• Sonuç bulunamadı

DİĞER ŞİİRLERİN TÜRKÇE TERCÜMESİ

Belgede Hâlis dîvânı (sayfa 106-146)

D. DÎVÂN’IN TÜRKÇE TERCÜMESİ

4.2. DİĞER ŞİİRLERİN TÜRKÇE TERCÜMESİ

Ey her bir zerrede, siması parlayan sen,

Her bir katrenin özünde, deryası gizli olan sen.

Senin güzelliğinin şimşeğinden Leylâ’nın yüzünde bir ışıltı parladı, Mecnun’u yıldırım çarptı ve senin sevdandan divâne oldu.

Gönül ehli arasında, bu ne kargaşa ve ne heyacandır,

Kimi gördüysem, kendinden geçmiş senin sahrana doğru koşuyor.

Senin tecellin ufuklarda görüldüğünden beri,

Akıl ve baş gözü senin yüzünde yanmada ve tutuşmadadır.

Tekke ve medresede senin heyecanından başka bir şey yoktur, Mescid ve dergâhta senin telaşından başka bir şey yoktur.

Gökte ruh ve yerde cisim senin meskenin olmaz,

Senin aşkından divâne olmuş Hâlis, bugün sarhoş olmuş değildir. Tâ ezelde, senin dile düşmüş sarhoş ve âşığın olmuştur.

(2)

Hey kardeş, bir kere sen gözünü, Zan perdesinden arındırıver.

Bak, varlık nuru her yerde,

Her kapı ve duvara ışığını yansıtmış.

Gözünü aç ta bak, dünyada:

“Evde Mülk sahibinden başka kimse yoktur”.225

“O her an faaliyettedir”226

İç âlemimiz ve dış âlemimizde tecelli ederek.

Onun tecellisi ardı ardıncadır amma, Onda tekrarın tevehhümü yoktur.

Mazharlarda yansımaya başlayınca,

Eserlerin çokluğundan dolayı, bir tek iken yüz oldu. İşte bu sebeptendir ki varlığın birliği,

Bizim gözümüze çok olarak görünür.

Değil mi ama Hâlis’in gözünde, o birçok şey, Sayıca bin olsa da birden başkası değildir.

(3)

Can kuşu senin ayrılığının bağında yorgun ve bitkin düştü, Akıl senin aşkının sevdasından inlemekli oldu.

Kim senin kavuşma arzunla senin gamından gönül kanı içtiyse,

225 Bayezîd-i Bistâmî. 226 Rahmân, 55/29.

Ona müjdeler olsun ki, ruhu sırlara sırdaş oldu.

Ey ayrılık karanlığında olan, gözünü aç ve bak, Baştanbaşa âlemin zerreleri, nurların doğuş yeri oldu.

Senin cemâlinin sırrını duymayan kulak sağırdır, Seni görmekten mahrum olan göz kör olsa daha iyidir.

Her kimin ki, gönlünde dostun rızasından başka bir şey olmazsa, O, sıdk ve sefa yüzünden sevgiliyi görmenin perişanlığında olur.

Ne mutlu o kalbe ki, mey ile dolmuş ve benliğinden boşalmıştır, Ve ne mutlu o başa ki, elinde kadehle oldu.

Hâlis, mürşidin dergâhında seni arayarak,

Hırkasını ateşe verdi ve beline zünnar bağlayanların halkasına girdi.

(4)

Ya Râbb! Necef Sahrasına ne şekilde varayım, Yüce Necef dergâhında muradımı bulayım.

Varlık karanlığından dışarı çıkmak zor iştir, Âlemi süsleyen Necef güneşinin doğuşu olmadan.

Hızır gibi hayatta kalır o kimse ki eğer,

Necef deryasının suyunun feyzinden bir yudum bulursa. O başa, can feda olsun ki aşk sevdasından,

Bir dem bile Necef arzusunun zevkinden ayrı kalmaz. Bir kişi dileğinden nasıl mahrum olur, eğer baş koyarsa, Yüce Necef dergâhının yolunun toprağına.

