• Sonuç bulunamadı

Ekonomik Analiz

Belgede 21 6 (sayfa 40-44)

Selim SOMÇA⁄

B

B

ilindiği gibi Türkiye sıcak pa-ra hareketlerini serbest bırak-tığı 1989 yılından 2001 yılına kadar olan dönemde sık sık sıcak pa-ra kaçışından kaynaklanan döviz krizleriyle karşılaşmıştır. Bu dö-nemde dövizin nispeten bol olduğu birkaç yılın ardından ya Türkiye’nin cari açığının yükselmesi, ya da dün-yanın başka yerlerindeki finansal çalkantıların Türkiye’ye yansıması sonucunda daima küçük ya da bü-yük döviz krizleri ortaya çıkmıştır. Ancak 2003 yılından itibaren Türki-ye’de dövizin bollaştığını görüyo-ruz. Halbuki bu dönemde Türki-ye’nin cari denge sorunu da çözül-memiş, bilakis daha önce en fazla millî gelirin % 5’ine ulaşmış olan ca-ri açık millî gelica-rin % 8’ine kadar yükselmiştir. Yani Türkiye 2002 sonrasında da nette döviz kazanan bir ülke haline gelmemiştir, piyasa-daki dövizin kaynağı yine yabancı-ların Türkiye’ye soktukları fonlardır. O halde son beş yıldır süregelen bu döviz bolluğunun sebebi nedir?

Türkiye’deki döviz bolluğunun

ne uygulanan IMF programıyla, ne de bazılarının iddia ettiği gibi AKP iktidarıyla ilgisi var. 2003 yılından beri dünya finans piyasalarında çok uzun zamandır görülmemiş bir liki-dite bolluğu ortaya çıktı. Bu bollu-ğun sebebi çok genel bir bakış açı-sıyla, dünyanın zengin ülkelerinin son dönemde büyüme hızlarının ya-vaşlaması, dolayısıyla ekonomile-rinde ortaya çıkan katma değeri ya-tıracak alan bulamamalarıdır. Bura-da Bura-da millî gelir olarak dünya topla-mının dörtte birini, son yıllardaki dünya ekonomik büyümesinin de yarısını meydana getiren ABD’nin önemi büyüktür. Yani küresel liki-dite bolluğunun ülke bazında en önemli kaynağı ABD’dir. Başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerde biri-ken sermayenin yatırıma dönüşeme-mesi durumunda, fazla sermaye gi-derek artan oranda finans sermaye-sine dönüşmekte ve menkul kıymet borsalarına yönelmektedir. Nitekim son dönemin en bariz özelliği başta ABD olmak üzere bütün dünya bor-salarının daha önce görülmemiş se-viyelere yükselmesidir. Bu uzun yükseliş dalgaları sonucunda geliş-miş ülke sermayesinin elinde büyük miktarda yeni fonlar birikmeye de-vam etmektedir. Bu fonların hepsi-ni gelişmiş ülke piyasalarında değer-lendirmek, bu piyasalarda gelinen seviyeler gözönüne alınırsa, portföy yönetimi açısından uygun değildir. Dolayısıyla bu fonların bir bölümü 2003 yılından itibaren dünyanın her tarafına, tabii bu arada Türkiye piya-salarına da akmaya başlamıştır. Tür-kiye’de son dönemde gözlenen dö-viz bolluğu da, yabancıların birçok Türk şirketini satın almaları da bu akışın bir sonucudur. Bu olgunun Türkiye’nin ekonomik durumuyla

veya Türkiye’deki iktidarla doğru-dan bir ilgisi yoktur.

