• Sonuç bulunamadı

4. BÖLÜM: FOUCAULT ve İNSAN DOĞASI

4.4. DİRENİŞ VE ÖZGÜRLÜK

biçimlerinin oluşması, gelişmesi ve dönüşmesi, sorunsallaştırmanın tarihidir, yani

“düşünce tarihi”dir. “Düşünce” de çeşitli biçimlerde “doğru ve yanlış oyunu”nu ya da

“hakikat oyunu”nu belirleyen, böylelikle de deneyimi ve onun öznesini kuran şeydir.

“Düşünce” yalnızca felsefe ya da bilime özgü teorik ifadelerde değildir; bireyin özne olarak ortaya çıktığı tüm konuşma, yapma ya da davranış biçimlerinde aranması gereken bir şeydir (Keskin, 2014: 13).

“Kimlik” veya “bireysellik” derken Foucault’nun kastettiği, insanın kendisine atfettiği veya kendisine atfedilen bir “deneyimler” –bilme, inanma, arzulama, hissetme, davranma, eyleme veya Foucault’nun sıklıkla tercih ettiği bir terminolojiyle söylersek “var olma” biçimleri- kümesidir. Ama insanın bir deneyimi ve ona tekabül eden kimliği görmesi, kendini bu deneyim ve kimliğin öznesi konumuna yerleştirmesi anlamına gelecektir. “Özne” olmak veya “öznellik”

kavramlarını ise Foucault geleneksel, neredeyse Descartesçı bir anlamda; yani insanın bir deneyimle kurduğu ve bu deneyimi kendi deneyimi olarak görmesini sağlayan bilinç ilişkisi anlamında kullanır (Keskin, 2012: 14).

Bununla birlikte Foucault açısından, kendimizle sürdürmemiz gereken ilişkiler kimlik ilişkileri değil; farklılaşma, yaratma, yenilik ilişkileri olmalıdır (Foucault, 2012: 282).

Çünkü Foucault’ya göre tarihsel süreçlere egemen olan kavramlar, toplumsal biçimlerin çözümlenmesindeki sinir uçları bunlardır. Foucault’nun insanı tarihsel bir kesitin ürünü olarak görmesi, bu bağlamda özneyi temel kavram olarak alması, bizzat onun bakışının tarihselliğindendir. Bu aynı tarihsel bakış öznenin iktidar ilişkileri girdabından çıkış olanaklarını da verir. Direniş ve onun mümkün zemini olarak özgürlük böyle bir olanağın çehresi olacaktır.

kaçıp kurtulma, hileye başvurma, durumu tam tersine çeviren stratejiler olmasaydı iktidar ilişkisi de olmazdı. Fakat “ iktidar her yerdeyse, o zaman özgürlük yoktur” da denemez;

çünkü tüm toplumsal alanlarda iktidar ilişkilerine rastlanıyorsa, bunun nedeni her yerde özgürlüğün de olmasıdır (Foucault, 2014: 236). Bu anlamıyla direniş ve özgürlük de yaşamın tüm alanlarına ve onu kuşatan iktidar ilişkilerine dâhildir. “Yani direnişler iktidar ilişkilerinin stratejik bir unsuru olarak daima iktidara içkin var olurlar. Bu durumda direnişin olmadığı bir iktidar ilişkisinden bahsedilemez. Direnişin yokluğu tahakküm durumunu ifade eder; fakat tahakküm bir iktidar ilişkileri durumunu ifade etmez” (Işık, 2012: 109).

Foucault’nun direnişi iktidarın uygulamasına dâhil etmesi iktidarı “tahakkümden”

ayırt eden başlıca unsurdur. Foucault’ya göre iktidarın olduğu yerde zaten direniş de vardır. Böylece Foucault, iktidar ve direniş arasında ontolojik birliktelik kurmaktadır, yani dinamiğin unsurlarından birinin mevcudiyeti diğerini zorunlu kılmaktadır. Birinin yokluğunda diğerinden de bahsedilemez (Işık, 2012: 108).