Ne mutlu o âna ki Hâlis, Alî’nin peşinden,

(5)

Vasfının nuru âlemde cemâl göstermiş olan Hak, Bir güneştir ve bütün âlem ondan gölgeye çekilmiştir.

Güneş ve gölge, her ikisi gerçekte birdir, Her ne kadar senin için farklı olsa da, mesela.

Fakat her bir gölgede, bir renkte görünür olmuştur, Birinde Cemâl’inin nuru açıktır ve ötekinde Celâl(i). Ey şeriatta yüce makama sahip olan kişi,

Senden sormak istediğim bir iki nükte vardır.

Gerçi vücud sahrasında dolanan senin vücudundur, Öyleyse Hak’kın vücudu o sahrada nerede bulunur?

Vücudu mutlakta var olan Hak’tır, gayrısı hiçtir, Bu gizli şirki bitir, bu dedikoduyu kısa kes.

Hâlis, ihlâsından her dem gönülde bu nükteyi söyler, Kâinatta suretler tarafında Hak’tan başkası yoktur.

(6)

Senin aşkının üzüntüsünden her akşam ta sehere kadar ey sevgili, Ağlayıp inliyorum ve ciğer(imin) kanı(nı) içiyorum.

Senin ayrılığının çölünde o kadar çok gezdim ki, Divaneliğim her taşın kalbinde iz bıraktı.

Senin ben zavallıya ettiğin haksızlığın ey sevgili, Şerh ve beyanını iki yüz yıl anlatsam da sona ermez.

Senin hüzün hazinen gönül viranemde yerleştiğinden beri, Hakikaten de, kalbim altın, gümüş ve mücevherle dolmuştur.

Ey uyanık gönüllü ârif kişi, iyisi mi sen vatana bir sefer kıl, (Yoksa) sıla gününde dostun sesini duyamayabilirsin.

Hâlis, senin aşkından dolayı iki âlemde de mahcup olmuştur, Senin dudağının sevdasından başka hiç bir şey aklında yoktur.

(7)

Bizim sevgilimiz başkasının nazarından gizlidir, Ciğeri yanan âşıkların gözüne görünür.

Her nere gittiysem senin yüzünün ışığını gördüm, Güneşin yüzünün aydınlığının izaha ne ihtiyacı var.

Aşkının sarhoşu olan, güzel yüzlülere meyl etmez,

Kıyamet sabahına kadar senin yüzüne bakıp durmaktadır.

Eğer âşıklıktan ve aşktan bir tat almışsan,

O bilmek sana nazar sahiplerinin himmetindendir. Senin aşkının düşüncesini herkesin gönlü kaldıramaz, Senin hayalinin halleri, ciğeri kanlı gönüllerdir.

Gönlü kara, çaresiz âşığın lâmbası,

Ey Hâlis, pîr-i muğanın nazarının ışıklarındandır.

(8)

Ey Müslümanlar! Bu ne hâldir, şaşkınlık içindeyim, Ne şeriat yolunda gidiyorum, ne kâfir ne de Müslüman’ım.

Bazen aşkla mutluyum bazen adı çıkmış Mecnunum, Bazen yersiz bir derviş bazen âlemin sultanıyım.

Aşk şarabını içtim içeli puthanede kâfir oldum, Ne mezhep ne din biliyorum, hiç kararım yok.

Git ey zâhid, bize şeriat ve din yoluna gel deme, Çünkü ben aşk sarhoşuyum, bir şeye ihtiyacım yok.

Başı kapataraktan kuru zühdden tamamen soyutlanmışım, Çok şükür bâde içenlerin düşüncesindeyim.

Ben vahdet köyünde Vâhid’in sözünü etmekteyim,

Ne zamanın padişahından ne de hırka giyenlerden korkarım.

Aşk, perdeden başını çıkarınca canımıza bayrak dikerse,

Hem o can sultanı tenden dışarı çıkar hem de din ve imanım olur.