Peki, finans camiasında “küresel likidite bolluğu” olarak adlandırılan bu olguyu nasıl değerlendirmeliyiz? Bu bolluk iyi midir, kötü müdür, bi-ze bir zararı var mıdır ve ne kadar sürecektir? Birincisi, bu dünya kapi-talizmi açısından bakıldığında bir hastalık belirtisidir. Kapitalizmin sağlıklı seyri, ekonomik faaliyetten elde edilen sermaye birikiminin ye-niden üretken alanlara yatırılabilme-si, böyle sistemin büyüyerek yoluna devam etmesidir. Ancak bu çevrim her zaman bu şekilde gitmez; za-man zaza-man kapitalizmde ortaya çı-kan sermaye birikimi, reel ekonomi-nin yatırım ihtiyaçları tarafından ab-zorbe edilemeyecek boyutlara ulaşır. Bu durumda sermayedarların elinde biriken para ellerini yakmaya başlar. O zaman tipik çözüm atıl fonların doğrudan üretimle ilgili olmayan her çeşit borsa ve gayrimenkul spe-külasyonuna akmasıdır. İşte menkul ve gayrimenkul yatırımların fiyatla-rının uzun yıllar boyunca görülme-miş düzeylere ulaşması böyle dö-nemlerde mümkün olur. İçinde bu-lunduğumuz dönemde Türkiye da-hil olmak üzere bütün dünya borsa-larında ve gayrimenkul piyasaların-da görülen çok yüksek fiyat düzey-leri de bu sebepten kaynaklanmak-tadır. Kapitalizmin tarihinde 19. yüzyıl ortalarından itibaren ortaya çıkan bu tür aşırı birikim-yetersiz büyüme dönemlerinin hepsi şimdi-ye kadar daima borsalarda oluşan spekülatif balonların patlamasıyla başlayan büyük ekonomik krizlerle sonuçlanmıştır. Bu seferki aşırı ser-maye birikimi döneminin de farklı bir biçimde sonuçlanması için bir se-bep görünmüyor. Bu durumda

kiye gibi ülkelere gelmiş olan finan-sal fonların derhal anavatanlarına döneceği muhakkaktır. Dolayısıyla böyle bir küresel finans krizi Türki-ye’ye de büyük bir döviz krizi olarak yansıyacaktır.

Peki böyle bir kriz nerde ve nasıl ortaya çıkacaktır? Krizin ilk olarak şu anda çok şişmiş olan ve şişmeye de devam eden finans piyasalarında patlak vereceğine kesin gözüyle ba-kabiliriz. Çöküş hareketi dünyanın herhangi bir ülkesindeki, herhangi bir finans piyasasaında başlayabilir. Hareketin küresel bir finans krizine dönüşmesi ise ancak ABD finans pi-yasalarını da etkisi altına almasıyla mümkün olabilir. Dolayısıyla küre-sel likidite bolluğunun devamı açı-sından ABD finans piyasaları refe-rans noktası alınabilir. Orada bü-yük düşüşler yoksa, bazı yerel çal-kantılar meydana gelse de sistemin toparlanacağı ve yoluna devam ede-ceği kabul edilebilir. Demek ki kü-resel likiditenin seyri hakkında fikir edinmek isteyenler ABD finans piya-salarını takip etmek durumundadır. Türkiye gibi ülkelere yönelik para akışı tamamen gelişmiş ülke finans piyasalarındaki yüksek seviyelerin devamına bağlıdır. Nitekim eskiden Türkiye ile ABD borsaları arasında hemen hiçbir paralellik gözlenmez-ken, 2003’ten sonraki dönemde İMKB’nin New York Borsasıyla bü-yük bir korelasyon göstermesi dik-kat çekicidir. Bu spekülatif hareket-lerin daha ne kadar süreceği konu-suna gelecek olursak, kaçınılmaz görünen genel çöküşün ne zaman patlak vereceğini öngörmek imkan-sızdır, çünkü bu binlerce faktöre bağlıdır. Fakat böyle bir çöküş için gereken objektif şartların ABD eko-nomisinde olgunlaşmakta olduğunu söyleyebiliriz. 2007 sonunda ABD ekonomisi böyle bir çöküşe çok ha-zır duruma gelmiş olabilir, ama çö-küşün ne zaman başlayacağı hakkın-da yine de kesin bir şey söylenemez. Kesin olan böyle bir riskin artık gün-deme girmiş olmasıdır. Bundan ko-runmak için yapılacak iş gelişmeleri yakından izlemek ve fazla risk al-maktan kaçınmaktır.

