• Sonuç bulunamadı

Bu risaleye, Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla ve O’ndan yardım dileyerek başlıyorum.

Hamd, kalbini mâsivadan çeviren kuluna sürekli nimet veren Allah Teâlâ’ya mahsustur. Üzerine vacib olmadığı halde, lütuf ve ihsanından bu ümmete isnad silsilesini, tahsis eden Allah’a hamd olsun.

Salat ve selam güzel ahlakla gönderilen efendimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve selem’e, tüm bölgelerde şanlarının eşsizliği ve faziletlerinin yüceliğiyle meşhur olan âline ve ashâbına, onların şerefli haberlerini yücelten tâbiûna ve muhkem yollarla bidatçilerin zararlı çalışmalarını önleyen alimlere olsun.

Hamd, salât ve selamdan sonra, Rabbine muhtaç, günahlarının esiri, Muhammed b. Himmât el-Hanefî –Allah Celle Celâluh ona ve anne babasına gizli lütufla muamele etsin- şöyle demiştir: İşaretleri emir yerinde olan ve emrini yerine getirmekte sevap olan bir zat, beni isnad ilminin meselelerini toplayan, maksat ve mebdelerini kuşatan bir risale yazmaya sevk etti. Bu risaleye, kendisinden başka ilah olmayan Allah Teâlâ’dan yardım isteyerek ve O’na tevekkül ederek başladım. Mukaddime, üç maksat ve bir hatime üzerine tertip ettiğim bu risaleye “Netîcetü’n-Nazar fî ilmi’l-Eser” ismini verdim. Başarım ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

MUKADDİME

Mukaddime, hadis ilminin mahiyeti, konusu ve gayesi hakkındadır.

Hadis, lügatte “kadîm”in zıddı manasındadır. Yokluktan sonra vücuda gelmek, ortaya çıkmak manasındaki ( ثﺪﺣ)’den türemiştir. Faîlün vezninde olup fâil manasındadır. Haberin azında da çoğunda hadis kelimesi kullanılır. Zira haberde tedrici olarak bilgilendirme esastır.

Istılahta ise, sahih görüşe göre, haberin eş anlamlısı olan hadis; Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in, bir görüşe göre sahâbînin, bir diğer görüşe göre de onlardan daha sonraki

tabakadakilerin söz, fiil, takrir ve -uykuda veya uyanıkken yaptıkları hareket ve sükûnetten ibaret- sıfatlarıdır. Bunların nakledilmesini kuşatan ilme, “rivayetü’l-hadis” denir. Bu ilmin mahiyeti yukarıda zikredilen şeylerdir. Konusu Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in zatı veya daha umumî manada onunla ilgili her şeydir. Bunlar haysiyet kaydıyla birbirlerinden ayrılırlar. Bu ilmin gayesi dünya ve ahiret saadetini kazanmaktır.

Hadisin eş anlamlılarından biri Eser’dir. Eser, lügatte “bakiyye” manasındadır. Istılahta, mutemed görüşe göre, merfû olan-olmayan bütün hadislere Eser denir. Bazılarına göre, hadisin eş anlamlılarından bir diğeri de, sünnettir. Diğer bazılarına göre de, sünnet hadisten daha özel manadadır. Zira onlara göre, yalnızca merfû hadisler sünnettir. İkisi arasında mutlak umumluk ve hususluk vardır. Yani her sünnet hadistir ama her hadis sünnet değildir.

Hadis alimlerine göre, hadis ilminin kısımlarından biri de dirayetü’l-hadistir. Bu ilme “ilmü’l-isnad” da denir. Bu risalesinin konusu bu ilim hakkındadır. Hadisçiler, bu ilmi şöyle tarif ederler: Kendisiyle kabul ve red cihetinden ravinin ve rivayet edilen haberin hallerinin bilindiği ilimdir. Bu ilmin konusu kabul ve red cihetinden, ravi ve mervîdir. Bu ilmin amacı, ravi ve mervînin makbul olup olmadığının bilinmesidir. Bu ilmin meseleleri kitaplarda zikredilen hedeflerdir.