Ey âbid! Din yolunda eğer aşktan dolayı kâfir olursam,

Daha ilk günümde beni (itham) eylediler: (ama) ben ne oyum ne buyum.

Ey Hâlis! Sana Gavs dostundan feyiz erişirse layıktır ki,

Âleme duyurasın, Geylân Sultanının köpeği olduğunu açıklayasın.

(9)

Ey sevgiliyi görmeye arzulu bülbül, Sevgiliye kavuşmaktan uzak olmayasın.

Gönlün hayat dolu, zevkin mübarek olsun, Senin yanman, âşıkları uyanık etti.

Aşk köyünde, kendinden geçmişlerin hay huyu, Gönül ehli olanları sırlardan haberdar etmektedir.

Nağme okuyana, şarkı okurken ne oldu ki, Akıllı olan, sarhoş ve sarhoş olan, ayık oldu.

Sakînin kadehe döktüğü o şaraplar var ya, İki âlem de ondan, baygın ve sarhoş oldu.

Binlerce canlı nakışla dolu bir güzellik, Ovaya ve çarşıya tecellide bulundu.

Kimi aşktan dolayı çöllere düşmüş, Kimi çarşıda onu satın almakta.

Hâlis, onun mührünü zerrelerde görünce, Dudağını duvar gibi, onun mührüyle mühürledi.

(10)

Ey yüzünün nuru her zerrenin canında görünmekte olan, Gören göz her yerde senin yüzünü görmüştür,

Senin âşikâr oluşun, görünen her şeyde ayandır, Görmeyenin gözünün bakışına görünmez.

Okyanus deryası âlemde çalkalanmaya başlayınca, Sahranın suretinin yüzü göze görünür olmuştur.

Güneş bir tek parıltıdır fakat, cilveden bir parıltıdır, Gökyüzü onun parıltısının rengiyle, rengârenk olmuştur.

Her güzellik ve tatlılığa konulmuş bir güzelliktir, Her çehrede tecelli etmiş bir yüzdür.

Bakan, Mecnun’un gözü ile baktı,

Leyla’nın güzelliği ve yüzünün cemâlinde göründü. Âlemde adı anılan bu katre ve dalga,

Hakikât nazarında denizin kalbinden başka bir yerde olmaz.

En uzak mevcudun başlangıcı bile Ahîrden’dir, Sonun başından bir teklik olmuştur.

Hâlis, pirin yardımı ile aşk cilasını vur, Kalp aynana ki, mazhar-ı Mevlâ olsun.

(11)

Gönüllerde taht kuran aşk padişahından başkası değildir, Her bir zerrenin özünde güzelliği görünmektedir.

Kendinden geçmeyen kimse senin aşkının lezzetini bulmadı, Çünkü ikilik senin yakınından uzaktır.

Senin güzelliğinin ışığının herkeste yansıması vardır, Bütün âleme yanma ve sevinme sevincini düşürdü,

Dudağının kırmızısının bâdesini, o kimsenin hatırı tatmıştır,

Arzu sarhoşluğundan ve yakınlığın fazlalığından sende kendinden geçti.

Bu birlik yoludur, kendini unut, Onda ikilik ayağı yol alamaz.

Senin dudağının kırmızısının şarabını sâkî bana verdiğinden beri, Gönül, cennetlerin ve hûrilerin tarafını arzulamıyor.

Ruh ve kalp hareminde aşk fısıldayıcısı bana dedi ki, Kâinat için O’nun tarafından başka nur yoktur.

Gönül Tûr’una, yârin ışığı vurduğundan beri, Candan geçmiş Hâlis, Tûr gibi yandı.

(12)

Bu, evliyaların burçlarının, makam, menzil ve ay’ıdır, Allah’ın zâtının kudret güneşinin parıltısıdır.

Ona, İsa gibi Ruhü’l-kuds ile müeyyeddir dersen, Abartma olmaz çünkü O, Mustafa dininin dirilticisidir.

İmkân karanlığı gecesinde, ezeliyet nurları tarafına, Onun irşadının ışığı, sâlikler için yol göstericidir.