Özetlersek, içinde bulunduğu-muz döviz bolluğu ve menkul ve

gayrimenkul fiyatlarındaki rekor se-viyeler böyle bir küresel olgunun so-nucudur ve bu olgunun sonu da çok uzak görünmüyor. Demek ki orta vadeli bir bakış açısıyla şu andaki ortam elimizdeki menkul ve gayri-menkul varlıkları satmak için uy-gun, yenilerini satın almak için ise uygun değil. Dövizle borçlanmak da, TL bazında olsa da, uzun vade-li ve değişken faizvade-li borç almak da riskli. Uzun vadeli ve sabit faizli TL borçlanmak ise (tabii karşılığında bir kazanç elde edilecekse) mantıklı.

Öte yandan Türk ekonomisinde son yılların başka önemli gerçekleri olan yüksek dış ticaret açığı, düşük büyüme hızı, yüksek işsizlik, dü-şük kârlılık gibi olumsuz gelişmele-rin küresel likidite bolluğuyla

doğ-rudan bir ilgisi yok. Yani “Dünya fi-nans piyasaları patlama yaptığı için Türkiye’nin ithalatı da mecburen patladı” gibi bir ilişki yok. Bunlar tamamen IMF’nin Türkiye’de uygu-ladığı politikaların bir sonucu. Bun-larla küresel likidite arasında şöyle bir ilişki var: Eğer küresel likidite bolluğu olmasaydı. Türkiye IMF po-litikalarının sonucu olan yüksek ca-ri açık yüzünden çoktan bir döviz krizine girmişti. Küresel likidite bol-luğu hatalı IMF politikalarının bu-güne kadar sürdürülebilmesini sağ-ladı. IMF politikalarının Türkiye’de ne gibi sonuçlar yarattığınıve bu po-litikalarla kürsel likidite bolluğu arasındaki etkileşimin sonuçlarını da Bildiren’in önümüzdeki sayısın-da ele alacağız.

37

TEKNOLOJ‹

Mehmet ZA‹M Teknoloji Komisyonu Baflkan›

Ö

Ö

nceki yazımızda ArGe çalış-malarını özetle; “yeni malze-meler, yeni ürünler ya da ci-hazlar üretmeye; yeni süreçler, sis-temler ve hizmetler tesis etmeye ya da halen üretilmiş veya kurulmuş olanları önemli ölçüde geliştirmeye yönelmiş sistemli çalışmalar” olarak tanımlamıştık. Yine bu yazıda Ar-Ge’nin “bir amaç değil, pazar hedef-lerimizin gerçekleştirilmesi için bir araç” olduğunu belirtmiş ve ArGe stratejisi olarak “önce pazar ve ürün hedefi, sonra iyi bir fizibilite ve plan-lama, sonra ArGe” önerisini getirmiş-tik. Bu arada ArGe’nin “maliyetli ve belirli oranda riskleri olan, ancak ge-tirisi yüksek bir yatırım” olma özelli-ğini vurgulamıştık.

Bu nedenlerle ArGe çalışmaları, firmaların gerek örgütsel yapılarını, gerekse teknik, idari, mali ve insan kaynakları yönetim süreçlerini önem-li ölçüde etkileyen çalışmalardır. Da-ha açık bir ifade ile, ArGe çalışmaları yoluyla pazar ve rekabet üstünlüğü stratejisini benimsemiş firmaların di-ğer tüm faaliyetlerini bu stratejiye uygun olarak örgütlemeleri ve yönet-meleri gerekir. Aşağıda bu konu çe-şitli yönleriyle irdelenmiştir.

Organizasyon Boyutu

ArGe yarı zamanlı bir iş değildir. ArGe için firma organizasyonu içinde ayrı bir fonksiyonel yapı

oluşturulma-lıdır. Bu yapı ürün/hizmet geliştirme fonksiyonunu (örneğin mühendislik birimi) ile birlikte düşünülmelidir. Ar-Ge stratejisini belirlemiş firmalarda, ArGe/mühendislik, pazarlama/satış ve üretim/ürün desteği fonksiyonları üçlü sacayağını oluştururlar. Önemli ölçüde alt yüklenici ve dış kaynak kul-lanan firmalarda mal/hizmet tedarik fonksiyonlarını da bu grup içinde de-ğerlendirmek gerekir.

