmelidir ki, bu sadece bir olasılıktır. Tüketici bireylerin davranışlarıyla yerel halkın zarar görmesi arasında doğrudan bir nedensel bağ yoktur. Tüketicilerin davranışları sadece zararın meydana gelmesinin olasılığını arttırmaktadır ya da zarar veren öznelere bu zarar vermeyi devam ettirecek bazı nedenler sağlamaktadır. Dolayısıyla ‘teşvik etmek’le ‘neden olmak’ arasındaki farkın, Pogge ve benzer düşünceye sahip olanlar için belirli bir sorun yarattığını ileri sürebiliriz. Zaten yaratılan ‘teşvik’in nedensel bir bağ sonucu oluştuğunu söylemenin kendi içinde taşıdığı bir tehlike de söz konusudur. Eğer böyle bir nedensel bağa aşırı vurgu yaparsak, zarara yol açan öznelerin verdikleri zarardaki sorumluluk paylarını da azaltma tehlikesini de beraberinde getirmiş oluruz.

Teşvik olgusuna yakından bakarsak, teşvikin öncelikle piyasa sistemi aracılığıyla gerçekleştiğini görürüz. Belirli malların sürekli olarak satın alınması, bu malın üreticilerini o malı daha fazla üretmek için teşvik edecektir. Ayrıca bir teşvikin yaratılması, etik açıdan doğru olmayan dürtülere yol açan siyasal sistemlerin sürdürülmesiyle de gerçekleşmektedir. İşte bireylerin teşvik yaratmada yoksulluk konusuyla ilgili sorumluluğu da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Bireyler yoksulluğa yol açacak ve onu sürdürecek zararlı dürtülere neden olacak teşviklerden kaçınmalıdırlar. Bunu başarmak için hem günlük hayatta belirli bir çaba gösterilmeli hem de küresel düzeni etkileme konusunda istekli olunmalıdır. Söz konusu çaba gösterilirken, yukarıda belirttiğimiz yurttaş-devlet etkileşiminin de rolü hiç kuşkusuz üst düzeyde önemli olacaktır.

Bu bağlamda, öncelikle belirtmeliyiz ki, bir dünya sorunu olarak yoksulluğun beraberinde getirdiği sorumluluklar tartışılırken, uzun yıllar sadece hayır kurumlarına yardımda bulunma sorumluluğuna vurgu yapılmıştır. Bu yaklaşıma hemen iki temel eleştiri yapılabilir: Birincisi, hayırseverlik yaklaşımının yapısal güç dengesizliklerini gideremediği belirtilmiştir. Bu eleştiriyle bağlantılı olarak, ikinci eleştiri de hayırseverlik yaklaşımıyla ilgili gerçekçi olmayan beklentilerin geliştirilmiş olması üzerinde durur. Söz konusu eleştirilere hak vermekte, bu tezimizde yoksullara karşı olan asıl sorumluluğumuzun onlara zarar verilmesine katkıda bulunmaktan kaçınma olduğunu vurgulamaya çalışmaktayız. Bu, görüşlerine daha önce değindiğimiz Christian

144

Barry’nin sözcükleriyle, sorumlulukların ‘katkı ilkesi’ temelinde varolduğunu söylemek anlamına gelmektedir. Dolayısıyla yoksullukla ilgili sorumluluklarımızın ağırlıklı olarak negatif nitelikli olduğunu düşünmekteyiz. Bu da beraberinde yoksullukla mücadelede farklı türden çözüm önerilerini getirmektedir. Söz konusu çözüm önerilerinde öncelik kime yardım edileceğinde değil, nasıl ve ne şekilde yardımda bulunulacağındadır. Eğer yoksulluk sorunu beraberinde güç eşitsizliklerini ve yoksulları bütün çabalarına rağmen gereksinimlerini gidermede engelleyici mekanizmaları getiriyorsa, o zaman asıl önemli olan bu süreci tersine çevirebilmektir. Bir başka deyişle, küresel düzeni değiştirebilecek etkin bir eylemliliğin içinde bulunmaktır. Hayırseverlik yaklaşımının etkili olduğu ortamlar olabilir ancak, yoksullukla mücadelede öncelik ve ağırlık, daha önce belirtmiş olduğumuz nedenlerden dolayı, kesinlikle hayırseverlik yaklaşımında olmamalıdır.

Etkin eylemlilikten söz ettiğimiz bu noktada etkin özneler olmanın da önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Eğer yoksulluk sorunu güç bağlamında görülüyorsa (ve biz de böyle görmekteyiz), o zaman yoksulluk çeken insanların Guariglia ve Rawls’ın belirttiği anlamda etkin özneler olabilmelerini sağlayabilmek büyük önem taşımaktadır. Metaların dağıtımıyla ilgili sorumlulukları kurumsal öznelere düzgün bir şekilde bölmeye çalışmaktan çok, edilgin kalmış öznelerin güçlendirilmesi ve etkin öznelere dönüştürülmesi yoksullukla mücadelede önceliğe sahip olmalıdır. Kaldı ki güç eşitsizliklerini giderme gerekliliği kendini kurumsal düzeyde de göstermektedir. Küresel düzeyde, bütün kurumların arasındaki güç eşitsizlikleri giderilmedikçe yoksullukla etkili bir mücadele söz konusu olamayacaktır.

Sonuç olarak, bir dünya sorunu olarak yoksullukla ilgili sorumluluklarımız, yoksullara maddi yardımda bulunma sorumluluğu şeklinde ortaya çıkmamaktadır. Bu sorumluluklar ekonomik ve siyasi alanda etkin özneler (ya da Rawls’un deyimiyle, gerekli siyasi erdemlere sahip yurttaşlar) olma sorumluluğu şeklinde ortaya çıkarlar. Etkin öznelerin yoksulluğu ve yoksulları değerlendirme tarzları da yoksulluk konusundaki eylem tarzlarıyla koşutluk gösterecektir. Böyle özneler, yoksulluğu küresel düzendeki yapısal sorunlara bağlamayı bilecek ve bununla ilişkili olarak da yoksulları edilgin özneler olarak değil, çabalarına rağmen yoksulluktan kurtulamayan ve bu

145

anlamda da aslında etkin olan özneler olarak değerlendirebileceklerdir. Gerçek bir dağıtım adaletinin sağlanabilmesi de yoksullukla mücadelede etkin öznelerin eylemleriyle sağlanabilecektir. Çünkü kaynakların dağıtımıyla ve bu dağıtımın hayata geçirilmesiyle ilgili kararlar bu özneler aracılığıyla ve onların denetiminde alınacaktır.