Birinci Maksat

Hadisin mütevâtir ve âhad diye kısımlanmasıdır. Tek başına kendisi veya kendisine muttasıl karinelerin bitişmesiyle, kesin bilgi ifade eden hadis mütevâtir’dir. Mütevâtir iki kısımdır.

a. Kendisi için bir tabaka olan mütevâtir: Kasıt olmasa bile yalan üzerinde birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun rivayet ettiği hadistir.

b. Kendisi için birden fazla tabaka olan mütevâtir: Aynı şekilde yalan üzere birleşmeleri âdeten mümkün olmayan bir topluluğun, nevileri değişse bile aynı özellikleri taşıyan başka bir topluluktan rivayetidir.

Yukarıda zikredilen “karinelerle” maksadımız, mütevatir için gerekli olan sayıların en azına ziyade edilen hallerdir. Muttasıl ile kastettiğimiz ise, haberden, haber verenden veya haber verilen bilgiden ayrılmayan hallerdir. “Muhber” kelimesine gelince, Sadüddin et-

Teftezânî326 (793/1414) onu, “eş-Şerhu’l-Adudiyye” adlı eserinde “işiten” diye mana etmiştir. İbnü’l-Hümmâm 327 “et-Tahrîr” adlı eserinde, bu zikredilenlerin munfasıl yani haberin kendisinden hariç haller olduğuna kanaat etmiş ve bunlardan burada bahsetmemiştir. Doğrusu, ister muhbir, isterse muhber diye okunsun, bu ikisine taalluk eden haller bazen munfasıl olabilir.

Mütevâtiri muayyen bir adede hasretmek yoktur. Çünkü bir hadisin mütevâtir olabilmesi için öne koşulan şart, hallerine bakmaksızın doğrulukları ilim ifade eden ravilerin çokluğudur. Zannı ifade eden “âhâd” haberlerde, ravinin adaleti şart koşulurken, mütevatirde, belli bir adede ulaşmak yeterli olduğundan rivayet edenlerde adalet şartı aranmamaktadır. Âhâd habere “haber-i vâhid” de denilir. Gerçekte, haberin veya haber verenin doğruluğu, ravilerin hallerini araştırmakla bilinir. Bundan dolayı, hadisin rivayet yolları çoğalır, bunlar kuvvetlerine göre derecelenir. Meşhur, azîz ve ğarîb diye üç kısımda toplanır.

Meşhur: üç kişinin rivayet ettiği hadistir. Azîz: iki kişinin rivayet ettiği hadistir. Ğarîb: bir kişinin rivayet ettiği hadistir. Bu üç nevi birbirlerinden farklıdırlar.

Müstefîd’e gelince; o, meşhur hadistir. Meşhur olmasaydı, mütevâtirden bahsedildiği gibi, müstefid hadisten bahsedilmezdi. Meşhur tabiri kendisi için bir isnat olsun veya olmasın bazen halk dilinde şöhret kazanan haberlere de ıtlak olunmuştur. Şayet böyle olursa meşhur, uydurmayı da kuşatır. İsnat ilminde adedin en azı, çoğunluğun hükmüne göredir. Hadisin mütevatir olması, varid olduğu ilk zamandan son zamana kadar seneddeki ravilerin belirli adedin altına düşmemesiyle gerçekleşir. Şayet düşerse bunların meşhur, aziz veya ğarîb olduklarına hüküm edilir. Mütevatir hadisin tarifinde zikredilen ilim, ilmi zarûrî’dir.

İlmi zarûrî, haberin işitilmesi anında düşünmeye ihtiyaç duymaksızın hasıl olan bilgidir. Bu tür haberleri, araştırma ehliyetine sahip olmayan çocuklar bile anlayabilir. İmam Fahreddîn er-Râzî (606/1227)328 ve İmam Harameyn, mütevatir haberin nazarî ilmi ifade ettiğini söylemişlerdir. Bu sözün manası, Gazzâlî’nin (505/1111)329 İmam Harameyn’e tâbî olarak açıkladığı gibi, haberin hakiki mütevatir olabilmesi; tevatürdeki ilmin, haberin işitilmesi anında ortaya çıkan mukaddimelere bağlanmasıyla gerçekleşmesidir. Tevatürdeki