Yönetim Boyutu

ArGe, yeni ürün/hizmet geliştir-me sürecinin en kritik halkasıdır. Kri-tikliği, ArGe çalışmalarında belirsizli-ğin ve riskin nispeten daha fazla ol-masından kaynaklanır. ArGe’nin işlet-menin performansı üzerindeki büyük etkisi, onun her türlü planlama ve yö-netim faaliyeti ile ilişkisinin dikkatli bir biçimde belirlenmesini gerektirir. ArGe, yönetim boyutunda aşağıdaki gruplar altında incelenebilir:

Stratejik Yönetim

Teknoloji Yönetimi

Fonksiyonel Yönetim

Proje Yönetimi

İnsan Kaynakları Yönetimi

Bilgi Yönetimi

Bir ArGe projesi, çalışmanın ama-cına göre, orta ya da uzun vadeli bir yatırım olarak görülebilir. Hemen be-lirtmek gerekir ki, burada orta ve uzun vade ifadesi sektöre ve firmaya göre değişken bir süreyi tanımlar. Ar-Ge, firmanın uzun vadeli bir pazar hedefi için, orta vadede gerçekleştire-ceği ürün/hizmet geliştirme çalışma-larının temeli ve ilk aşamasıdır. Bu nedenle ArGe çalışmaları, amaç,

he-def ve kapsamları firmanın stratejik planlama aşamasında belirlenen ça-lışmalardır. ArGe çalışmalarının per-formansı, stratejik yönetimin bir par-çası olarak izlenmek zorundadır.

Günümüzde teknolojinin değişi-mi çok hızlıdır. ArGe çalışmaları açı-sından baktığımızda firmaların, ge-rek ürün veya hizmetlerini oluşturan teknolojiler, gerekse bu ürün ve hiz-metlere ulaşma sürecinde kullana-cakları altyapı (örneğin ArGe ve üre-tim altyapısı) açısından bu hızlı deği-şime ayak uydurmaları gerekmekte-dir. Teknoloji nereye gidiyor, biz ne-reye gitmeliyiz, şu anda neredeyiz ve aradaki açıklığı nasıl kapatırız gibi sorulara cevap verecek bir yönetim mekanizması oluşturulmalıdır. Firma elindeki teknoloji envanterini gerçek-çi bir bigerçek-çimde bilmeli, pazar ve ürün/hizmet hedeflerine uygun ola-rak bu envanteri nasıl geliştireceği-ni/değiştireceğini gösteren teknoloji yol haritalarına sahip olmalıdır.

Doğaldır ki çoğu firma, özellikle KOBİ’ler, ürün veya hizmetlerini oluşturan teknolojilerin tamamına özgün olarak sahip olamayacaklar-dır. Bu mali açıdan çok zor olduğu gi-bi, gerçekte de firmanın özgün olarak geliştirmesi ve sahip olması gereken “kritik” teknolojilerin sayısı, firmanın ürün ya da hizmetlerine pazarda farklılık ve rekabet gücü yaratacak olanlarla sınırlıdır. Dolayısı ile hazır-lanacak yol haritaları ve teknoloji yö-netimi fonksiyonu ile firma, hangi alanlarda özgün ArGe’ye ihtiyacı ol-duğunu, hangi alanlarda işbirlikleri-ne (örişbirlikleri-neğin üniversiteler ile iş

birliği-KOB‹’lerde ArGe

Çal›flmalar›

ne, ya da ortak projelere) gitmesi ge-rektiğini, hangi alanlarda sadece satı-nalım yoluyla ihtiyaçlarını karşılaya-bileceğini belirleyebilir.