Onun hükümdarlık kameri ebede değin kararmaktan güvendedir, Çünkü âlemin hayırlısı Resulullah güneşinin özellikleri ile aydınlanmaktadır.

Kudret elinin akdoğanıdır, gücü Kâdir’dendir,

Âlem onun pençesinde kolsuz kanatsız bir kuş gibidir.

Onun mührü evliyalık burçlarından dışarı çıkınca,

Her kalbin keşif kameri, onun ışığında Sühâ yıldızı gibi sönüktür.

Onun kerametleri, söylentilerin haddini de aştı, Onu inkâr eden, peygamberleri inkâr etmiş gibidir.

Onun fermanını yerine getirmede, Hâkân aciz bir kuldur, Onun ihsan kapısı önünde, Kayser zelil ve fakirdir.

Cömertlik sofrası her kendinden geçmişe açıktır, Himmetinin dergâhı şâh ve gedanın sığınağıdır. Celâl tecellisinin nuruna kimse dayanamaz,

Ancak Mustafa feyzinden medet alanın ruhu müstesna. Süt emerken oruç olmak, onun şanının büyüklüğündendir, Akıl ehli yanında, onun nurâniyet delilleri pek çoktur.

Ey hükümdar, lütfunun feyzini Hâlis’in kalbine dök, Çünkü o sizin dergâhınızın has kullarındandır.

(13)

Ey sâkî gül yaygısı üzerine bulut örtüsü çadır kurdu, Mutrib, aşk şarkısını çeng ve rebab ile söyledi.

Ovanın üzerinde lâle ve gül Cennet gibi koku yayıyor, Çiğ tanesi teri, lâle ve gülde gülsuyu olarak damlıyor.

Bâde içenler nârâ atmakta ve ârifler vecd ve heyecan içindeler, Altın giysili o güzel, yüzünden peçesini kaldırdı.

Âşıkların inlemesi, mutribin yanık sesi ve ney sesi, Şeyhi, gençlik günlerindeki gibi raksa getirdi.

Bundan daha iyi daha güzel bir vakit olmaz, bir lütuf göster, Kerem dağarcığından bana şarap kadehini doldur.

Onu can boğazına ben dökünceye kadar sabret, Akıl, bilgi, anlayış ve hesap yapraklarını düreyim.

Ey Hâlis, ancak o kimse böylesi bir mevsimde bâde içmez, Gerçi insandır ama hayvandan da aşağıdadır.

(14)

Ey sâkî, bayramdır, nevruzdur ve bahar günleridir, Kır çiçeği, nehir kenarında her tarafta saf tuttu. Nisan bulutu, yeşil örtü üzerinde hayme kurdu, Sevgili, zümrüt taht üzerinde padişah gibi oturdu. Mutrib, çeng ve muğanni hepsi raksta ve coşkudadır, Mey küpü kaynamakta, ruh sabırsız ve gönül kararsızdır. Huld-i Berin ravzası her taraftan görünüyor,

Onun, cana can katan esintisinden akıllı bile mest oldu.

Mey kadehini avucuna koy ve ve rindler eğlencesinde bâde sun, Biçâre Hâlis için o kadehten acı mey getir.

(15)

Gökyüzündeki güneşin yüzüne nur bağışlayan görünmektedir, kimdir, Güzellerin güzel yüzünde görünmekte olan âşikârdır, kimdir.

Bir dilber ki, her bakış oyununda gönlü bir renge çevirir, Ârifin gözünde dilberler arasında bir süsleyen vardır, kimdir.

Kim haddinden aşarsa tepetaklak olur,

Her zerreden hem uzak hem yakın olan o, kimdir, Feleğin güneşi gibi cihanda peyda olan kimdir.

Gerçi nişansızlık içinde nişan nuru, nişandan daha iyidir, Nişan ve nişansızlıkla görünür olan o kimse, kimdir.