326 Zehebî, Siyer, XIII, 270; Zirikli, A’lâm, VII, 219.

327 İbn İmâd, Şezerâtü’z-Zeheb, VII, 289; Bağdâdî, Hediyyetü’l-Arifîn, II, 201

328 Zehebî, Siyer, XXI, 500.

329 Zehebî, Siyer, IXX, 343; Zebîdî, İthâfu’s-Saâdeti’l-Müttekîn, I, 6; İbn Kesîr, , el-Bidâye ve’n-Nihaye, XII,

ilim, işitmenin akabinde bilinen işlerden veya bu bilinen işler sebebiyle bilgiye ulaşılan zanlardan hareketle düşünmeye ihtiyaç duymaz. Bu itibarla aradaki ihtilaf da lafzî olmuş olur. Mütevâtir ilim, ravilerin adetlerinin çokluğundan dolayı, onu işiten herkes için bilgi ifade eder. Mütevâtirdeki ilim karinelere bağlanırsa, o zaman onu işitenlerin bazıları için bilgi ifade eder, bazıları için de bilgi ifade etmez. Bu da tercih edilen görüştür. Mütevâtir haberle elde edilen bilginin sebebinde, bir ortaklık sabit olursa, bu, haberin başkasına delil olarak kullanılmasına fayda verir.

Hafız İbn Hacer ( 852/1448)330, Âmidî (631/1233)331 ve İbn Hâcib (646/ 1248)332’e muvafakat ederek şu görüşü tercih etmiştir. Haberi vahid, kendisine bitişen munfasıl karinelerle bazen ilim ifade eder. Bu karineler;

a.“Sahihayn’da nakledilen hadisler

b. Bilinen yollarla nakledilen meşhur haberler c. Haberi rivayet eden ravilerin zayıf olmaması d. İsnadın illetlerden salim olması

e. Ğarîb olmadığı halde itkan sahibi, hafız imamlardan müselsel olarak rivayet edilmesidir.

Hanefîler; haber-i vâhid’in mutlak olarak zann ifade ettiği görüşünü tercih ettiler. Bu zan, kuvvet ve zayıflık bakımından derecelere ayrılsa da fark etmez.

Azîz ve Ferd Haberler

Azîz, bazılarının iddiasının hilafına sahih hadisin şartı değildir. Bazen sahih bir haber ğarîb olabilir. Bu hadisin ğarâbeti tâbiûnda olursa bu hadis ferdi mutlaktır. Ğarâbet tâbiûndan aşağıda olursa, nisbî’dir. Birinci durumda ferd lafzının, ikincisinde de ğarîb lafzının kullanılması yaygındır. Halbuki bu kelimelerden türemiş fillerin kullanılışı cihetinde herhangi bir fark yoktur. “Teferrede bihi fülanün” “Fülan bu hadisle teferrüd etti” veya “ağrabe bihi fülan” “fülan bu hadisle tek kaldı” cümleleri aynı manayı ifade eder.

Bazen bir hadis, sened cihetinden ğarîb olsa da, metni meşhur olabilir. Bu şöyle gerçekleşir. Sahâbeden bir cemaatin rivayetiyle meşhur olan bir hadis, sika bir ravinin başka bir sahâbîden rivayetiyle ferd olur. Bu sika ravinin ferd rivayeti bu yoldan başkasıyla bilinmemektedir. Tirmizî ( 279/892 )333’nin “bu cihetten ğarîbdir” dediği şey budur.

330 Suyûtî, Tabakâtü’l-Huffâz, 380; Zirikli, A’lâm, I, 178.

331 Zehebî, Siyer, XXII, 76.

332 Zehebî, Siyer , XXIII, 264; İbn Kesîr, Bidâye, XIII, 176; İbn İmâd, Şezurât, V, 234.

İkinci Maksat

İkinci maksat; hadisin isnadı hakkındadır. Senetten maksat hadisin ricalidir. Bir hadisin isnadı yani ricali ya çoktur ya da azdır.

