• Sonuç bulunamadı

İktisadi sistemlerin başlangıcından itibaren ekonomik büyümeyi açıklamaya çalışan çeşitli modeller oluşturulmuştur. Klasik iktisadi dönem öncesinde yeralan merkantilizm ve fizyokrasi ekonomik büyümeyi sırasıyla kıymetli madenlere ve tarıma dayandırmışlardır. Merkantilizm, 15. yüzyılın ortalarından itibaren 18. yüzyılın ortalarına kadar hüküm sürmüştür. Bu dönemde Batı Avrupa’da özellikle İngiltere’de iktisat politikası olarak ugulanmıştır.

Merkantilist düşünce sisteminde ticari kapitalizmdeki gibi ekonomik zengilik ya da büyüme, ülkelerin ellerinde bulundurduğu altın, gümüş gibi kıymetli madenlerin miktarıyla belirlenmiştir. Ekonomik büyümenin gerçekleşmesi için kıymetli maden miktarının arttırılması gerektiği savunulmuştur. Dolayısıyla Merkantilistler, sanayi ve ticarette olması gereken kuralların oluşmasına, dış ticaret bilançosunun fazla vermesine ve uluslararası ilişkilerde kendi ülkesinin politikalarını temel kabul edip kendi çıkarlarını koruyan politikalar uygulamaya dikkat etmişlerdir.

17. yüzyılın sonlarına doğru Merkantilist düşünce sistemine karşı çıkan Fizyokrat düşünce sistemi gelişmiştir. Fizyokratlar, büyümenin sanayi ile değil de tarım sektörünün öncülüğünde gerçekleşeceğine inanmışlardır. Ayrıca zenginliğin kaynağını tarıma bağlamışlar ve ekonomik faaliyetlerin doğal bir döngü şeklinde gerçekleşeceğini ileri sürmüşlerdir. Bu yüzden devletin ekonomiye müdahale etmesinin gereksiz olduğuna ve

28 ekonominin kendiliğinden dengeye geleceğini savunmuşlardır (Berber, 2006: 49-50).

18. yüzyıl ve 19. yüzyıllara gelindiğinde Adam Smith (1776), David Ricardo (1817) ve Thomas Malthus (1798) öncülüğünde Klasik Büyüme Modelleri geliştirilmiştir. Klasik iktisatçılardan Adam Smith (1776), merkantilist düşünce tarzını reddederek iktisat literatürüne yeni bir bakış açısı kazandırmıştır. Smith, ülkelerin zenginleşmesini tasarruf, yatırım, işbölümü, eğitim ve sermaye oluşumu gibi değerlerin gelişmesiyle gerçekleşeceğini savunmuştur (Skousen, 2010: 136). Daha sonra Frank Ramsey (1928), Allyn Young (1928) ve Joseph Schumpeter (1934) modern ekonomik büyüme teorilerinde kullanılan rekabetçi davranış yaklaşımları, sermaye birikimlerinin gerçekleşmesi, gelirle nüfusun artması, teknolojik yeniliklerin büyümeye olan etkisi gibi daha birçok temel sayılan unsurları oluşturmuşlardır (Parasız, 2003: 1).

Ekonomik büyüme geçmişinin temelinin klasik büyüme modelleriyle başladığı öngörülmektedir. Fakat; o zamanlarda yaşanan gelişmelerden dolayı Merkantalizm ve Fizyokrasi dönemleri klasik büyüme modellerinin esas itibariyle temelini oluşturmaktadır (Özmen, 2010: 82). Klasik akımdan sonra Keynesyen görüş hakim olmuştur. Keynes, ekonomik büyümeyi 1936 yılında yayınladığı İstihdam, Faiz ve Para Genel Teorisi çalışmasında ele almıştır. Bu çalışmasında Keynes yatırımların istihdam ve gelir artırıcı kısmına değinmiş, sermaye birikimi özelliklerini önemsememiştir (Savaş, 2000 aktaran; Celebcioğlu, 2011: 51). Ayrıca Keynes, eksik istihdamda da ekonominin dengeye ulaşabileceğini ve devlet müdahalesinin olmaması durumunda tam istihdamın tesadüfen gerçekleşebileceğini savunmuştur. Para politikalarının ekonomik dengeyi gerçekleştirmesinde tek başına yeterli olmayacağını bunun yanında maliye politikalarının da uygulanması gerektiğini belirtmiştir (Seçme, 2010: 19).