Leyla ile Mecnûn’un sûreti bir hayalden başka bir şey değildir, Ona bakan ve onda görülen kimdir.

Ey Hâlis, senin gözün kesret kirinin tozu ile doludur,

Değil mi ki, her yerde görünür belirgin ve âşikârdır, kimdir.

(16)

Arzunun çokluğuyla kalbim üstün geldi, Kendi arzusuna göre yol gösteren herkese.

Senin dudağını arzulamaktan nice gönül ehli, Kerbelâ ehli gibi yine figan eyledi.

Eğer senin heyecan veren aşkın olmasa idi, Hiç âşık başına gelen bela ile mutlu olur muydu?

Beni yanından uzaklaştırma çünkü ezelde, Kalbim senin arzun ile peşinden gitmişti.

Eğer güzel gamze okuyla vurursa, Aşktaki darılmaktan dolayı korkma.

Gönülde aşk tecelli etmeyince, Kalp parlamaya hazır olmaz.

Bela zamanında ey Hâlis “belâ” de, Çünkü sevgili seveni nice belalarla sınar.

Ey sevgili, aşk gönülden beni ve bizliği kaldırdı, Sonunda bana rezillik rütbesini verdi.

Aşk sokağına adımımı koydum koyalı, Sabır sermayesini elimden çıkardım.

Benim divâne gönlüm, murat nedir bilmez,

Sevdalı gönlün nasibi, delirmekten başkası değildir.

Ney nereden nağme okusun, kendi kendine nereden yol bulsun, Eğer neyzenin eli ve nefesi, ona nefes üflemez ise.

İyi ve kötünün, cünun sahrasında yolları yoktur, Onda, iyilik ve kötülük belli değildir.

Senden başka, her yerde bir sevgilisi vardır ve ona itimat eder, Hercai güzel için bir sevgili muteber değildir.

Ey Hâlis, kim kendi Yusuf’unun gâmı ile arkadaş olursa, Yalnızlık vahşetini, iki âleme vermez.

(18)

Ey huysuz güzelliğini cefâ için kılmış olan,

Sevgi ve vefâ mektubunu dürüp bükmüş olan, sen.

Yay kaşın insanların kalbine kirpiğinden, Nice kaza oklarını atmıştır.

Eğer bu derttem inlersem hiç şaşmaya gerek yok, Bir derttir ki, tabipler de devasını bilmezler.

Sonunda senin aşkından serseri ve divâne oldum, Elsiz, ayaksız kalmış ben gamzedeyi anlayıver.

Safa ehli kimselerin eteğini elden bırakma.

(19)

Açıl ey göz, zan perdesini yırt,

Bak her yerden görünüyor, sevgilinin yansımasını seyret.

Sevgilinin yüzünün ışığı her tarafa yansımış, Onun tecellisi için kapı ya da duvar farkı yoktur.

Ne zamana dek varlık karanlığından çıkmayacaksın, Her tarafta nurların ışığını açıkça gör(ebil)mek için.

İmkân tozunun gönül aynasını kaplamaması için, Yârin cemâlini hiç şüphesiz kendinde görmelisin.

Aşk gayreti, beni onun esrarını açıklamaktan alıkoydu, Öyle olmasaydı her yerde onun sırlarını açıklardım.

Her nerede âşık, dünya yurduna nazar etse,

Kapıda da duvarda da, sevgilisinden başkasını görmez.

Ey Hâlis ağlayıp bağırarak feryat et ki sevgili, Yaşlı gözün ve yanık yüreğinden dolayı seni sevsin.

(20)

Sevgilinin tecellisi âşıkların gözünde gizli değildir, Fakat onu dünya insanlarına anlatmaya izin yoktur.

Âşıklar için her zerrenin yüzünde bir Tûr bulunur,

Sevgilinin güzelliğinin görünme yeri, Tûr Dağına has değildir.

Onun zâtının vasfı, dünyadaki güneş ve ışık gibidir, Gerçi kendisi uzaktır, ama onun ışığı uzak değildir.

Saklı hazine, mamur olan evin içinde değildir.