Bir ArGe organizasyonu hem fir-manın teknoloji yönetimi kapsamın-daki ArGe faaliyetlerini yürütüp, hem de ürün/hizmet geliştirme projelerin-de görev alabilir. Bu neprojelerin-denle ArGe bi-rimleri fonksiyonel yönetim açısın-dan hem bir masraf merkezi, hem de bir maliyet merkezi gibi yönetilirler. Birinci şekilde ArGe biriminden bek-lenen, kendine ayrılan ArGe bütçesi-ni, firmanın stratejik boyuttaki tekno-lojik amaç ve hedeflerini gerçekleştir-me yönünde en verimli biçimde kul-lanmasıdır. Diğer bir deyişle, belirlen-miş yıllık bütçe içinde yararlı çıktıları-nı maksimize etmesidir. İkinci şekil-de, birim kaynaklarının çeşitli projele-re tahsisi söz konusudur. Bu tahsis tam zamanlı ya da bir matris yönetim çerçevesinde yarı zamanlı kaynak tahsisi olarak gerçekleşebilir. Bu kap-samda gerçekleşen kaynak kullanım-ları, ilgili projelerde maliyete dönü-şür. Görüldüğü üzere ArGe çalışmala-rı, firmanın yönetim şekli üzerinde önemli gereksinimler tanımlamakta-dır. Yalnız bu gereksinimler bile fir-maların yönetim süreçleri üzerinde çok önemli gelişmelere ve verim artış-larına neden olabilmektedir.

Gerek teknoloji yönetimi kapsa-mındaki ArGe faaliyetleri, gerekse ürün/hizmet geliştirme çalışmaları, “proje yönetim” disiplini ile gerçekleş-tirilmesi gereken çalışmalardır. Bu yak-laşım ArGe çalışmalarını rasgele çıktı üreten, yüksek riskli çalışmalar olmak-tan kurtarıp, somut çıktıları hedefle-yen, kapsamı, zamanlaması ve bütçesi tanımlı, riskleri yönetilebilen çalışma-lar oçalışma-larak gerçekleştirilmesini sağçalışma-lar. Bu nedenle ArGe çalışmaları yürütecek firmaların proje yönetim süreçlerini de oluşturmuş olmaları gerekir.

ArGe çalışmalarında önemli bir boyut ArGe personelinin istihdamı ve yönetimidir. ArGe açısından insan kaynakları yönetimi, bu konuda çalı-şacak personelin bilgi, yetenek ve do-nanım itibariyle farklı niteliklere sa-hip olmasından kaynaklanan neden-lerle, klasik yaklaşımların dışında ila-ve yönetim becerileri gerektirir. ArGe her alanda olduğu gibi, personel

açı-sından da “sıradanlığı” ve “tek tipli-ği” kabul etmez. Bu nedenle ArGe personeli istihdamı sürecinde yöneti-ciler karşılaşacakları “farklılıkları” iyi değerlendirebilecek vasıflara sahip olmalı, gerekirse bu konuda danış-manlık hizmeti almalıdırlar. Persone-lin sevk ve idaresi boyutunda ise tek-nik yetkinlik çok önemlidir ve ArGe birimi yöneticilerinin hem idari, hem de teknoloji liderliği vasıflarının ol-ması gereklidir. ArGe birimi oluştur-mayı hedefleyen firmaların, ücret, ça-lışma saatleri, hatta kılık-kıyafet ya da internet kullanımı gibi günlük konu-lardaki insan kaynakları yönetim po-litikalarını gözden geçirmeleri gere-kebilir. Diğer önemli bir husus, firma içindeki farklılıkların sosyal etkileri ve bu etkilerin nasıl yönetileceği ko-nusunda firma politikalarının oluştu-rulması ve belirlenen ilkelerin, neden-leri ile personel ile paylaşılmasıdır.