Devletin ekonomiye müdahale edip etmemesi konusu ve bunun bütün etkileri tarih boyunca iktisatçılar için sürekli tartışma konusu olmuştur. Klasik İktisadi Düşünceyi savunanlar, devletin ekonomiye müdahale etmesinin sınırlı olması gerekliliğini ve devletin kaynaklarını özel sektörden çekmesi halinde piyasalarda aksaklıkların yaşanacağında hem fikirdirler. Dolayısıyla devlet ekonomiye müdahale etmek için harcama ya da vergiler gibi maliye politikası araçlarını kullanması halinde özel sektörün olumsuz etkileneceği görüşünü savunurlar (Tülümce ve Buyrukoğlu, 2013: 60). Klasiklerde, özel sektöre nazaran kamu sektöründe ekonomi payının sürekli artması durumunda harcamaların verimliliğinin ve etkinliğinin düşeceği inancı vardır. Buna bağlı

29 olarak ekonomik büyüme hızının durgunlaşacağına inanmaktadırlar. Böyle durumlarda, ya kamu sektörü etkin değildir ya da düzenleyici faaliyetler sisteme çok fazla bir maliyet bindirmiştir (Işık ve Alagöz, 2005: 64).

Klasiklerin bu görüşünü kabul etmeyen Keynesyen iktisatçılar ise maliye politikaları araçlarını ya da herhangi bir yatırımı gerçekleştirmek için devletin ekonomiye müdahale etmesi gerekliliğini savunurlar. Devlet, yatırım harcaması gibi harcamalar yapması durumunda özel sektör için teşvik edici bir özellik olacaktır. Böyle durumlarda piyasalar olumlu olarak etkileneceği için özel sektör yatırımlarını artıracak buna bağlı olarak milli gelirin artacağını savunmuşlardır (Tülümce ve Buyrukoğlu, 2013: 60). Keynesyen iktisatçılara göre, kamu harcamaları ekonomik büyümeyi etkilemek ve kısa dönemde oluşabilen dalgalanmaları kontrol altına almak için yaratılan bir politika aracı olarak kullanılabilecek dışsal bir faktör olarak algılanmıştır. Wagner Yasası’nda kamu harcamaları içsel bir değişken olarak kabul edilmiş ve nedenselliğin yönü ekonomik büyümeden kamu harcamalarına doğru olduğu savunulmuştur. Keynes Yasası’nda ise dışsal olan kamu harcamalarındaki artışın mili gelirde bir artışa neden olacağı ve bundan dolayı nedenselliğin kamu harcamalarından büyümeye doğru gerçekleşeceği düşüncesi hakim olmuştur (Arısoy, 2005: 2).

1929 büyük dünya buhranı sonrasında Keynesyen düşünceler daha fazla önem kazanmıştır. Özellikle Harrod (1939) ve Domar (1946) tarafından geliştirilen modern büyüme teorileri, yeni ekonomik büyüme teorilerinin gelişmesine olanak sağlamıştır (Berber, 2006: 50). 1950’li yıllardan sonra büyümeye en önemli katkıyı Robert Solow ve Swan yapmıştır. Solow-Swan (1956) modeline, Neo-Klasik büyüme modeli de denilmektedir. Modelde, ölçeğe göre sabit getiri kullanılmış ve çeşitli durumlarla büyüme hızının gelişeceği varsayılmıştır (Parasız, 2003: 1-2).

1980’li yıllara kadar Neo-Klasik model ekonomik büyümeye damgasını vurmuştur. Modelde ekonomik büyümenin belirleyicisi olarak kabul gören teknoloji ve nüfus artış hızı dışsal olarak değerlendirilmiştir. Daha sonraki yıllarda özellikle Paul Romer (1986) ve Robert Lucas (1988) tarafından içsel büyüme modeli geliştirilmiştir. Bu modelde ise, Neo-Klasik büyüme modelinin aksine teknoloji içsel olarak incelenmiştir (Taban, 2016: 36). Neo-Klasik anlayış, ülkeler arası büyüme farklılıklarını açıklama kısmında yetersiz kaldığında ise içsel büyüme modelleri geliştirilmiştir. Bu büyüme modellerinde emek, sermaye gibi üretim faktörleri ile bir ülkenin elinde bulundurduğu

30 beşeri semaye, ülkelerin birbirleriyle yaptıkları dış ticaret, ülkeler arasındaki ekonomik kalkınma ve ülkelerin yaptıkları kamu harcamaları dikkate alınmıştır (Oktayer ve Susam, 2008: 146).

Benzer Belgeler