Sevgilinin yolunda nice âşıklar canları ile oynadılar, Yolunda baş verense, bu Mansûr’dan başkası değildir.

Kim sabahın aşk içkisinden bir yudum içti ise,

Gılmanların yüzüne ve hurilerin güzelliğine dönüp bakmaz.

Senin kendin ey Hâlis, can ile canan arasında perdedir, Yoksa onun sevgilisi candan ve canı ondan uzak değildir.

(21)

Sevgili kiliseden çıktı ve yüzünden peçeyi attı,

Zülfü dağınık, kendinden geçmiş ve elinde şarap kadehi.

Yüzünü parlatmış, cilve yaparak geliyordu, Gözü kavga, dudağı naz ve azarlama arıyordu.

Baygın gözü, kendinden geçmişlere baktı; dudağı ise, Tâ ebede kadar onun neşesi herkesi harap etti.

Nereye gitmeyi dilese, salınır,

Can askeri onun peşinden hızla koşar.

Âşıkların eğlencesi onun dudağını anmakla neşe içindeydi, Özellikle bizim çalgıcımız çeng ve rebab çaldığı zaman.

Ey Hâlis, muhabbet erbabının yaşam usulü olmalıdır,

Gece yarısında inlemek, gönlü yanmak ve gözü yaşla dolu olmak.

(22)

Biz padişahın sırdaşlarıyız hey hey Cebelî, kalk kalk, Biz divan sahibiyiz hey hey Cebelî, kalk kalk.

Biz cevher yuvarlarız hey hey Cebelî, kalk kalk.

Cisimler âleminde ve ruhaniler zümresinden, Biz câna mazharız hey hey Cebelî, kalk kalk.

Biz hakikat güneşine, nurların doğusuyuz, Biz ışık parlatanız, hey hey Cebelî, kalk kalk.

Ezel denizinden ezel denizini aramaktayız, ne oyuz ne o değiliz, Bu olaydan şaşkınız, hey hey Cebelî, kalk kalk.

Kesret meyhanesinde vahdet meyini içtik,

Biz mestler zümresindeniz, hey hey Cebelî, kalk kalk.

Biz sessizlik âleminin ihlâslılarıyız, ilahî meyin mestiyiz, Hem Rahmân’ı gösterir sûretteyiz, hey hey Cebelî, kalk kalk.

(23)

Hakkın gayrına Hak nazarı ile bak, serap gibi görünür,

Kim biz ve ben kaydından azad oldu ise, azabdan kurtulmuştur.

Parlak yüz üzerinde, can ile canan arasında senin suretin vardır, Varlık çizgini temizle ki, sevgiliden nasibin olsun.

Şuûnât bağlarından azad olmak, bir denizin kendisidir, Dalga ve su halkaları, surete nasıl bağlı kalır?

Sen kesrette kaldıkça, kesrette vahdeti bulamazsın, Kendinden yok ol ve hesap bağlarından azade ol.

Mest ve kendinden geçmiş, vahdet sırrı şarabında kayboldu, Şarap seli ile kesret çizgisini mahv edeyim.

Pîrimiz, dün gece rindler meclisinde şöyle söylüyordu: Hakkın esrarını, gönlü yıkık zâhidlerden gizleyiniz.

Hâlis’in ruhu, gece gündüz vahdet denizinde nükteler söyler, Sudaki balık gibi, durmayı duraklamayı bilmez.

(24)

O vefâsız dilber için gönlümü elimden aldı, Onun gamzesi canımızı da elimizden götürdü.

Muhabbet sokağında can sermayesinden geçtik, Artık bir lütuf eyle bu gedanın durumu için.

Muğlar meclisinde ey saki, bana bir kadeh sun, Sevgilinin adını anmakla ey mutrib, şarkı oku.

Âşıklar esrarını zâhidlerden aramayın, Tanıdığın hâlini tanıdıktan sorun.

Cemâlinin aynası, bana canın isteğini gösterir, Bakıver ki, gözüm onda Allah’ı görsün.