Foucault’ya göre, iktidar ilişkileri dışında bir toplum olmayacağını söylemek, kurulu iktidar ilişkilerinin zorunlu olduğunu ya da iktidarın toplumların yüreğinde bir kader oluşturduğunu dolayısı ile yıkılamayacağını söylemek değildir (Foucault, 2014: 77).

Tamamen muzaffer olan ve tahakkümü sınırlandırılamayan iktidar ilişkileri yoktur (Foucault, 2012: 177). İktidar her yerde olsa bile, karşı çıkışlardan ve mücadeleden kopartılamaz. İktidar ilişkileri farklı biçimler altında farklı düzeylerde rastlanabilecek ilişkilerdir ve bu ilişkiler verili, değişmez ve kalıcı ilişkiler değildir. Aksine bunlar hareketli ilişkilerdir, yani değişikliğe uğrayabilir, tersine dönebilirler (Foucault, 2014:

235).

İktidar ilişkilerinin bu hareketliliği iktidara bir sınır koyar. İktidar direnişle karşılaştığı yerde kendi sınırını bulmuş olur. Çünkü iktidarın elinden her kaçanı yakalamak ve her boyun eğmeyene boyun eğdirmek için, iktidar ilişkilerinin giderek her yoğunlaştırılması, her genişletilmesi sonunda gelip iktidarın sınırlarına dayanır. Böylece Foucault’nun iktidarın sınırı olduğu düşüncesi direnmeden ne anladığını da açıklar. “İktidarın sınırı minimal de olsa, “özne olma” sınırıdır, yani iktidar ilişkileri öznelliği tamamen yok edemez ya da direnmeyi tamamen olanaksız hale getirmez. Çünkü bu aşırı durumda iktidar varlık nedenin yitirir ya da mevcut ilişki olmaktan çıkar” (Işık, 2012: 109).

Foucault’ya göre özgürlük her zaman direnişle aynı şey olmasa da özgürlük de direniş gibi iktidar ilişkilerinin dışında düşünülemez. İktidardan arınmış bir özgürlük pratiği

mümkün değildir. Özgürlük direniş dinamiğini mümkün kılan imkânın kendisidir, dolayısıyla iktidarı mümkün kılan da yine odur (Işık, 2012: 109). İktidar yalnızca çeşitli davranış biçimlerinin, çeşitli tepkilerin ve değişik tavırların benimsenebileceği bir imkânlar alanıyla yüz yüze bulunan bireysel ya da kolektif “özgür özneler” üzerinde ve yalnızca onlar “özgür” oldukları sürece uygulanır. “Kölelik, insan zincirlenmiş olduğunda değil (bu durumda söz konusu olan maddi bir kısıtlama ilişkisinin dayatılmasıdır) hareket edebileceği hatta kaçabileceği zaman bir iktidar ilişkisidir”

(Foucault, 2014: 75). “İktidar ilişkisinin özünde yatan ve onu devamlı kışkırtan etken, istencin boyun eğmeyişi ile özgürlüğün inadıdır” (Foucault, 2014: 76). Foucault bu inadı ve direnişi içsel bir özgürlük arzusuna değil, daha çok bir öznelleştirme rejimi ile çekişmeye, mücadeleye bağlar (Işık, 2012: 111).

Foucault genel olarak “niçin direnmeliyiz” sorusuna da doğrudan bir yanıt vermez. Bunun nedeni tüm direnişleri aynı amaç etrafında toplayacak evrenselci bir teorinin daha büyük bir iktidar ortaya koyma tehlikesidir. Çünkü teorik totalleştirmenin sonucu siyasi totalitarizmdir. Foucault açısından direnişin amacı olsa olsa yeni öznelliklerin oluşumunu sağlamaktır. Bu amaç mevcut durumun reddi ile birleşir ve direnişi motive eder. Ama yine de devrim, vb. gibi konvansiyonel politik bir hedef söz konusu değildir (Işık, 2012:

111).