Âlî ve Nâzil İsnad

1. Âlî isnad. Ravinin azlığı, senedin sonuna nisbetle olursa, bu isnad uluvvu mutlaktır. Ravinin azlığı, senedin diğer yerlerindeki bir raviye nisbetle olursa -bu ravi Kütübü’s-Sitte ravilerinden başkası olsa bile- bu da uluvvu nisbîdir. Çünkü uluvvu nisbî raviye nisbetledir, senedin sonundaki ravilerin azlığına veya çokluğuna göre değil.

2. Nâzil isnad, iki kısımdır. Nisbî’deki “muvafakat” ve “bedel”, “Uluvv” deki “musâvât” ve “musâfaha” nâzil isnada dahil edilir.

a. Muvâfakat, musanniflerden birinin şeyhine, o musannife ulaşan yolla değil, başka bir yolla ulaşmaktır.

b. Bedel, musannifin şeyhinin şeyhine aynı şekilde ulaşmaktır.

c. Musâvât, Nebî sallallahu aleyhi ve selem’e kadar olan ravilerin sayılarının eşit olmasıdır. Veya Nebî sallallahu aleyhi ve selem’den sonra herhangi bir raviye kadar isnadın eşit olmasıdır. Mesela bir hadisin isnadının Nebî sallallahu aleyhi ve selem’e dayanmasıyla beraber aynı hadisteki diğer bir isnadın Şu’be radıyallahu anh’de kesilmesi gibi.

d. Musâfaha, bir musannifin isnadının öğrencisinin isnadıyla eşit olmasıdır.

Uluvv sıhhate yakın olduğu için nüzûlden daha tercihlidir. Şayet nüzûlde bir meziyet varsa, mesela ricali, daha sika, hıfzı daha kuvvetli, fıkıh ilminde daha üstün veya hadisteki muttasıllık daha zahir ise, mutlak olarak nüzûl, uluvve tercih edilir.

Müdebbec

Aynı yaşta olan iki ravi yahut aynı şeyhten hadis alan iki raviden biri, diğerinden hadis rivayet etmişse “karîn”dir. Öbürü ondan rivayet etsin veya etmesin bunlar “akran”dır. Her ikisi diğerinden rivayet etmişse “müdebbec”tir ve aynı şekilde müdebbec ile akran arasında umumu mutlak vardır. Her müdebbec akrandır, ama her akran müdebbec değildir.

Sâbık Lâhık

Ravi yaşça kendisinden daha küçük veya daha aşağı mertebede olan bir raviden rivayet ederse, büyükler küçüklerden şeyh öğrencisinden rivayet eder ve her birinin diğerinden rivayetinin sabit olduğu doğrulanırsa, bunlar “sâbık” ve “lâhık”tırlar

Sahâbî, tabiûndan, baba oğuldan veya oğul babadan rivayet etse, bir ravinin babasından o da dedesinden o da nebi sallallahu aleyhi ve selem’den rivayet etse ve buradaki zamir dedesine veya babasına dönsün fark etmez, bu zikri geçenlerin “sâbık” ve “lâhık” diye isimlendirilmesi de böylecedir.

Sâbık ve lâhık ikiye ayrılır. Birinci kısımda sâbık ve lâhık bir şeyhten hadis almakta müşterektirler ve biri diğerinden önce vefat etmiştir.

Aynı isme sahip iki şeyhin birinden özelliğini belirtmeksizin rivayet eden ravi, o ikisinden birine has bir özelliği mesela öğrencilerini zikretmek, kendisinden ayrılmaz bir vasfını zikretmek veya ikamet yerlerini bildirmekle belirsizlik ortadan kalkar. Aksi takdirde şayet belirtilen iki şeyhte sika ise, rivayete zarar vermez. Biri sika diğeri sika değilse zarar verir. İkisi veya biri meçhul ise tavakkuf gerekir. Bu durumda hadis karinelere ve zannı galibe sevk edilir. Şayet şeyh rivayetini kesin olarak inkar ederse hadis reddedilir. Şeyh ihtimale mebni inkar ederse asıl kavle göre reddedilmez. Çünkü unutkanlık ta insanın bir özelliğidir. “Kim hadis naklederse ve unutursa” konusu hakkında birçok kitap yazılmıştır.