Güzel yüzlüler geleneğinde vefâsızlık âdettir, Güzel yüzlünün vefâlı olması kural dışıdır.

Hâlis, güzel yüzlülerin aşkında bela çekmek gerekir, Belasız aşkı kimse ne duymuş ve ne de görmüştür.

(25)

Ey cihânın canı, görünmekten öylesine münezzehsin ki, Osun diye her ne tasavvur edilse, o değilsin.

Enfûsî ayinelerde harici delillerle,

Her an yeniden yeniye, içte dışta faaliyettesin.

Görünüşte zâhirsin, ama halkın gözünde gizlisin, Gizlilikte saklısın, ama her yerde göz önündesin.

Cihânın aynası, yüzünün nurlarının mazhârıdır,

Seni nasıl göreyim, çünkü onun ne dışında ne içindesin.

İmkân çerçevesinde sensiz bir mekân olmaz,

Yersiz ve mekansız olduğundan dolayı şaşkın bir haldeyim.

Bir bağla kayıtsızlığın ve kaydın dışındasın,

Mutlakiyette kayıtsız olarak, hem busun ve hem osun.

Ey Hâlis, evvel-ahir dairesinin başı

Birleşti, sen daha ne diye dolanıp durmaktasın.

(26)

Yine şeydayım bir yasemin yüzlünün dudağının aşkından dolayı, Bir işvelinin fitnesi ve nazik gümüş teninden dolayı.

Taze yetmiş, bir küçük cadı, servi boylu, keklik yürüyüşlü, Kavga arayan bir afet ve âlemin gönlünü yıkan biri.

Savaş arayan bir katil, dar giysili ve cazibeli,

Saçını ortadan ayırmış bir dilber, başında külahını yıkmış.

Gözü ahu bakışlı, kalem dudaklı, çenesi çukurlu, Altın kemerli hükümdar, fitne çıkarıcı, hilesi bol.

Aklı alan bir güzel, şehir yıkan bir gümüş göğüslü, Gönül ve can pahası, yüzü gözü oynak, bir yol kesici.

Nâzenin bir padişah, parlak gümüş yanaklı,

Kâkülü naz ile yüzüne dökmüş, ay yüzlü, çukur çeneli.

Dedim: Dudağının pahası nedir ey cihanın canı? Dedi: Can vermekten başka, yoktur onun pahası.

Allah’ım, onun mihri Süleyman’ın mührü olsun, Ona, her şeytanın şerrinden, muhafaza mührünü vur.

Ey Hâlis, böyle güzel bir dilbere kavuşmak olmaz, Kimsenin layığı, benim gibi böyle bir aşka sahip olan.

(27)

Ey ürkek ceylan, ey başı önünde karaca,

Senin iki gözünün ayrılığının tesiri, kebap etti (içimi yaktı).

Âşıkların ayrılığı, arzuyu kaynatır,

Arzunun ne olduğunu bilseydin, ona boyun eğerdin.

Ey kavuşmasında cömertlik olan, cömertlik et, Aşk ateşinden cismim eriyip bitti.

Âşıklar için taat göstergesi olarak yeter, Geceleyin ağlamak, seherde âh çekip inlemek.

Sevgilinin makam veya zenginliği için korku ne ola, Eğer onun mahallesine yüz yoksul düşse bile.

Ey Hâlis, ne zamana kadar aşk derdinde durursun, “Devâ, tabipler katında bulunur.”

(28)

Mağribî’nin Gazeline Muhammes

Aşkının bâdesinin heyecanından öyle sermest ve şaşkınım ki,

Şuurum yoktur ki, nereden bileyim kâfir mi veya Müslüman mıyım? Fakat senin güzelliğinin yansımasından ey sevgili şu kadar biliyorum ki,

Senin yüzünü görünce derli toplu, zülfünü görünce perişanım, Birinden küfür karanlığında diğerinde iman nurundayım.

Belgede Hâlis dîvânı (sayfa 106-146)

Benzer Belgeler