Foucault, bir yandan çağdaş gerçekliğin ve kendi hakkımızdaki gerçekliğin analizi için araçlar yaratmaya çalışırken, diğer yandan da siyasi mücadele aygıtları yaratmaya uğraşır.

Bu çerçevede Foucault’nun iktidara karşı öngördüğü direniş stratejisi de

“mikropolitika”dır. Mikropolitika, tüm mücadele biçimlerinin lokalleşmesini savunur.

Yani eğer iktidar her yerdeyse, ona karşı verilecek mücadelenin de her yerde olması, lokalleşmesi gerekir. İktidar tüm toplumsal düzeylere yayılmış bir ağ olduğundan, yerelleşmiş mücadelenin de bütün bu ağ üzerinde etkileri olur. Fakat Foucault için bu mücadele ya da direniş iktidarı ele geçirmeyi amaçlayan bütünselleşmiş, merkezi ve hiyerarşik bir yapıda olmamalıdır. Bu mücadele ancak yatay düzlemde, bir dizi şeklinde bir noktadan diğerine geçen bir tarzda olabilir. Bu haliyle Foucault, merkezsiz iktidara karşı merkezsiz bir direniş stratejisi öngörmektedir (Işık, 2012: 112).

1960’lardan beri öznellik, kimlik ve bireyseliğin temel bir politik sorun oluşturduğunu düşünüyorum. Bence kimlik ve öznelliği [kendimizin] politik ve toplumsal etkenler tarafından belirlenmeyen derin ve doğal bileşkenleri olarak

görmek tehlikelidir… Kendimiz ve davranışlarımıza dair belli anlayışların tutsaklarıyız. Öznelliğimizi, kendi kendimizle ilişkimizi değiştirmemiz gerekiyor.

(Aktaran: Keskin, 2012: 12-3)

Bu bakış açısıyla Foucault, mevcut iktidar tarafından dayatılan tüm öznellik biçimlerine karşı çıkar: “Bugünkü hedef belki ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir” (Foucault, 2014: 68). Modern iktidar yapılarının eşzamanlı gerçekleştirdiği bireyselleştirmeler ve bütünselleştirmelerden, yani bu siyasi ikili kısıtlamadan kurtulmak için ne olabileceğimizi tahayyül etmek ve bunu gerçekleştirmek zorundayız. Foucault’ya göre günün siyasi, etik, toplumsal ve felsefi sorunu, bireyi devletten ve devletin kurumlarından kurtarmaya çalışmak değil; kendimizi hem devletten hem de devletle ilintili olan bütün bireyselleştirme türlerinden kurtarmaktır. “Yüzyıllardan beri zorla dayatılmakta olan bu tür bireyselliği reddederek yeni öznellik biçimlerine geçerlilik kazandırmak durumundayız” (Foucault, 2014: 68).

Özgürlük, davranış ve eylem biçimlerimiz önünde engel oluşturan ya da oluşturabilecek etmenlerin yokluğu (yani negatif bir özgürlük) değil; bu engelleri aşmak için sahip olduğumuz güçlerin kullanımıdır. Buradaki sorun artık özgürlüğün var olup olmadığı değil, etik olarak nasıl kullanılacağıdır; çünkü Foucault’ya göre etik, özgürlüğün düşünülerek yapılan bir pratiği, özgürlükse etiğin ontik koşuludur (Keskin, 2014: 22).

İnsanlar arasındaki ilişkiler düzeyinde iktidarı belirleyen temel etkenlerden biri olarak rasyonelleşme, iktidar üzerinde aralıksız olarak çalışır ve spesifik biçimler alır. Böylece insanlar arası düzeyde tüm iktidar ilişkilerini bir dereceye kadar siyasileştiren rasyonalitenin kaçınılmaz etkileri hem bireyselleştirme hem de bütünselleştirmedir. Bu yüzden: “Özgürleşme de yalnızca salt bu iki etkiden birine değil; siyasi rasyonalitenin köklerinin ta kendisine saldırmanın ürünü olabilir” (Foucault, 2014: 55-6).