Müselsel

Ehli hadisin ıstılahında kendisine müselsel denen bir nevi vardır. O ravilerin bir hadisi rivayet ederken kullandıkları edâ sîğalarında veya kavlî ve fiilî hallerde ittifak etmeleridir. Bazen teselsül isnadın büyük bir bölümünde olabilir. “Rahmet” hadisinin başında vukû bulduğu gibi. Teselsül bu hadisin başındadır. Bize, şeyhimiz Abdullah b. Salim el-Basrî334 rivayet etti, bize muhakkiklerin sonuncusu şeyh Muhammed b. Süleyman el-Mağribî rivayet etti. Bu “haddesenâ bihî” şeklinde rivayet edilen ilk hadistir. Böylece sened Süfyan b. Uyeyne’ye335 kadar gelir. Sahih görüşe göre, ilk olarak burada son bulur. Süfyan, Amr b. Dînar’dan336, O, Abdullah b. Amr el-Âs’ın337 mevlası Ebû Kâbûs’tan, O da Abdullah b. Ömer radıyallahu anhumâ’dan Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve selem’in şöyle dediğini rivayet etti: “Merhamet edenlere Allah Tebâreke ve Teâlâ’da merhamet eder. Yeryüzünde olanlara merhamet edin ki semada olanlar da size merhamet etsin”338. Hadis hasen’dir. Buhârî bu hadisi “el-Edebü’l-Müfred”339 adlı eserinde nakletmiştir. Ebû Dâvud340 ve Tirmizî341 sünenlerinde bu hadisi rivayet etmişlerdir. Tirmizi hadis hakkında hasen sahih demiştir.

Edâ yolları

Edâ kipleri; (ﺖﻌﻤﺳ) “işittim”, (ﻲﻨﺛﺪﺣ) “bana anlattı”, (ﻲﻧﺮﺒﺧا ) “bana haber verdi”, )

ﻪﻴﻠﻋ تاﺮﻗ

( “ona okudum”, (ﻪﻴﻠﻋ اﺮﻗ) “ona okudu”, (ﻊﻤﺳا ﺎﻧا) “işittim”, (ﻲﻧﺎﺒﻧا) “bana haber

334 Hazrecî, Hülâsâ, 198.

335 İbn Sa’d, TabakâtV, 997.

336 İbn Sa’d, Tabakât, V, 479.

337İbn Sa’d, Tabakât, IV,261.

338 Ebû Davud, Sünen, Edeb, 58; Tirmizî, Sünen, Birr, 323, (1924); İmam Ahmed, Müsned, II, 160; Beyhakî,

Sünen, IX, 41; Hakim, el-Müsredrek, IV, 159.

339 Buhârî, Edebü’l-Müfred, 372.

340 Zehebî, Siyer, XIII, 203.

verdi”, (ﻲﻨﻟوﺎﻧ) “bana verdi”, (ﻲﻨﻬﻓﺎﺷ) “dilden bana icazet verdi” ( ّﻲﻟا ﺐﺘآ “bana yazılı ) olarak icazet verdi”, (ﻦﻋ) “ondan aldı” ve benzerleri gibidir.

İlk ikisi sadece işiten içindir. Şayet tahdisin kipi çoğul zamiriyle belirtilmişse bu, hadis nakleden ravinin başkasıyla beraber olduğunun göstergesidir. Semâdaki “işittim” lafzı, “bana haber verdi” lafzından daha açıktır ve imlâ zamanında işitilenin derecesinin yüksekliğini gösterir.

Üçüncü ve dördüncüsü şeyhinden münferit olarak hadis alan kimse içindir. Şayet çoğul zamirle rivayet edilirse beşincisi gibi olur. Ve şöyle der: “başkasının okumasıyla yahut onun kıraati ve onunla beraber başkasının kıraatiyle bize falanca şöyle haber verdi, yahut ona okuduk denir. “Ona okundu ben de işittim” de denebilir. Okuyan kimse için kıraatte ( تأﺮﻗ) lafzı (ﻲﻧﺮﺒﺧا) lafzından daha açıktır. Mütekaddimûn alimlerine göre (ﻲﻧﺄﺒﻧا) lafzı (ﻲﻧﺮﺒﺧا) lafzı gibidir. Müteahhir alimlere göre kendisine icazet verilen kimsenin (ﻲﻨﺌﺒﻧا) demesi,

) ﻦﻋ

( ve (لﺎﻗ) demesi gibidir. İhtiyaç olmadığı için icazet kaydına gerek yoktur.