ArGe’nin en temel ürünü nedir sorusunun en genel geçerli cevabı “bilgi” olacaktır. Buradaki bilgi ifade-si, “bilgi toplumu” çağına adını veren ve “bir üretim faktörü” olarak değer-lendirilmeye başlanan bilgidir. ArGe çalışmaları ile elde edilen bilgi bir “firma varlığı”dır. Modern değerle-me yaklaşımlarında bir firmanın de-ğeri yalnız maddi varlıklarıyla değil, başta ArGe ile oluşan bilginin de için-de bulunduğu maddi olmayan var-lıklarıyla da ölçülmektedir. Bu varlı-ğın, yani bilginin yönetimi çok boyut-lu bir süreçtir. Bu süreçlerin en başın-da, teknik, mali ve idari süreçlerde ortaya çıkan açık bilginin yönetimi, personelde oluşan örtük (zımni) bil-ginin yönetimi ve bilgi varlıklarının korunması gelmektedir.

Günümüzde firmalarda açık bilgi-nin yönetimi, yönetim bilgi sistemleri, kurumsal kaynak planlama sistemleri ile oldukça kolaylaşmıştır. Düzgün bir yatırım planlaması ve tedarik pro-jesi ile her firma bünyesinde böyle bir sistemi oluşturabilir. Ancak en mo-dern yönetim bilgi sistemleri ve sü-reçleri kullanılsa dahi, bu sistemlerde, firmada oluşan bilginin en fazla %20’sinin (dünya ortalaması) kayıt al-tına alınabildiği bilinmektedir. Olu-şan bilginin diğer kısmı, diğer bir de-yişle firmanın maddi olmayan varlık-larından büyük bir bölümü

personel-de örtük olarak saklanmaktadır. Bu nedenle modern bilgi yönetimi anla-yışında, bu örtük bilginin firma içinde yaygın paylaşımı ve ürünlerde kulla-nılarak açık hale getirilmesini sağla-yacak yöntem ve altyapılara da yer verilmektedir. Bu altyapıların en so-mut örneği, firma içi bilgi paylaşım ve iş birliği ortamı sağlayan “Intranet” uygulamalarıdır. Diğer yandan firma-lar bilgi varlıkfirma-larının saklanması ve korunması, fikri ve sınai hakların yö-netimi konusunda da süreçlerini ge-liştirmek zorundadırlar.

Alt Yapı Boyutu

ArGe alt yapı yatırımları, gerek ilk yatırım, gerekse yatırım idamesi ve iş-letme yönüyle ArGe çalışmalarının fi-zibilitesi açısından önemli kalemler-dendir. Bu yatırımları donanım, yazı-lım ve hizmetler olarak üç boyutta ele almak mümkündür. Donanım boyu-tunda prototip üretim, test ve ölçüm cihazları ile bilgi teknolojileri dona-nım yatırımları önemlidir. Yazılım bo-yutunda en önemli kalemleri bilgisa-yar destekli mühendislik ve tasarım araçları oluşturacaktır. Kurumsal yö-netim yazılımları, bilgi yöyö-netim yazı-lımları, ofis yazılımlarına ilişkin yatı-rımların boyutu firma personel sayısı-na göre değişkenlik gösterir. Bununla birlikte, bu alanlarda “açık kaynak” alternatif ürünlerin varlığı, konuya hakim firmalar açısından bir avantaj-dır ve bu yöntemle ilk yatırım/işlet-me maliyetlerinde büyük tasarruflar sağlamak mümkündür. Hizmetler bo-yutundaki önemli kalemler arasında internet erişimi, ücretli araştırma, is-tatistik, v.b. bilgi hizmetlerine erişim, yayın abonelikleri sayılabilir.

ArGe, yenilikçi ve rekabetçi firma-lara büyük ticari yararlar sağlama tansiyeli olan bir yatırımdır. Bu po-tansiyelin somut sonuçlara dönüşme-si, çalışmaların örgütlenme, yönetim ve altyapı boyutlarının nasıl planlan-dığı ve hayata geçirildiğine bağlıdır. ArGe çalışmaları yoluyla pazar ve re-kabet üstünlüğü stratejisini benimse-yen firmalardan başarılı olanların, teknik başarıları en yüksek olanlar-dan değil, ArGe çalışmalarını tüm bo-yutlarıyla etkin bir biçimde yönetebi-lenler arasından çıkması tesadüf değildir.

39

Belgede 21 6 (sayfa 40-44)

Benzer Belgeler