Tahammülün ve şeyhten hadis rivayet etmenin yolları

Tahammülün ve şeyhten hadis rivayet etmenin yolları sekizdir.

1. Tahammül yollarının en yüksek derecesi şeyhin rivayetini, “imla” kitabından okumak veya “sözlü” ezberinden işitmektir.

2. Şeyhe okumaktır ki bu “arz” diye isimlendirilir. Bu, Ebû Hanîfe342 rahimehullah indinde birinciden daha yüksek derecededir. Başkasının kıraatiyle şeyhe işittirmek, şeyhe okumakla aynı derecededir.

3. İcazettir.

4. İcâzet ile beraber münavele’dir ki, bu icâzetin en yüksek mertebesidir. Bir topluluk bunun şeyhe okunan hadisi işitmek mertebesinde olduğuna kanaat ettiler. Bir topluluk ise bundan daha yüksek olduğunu söylediler.

5. Mükâtebe, şeyhin rivayetinden, telifinden veya nazmından bir şeyle yazışmaktır ki, kontrol ettikten sonra onu güvenilir bir kimse ile talebesine gönderir. Sahih görüşe göre, böyle bir durumda rivayet için izin şart koşulmamıştır.

6. Şeyhin talebesine lafzen rivayetinden bir şeyi bildirmesidir.

7. Vasiyet, şeyhin vefatı veya sefere çıkması anında muayyen bir şahsa teslim edilmesi için kendisine veya akrabasına emanet etmesidir. Bu durumda rivayet için izin şarttır. Sahih görüşe göre şeyhin haber vermesinde de izin şarttır.

8. Vicâde’dir. Yazarını bildiğin ama kendisinden semâ, kıraat veya başka bir yolla hadis almadığı bir şahsın kitabını bulursan falancanın hattıyla yazılmış bir kitap buldum dersin. İsnadın ve metnin tetkikine sevk edersin.

İcâzet, lügatte “ ز او ج ”dan türemiş olup bir taraftan diğer tarafa geçmek veya ibahat yani mübah olmak anlamlarına gelir. Istılahta ise icmâli olarak haber vermeye imkan veren yazılı veya sözlü rivayet için izin vermektir. Bu takdirde icâzet veren, rivayeti talebesine nakletmiştir. Ve onun rivayet edebilmesi için izin vermiştir. “ ز ا ج ”dan türemesine م gelince bunda görüşler vardır. (تﺰﺟا) lafzı kendi veya harfi cer ile müteaddi olur. İcazetin rükünleri dörttür.

a. İcazet veren. b. İcazet alan. c. İcazetin konusu. d. İcazet lafzı.

Bunda kabul şartı yoktur. İcazet verenin ve alanın icazetin verildiği konuda alim olmaları hadisçilerin çoğunluğunun görüşüne göre şart değildir. Fakat İbn Salah iki tarafında alim olmalarını hoş görmüştür. Ebû Hanîfe ve Ebû Muhammed rahimehullah’ın görüşleri; icazet alanın icazet aldığı konuda alim olması gerektiği yönündedir. Ebû Yusuf’un343 bu konudaki rivayeti ihtilaflıdır. İcazet, münâveleyi sarfı nazarla beraber sekiz kısma ayrılır.

1. İcâzetin en yüksek derecesi, muayyen bir icazettir ki, icazet veren; icâzet alanı, icâzet konusunu semâ veya icâzet olarak keyfiyetiyle beraber tayin eder.

2. İcazet konusunu tayin etmeden icazet alanın tayin edilmesi ve şöyle denilmesidir. “sana veya size bütün işittiklerim veya rivayet ettiklerim hakkında icazet verdim”. Cumhur böyle bir icazeti, bu icazetle yapılan rivayeti ve rivayet edilenle amel etmeyi kabul etmiştir.

3. İcazet alanın umumi bir icazet almış olmasıdır. İcazet veren icazetin konusunu tayin ederek veya etmeden bütün müslümanlara izin verdim der. İbn Salah344 böyle bir icazetin batıl olduğu hususunda görüş beyan etmiş ve “kendisine itimat edilen hiçbir kimsenin böyle bir icazet ile amel ettiğini ne işittim ne de gördüm” demiştir.

4. Meçhul şahıslar için verilen icazet’dir. İşittiklerimi rivayet edebilmeleri için bir cemaate izin verdim demek gibi yada meçhul bir konuda icazet vermektir. Sana bazı işittiklerimi rivayet etmen için izin verdim demek gibi. Sahih görüşe göre bu ikisi de muteber değildir.

343 Zehebî, a.g.e., VIII, 535.

5. Hayatta olmayan bir şahıs için verilen icazettir. “Doğacak falanca kimse için icazet verdim” demek gibi. Bu icazete itibar edilmemesi doğrudur. O anda var olana atıf olsa bile itibar edilmez. “Sana ve senin doğacak oğluna icazet verdim demek gibi. İbn Salah böyle söylemiştir.

6. İcazet alanın veya başkasının isteğine bağlanan icâzet’tir. Bu icâzette, şayet icazetin kendi isteğine bağlandığı şahıs belli ise, İbn Hacer (852/1449) ve Irâkî (806/1404)’nin tercih ettiği görüş bu icazetin câiz olduğu yönündedir. Şayet isteğine bağlanan şahıs, müphem ise yani belli değilse “benden icazet isteyen kimseye icazet verdim” veya “isteyene icazet verdim” derse, mutlak olarak başkasının isteğine bağlanan icazet gibi bunda da tercih edilen görüş caiz olduğu yönündedir.

7. Müstakbelde kendisine gelecek rivayette izin vermektir. Sahih görüşe göre bu batıldır.

8. Özellikle icazet alana izindir. Lafzı şöyledir. “Bana icazet verilen şeylerde sana icazet verdim ve rivayeti bana mubah olanlarda sana icazet verdim”. Kendisiyle amel edilecek sahih olan görüş, bu icâzetin güvenilir olmasıdır.

Muanan hadis

Aynı asırda yaşayan ravilerin rivayetleri, anane (نﻼﻓ ﻦﻋ نﻼﻓ ﻦﻋ) olarak nakletmeleridir. Müdelles olmadığı zaman hadis muttasıldır. Şayet tedlis varsa muttasıl değildir. Ancak aynı hadisi adaletli bir ravi diğer bir yoldan “haddesenâ” veya semi’tü” gibi sarih bir lafızla rivayet ederse bu hadis “muanan” hükmünde olur. Bundan dolayı Buhari’de çoğu kere “semi’tü” lafzıyla müdelles muananlar bulunur. Bu hadisin muttasıl olmasında muanin ve muanan anhunun bir kere de olsa karşılaşma şartı tercih edilmiştir. Şayet bunların karşılaşmaları sabit olmazsa o zaman hadisin “mürseli hafî” olma ihtimali vardır.

Mürseli hafî

Aynı asırda yaşayan ravilerden birinin işitmediği bir kimseden hadis rivayet etmesidir. Muanana benzeyenler, zikredilen hükümlerin hepsinde muanan gibidir.

Müteahhir alimler, ğâibde olana verilen icazette “şâfehenî” lafzının kullandılar. Yüzyüze görüşmekte kullanılan “şâfehenî” lafzını ğaibdeki kimseye kullanarak istiare yaptılar.

Aynı şekilde bunlar “ketebe ileyye” lafzını hadis ve benzeri şeylerin yazılmadığı mektup icazetlerinde kullanmışlardır. Halbuki münavelenin sureti şeyhin, eserin aslını talebesine vermesi ve akabinde şöyle demesidir. Bu, falancadan rivayet ettiğimdir. Sen de onu benden rivayet et. Bu durumda şart koşulan, talebenin kitaba temlik yani mülk edinme veya içindekileri nakledebilmek veya karşılaştırmak için ödünç almak gibi yollardan biriyle sahip

Benzer Belgeler