• Sonuç bulunamadı

1.6. Dental Adeziv Sistemler

1.6.2. Dentine Adezyon

Minenin yapısal özelliklerinin elverişli olmasına bağlı olarak, asitle pürüzlendirme sonrası adezivlerin mineye bağlantısında elde edilen başarı dentine bağlantıda aynı oranda sağlanamamıştır. Dentine adezyondaki başarısızlığın en büyük nedeni, dentinin histolojik ve kimyasal yapısının mineye göre oldukça farklı olmasıdır (Pertiago ve ark 1994, Van Meerbeek ve ark 1996, Dayangaç 2000). Dentin, minenin aksine yüksek oranda su, kollajenden oluşan organik yapı ve yaklaşık % 70 oranında temel olarak hidroksiapatitten oluşan inorganik yapı içerir. Bu yapılar intertübüler ve peritübüler dentin içerisinde dağınık bir şekilde yayılmışlardır. Bundan dolayı dentinin heterojen bir yapısı vardır (Van Meerbeek ve ark 1996).

Dentin dokusu, dişin yaşı ve cinsine, konumuna, dentinin derinliğine (pulpaya olana mesafesine) göre farklı özellikler gösterir. Dentinin tüm su içeriğinin önemli bir kısmını tübüller içindeki sıvı miktarı oluşturduğu için yüzeyel dentinle derin dentinin nemliliği çok farklıdır. Derin dentinde, yüzeyel dentinden daha geniş tübüller vardır. Dolayısıyla, derin dentin yüzeyel dentinden daha nemli bir yapıya sahiptir (Erickson 1992, Van Meerbeek ve ark 2001).

Kollajenden zengin intertübüler dentinin miktarı dentin derinliği arttıkça azalmakta, hipermineralize peritübüler dentin miktarı ise artmaktadır. Hacim başına düşen kollajen miktarı da yüzeyel dentinden derin dentine doğru azalmaktadır (Nakabayashi ve Pashley 1998, Dayangaç 2000, Krifka ve ark 2008).

Dentin kalınlığı ve mineralizasyon oranı süt dişlerinde azalmıştır. Buna bağlı olarak da süt dişi dentininin mikrosertlik değerleri daimi diş dentinine göre belirgin olarak daha düşüktür. Daimi ve süt dişi dentininin tübül yoğunluğu ve çapları karşılaştırıldığında, süt dişi dentin tübül yoğunluğunun ve çaplarının daha az olduğu görülür. Bu morfolojik farklılıklar bağlanma karakterini etkileyen önemli faktörler olarak karşımıza çıkmaktadır (Nör ve ark 1996, Krifka ve ark 2008).

Bir maddenin difüzyon bariyeri içerisine kolayca nüfuz edip, buradan geçebilmesi ‘geçirgenlik’ olarak isimlendirilir. Dentinin yapısına bağlı olarak, bonding sistemlerin dentine geçişi de farklılık gösterir. Adeziv rezin monomerlerin yüzeyden

tübüllere infîltre olabilmesine ‘intratübüler dentin geçirgenliği’ denir. İntratübüler dentine geçiş, rezin uzantılarının oluşması manasına gelir ki, boyutu birkaç mikron bile olsa rezinin tutuculuğu için yeterlidir. İntratübüler geçişi güçleştiren etkenler, intrapulpal basınç ve sklerotik dentinde tübüllerin tıkanmasıdır (Rosales ve ark 1999, Kwong ve ark 2000).

İntertübüler dentinin asitlerle demineralizasyonu da rezinin dentine infiltrasyonu için bir yol oluşturur. Bu da ‘intertübüler dentin geçirgenliği’ olarak isimlendirilir. Demineralize dentin içerisine rezin penetrasyonunun çoğunlukla asitlenmiş yüzeyden direkt olduğu düşünülür. Bununla birlikte, rezin monomerlerin asitlenme ile açığa çıkmış peritübüler dentin ağızlarından difüzyon yoluyla demineralize kollajen ağ içerisine infiltre olabilmesi mümkündür. Gerek intra gerekse intertübüler geçirgenlik, rezin uzantıların oluşması, düzgün ve devamlı hibrit tabakasının meydana gelmesi, dentin yüzeyinin sızdırmaz bir şekilde örtülmesi ve yüksek bağlanma dayanımının sağlanması açısından önemlidir (Retief ve Denys 1989, Perinka ve ark 1992, Pashley ve ark 1993, Swift ve ark 1995, Pashley ve ark 1995, Pashley ve ark 1996, Kwong ve ark 2000).

Dentin tübülleri ve intertübüler dentin oranı, yüzeyel dentinden derin dentine doğru değiştiği için bağlanma kuvveti ve karakteri de bu bölgelerde değişecektir. Yüzeyel dentinde daha çok intertübüler dentin ve daha az tübül mevcut olduğundan, bu bölgedeki bağlanmadan intertübüler dentinin geçirgenliği sorumlu olacaktır. Dentin tübülleri, derin dentinde arttığı için bu bölgede ise bağlantıdan büyük ölçüde intratübüler geçirgenlik sorumlu olacaktır (Perinka ve ark 1992, Pashley ve ark 1993, Pashley ve ark 1995, Pashley ve ark 1996). Dolayısıyla, pulpa odası duvarı dentininin morfolojik ve biyokimyasal özellikleri de adeziv materyallerin buradaki dentine bağlantılarını etkileyen önemli faktörler olarak karşımıza çıkmaktadır (Bath-Balogh ve Fehrenbach 1997, Avery 2000). Pulpa odasını oluşturan dentin; predentin, fizyolojik olarak oluşan sekonder dentin ve tersiyer dentin gibi yapıları içermesi nedeniyle, dentinin yüzeyel bölümlerine göre daha karmaşık bir kompozisyona sahiptir. Dentin tübül çapının bu bölgede çok geniş olması dentinin geçirgenliğinin fazla olması anlamına gelmektedir (Kijsamanmith ve ark 2002, Öztürk ve ark 2004).

Dentine bağlanmayı etkileyecek bir diğer faktör de smear tabakasının varlığıdır. Smear tabakası, kesici ve dönen aletlerin diş sert dokuları üzerinde yaptığı kesme ve aşındırma işlemleri sonucunda bu dokulara yapışık olarak ortaya çıkan 0.5-5 µm

kalınlığında bir katmandır. Smear tabakası dentin tübüllerini tıkar ve dentin yüzeyini örterek adeta bir difüzyon bariyeri gibi davranır. Smear tabakasının bu özelliği pulpanın korunması ve dentinal sıvı akışının önlenmesinde yardımcı olur. Ancak rezinlerin dentine olan bağlanma gücünü azaltır (Van Meerbeek ve ark 1996).

Endodontik kavite preparasyonu esnasında pulpal duvarlara dokunulmaması veya minimum temas edilmesi nedeniyle bu bölgede smear tabakası oluşumu da gözlenmemektedir. Ayrıca, endodontik tedavi esnasında kullanılan irrigan ajanlar neticesinde bu bölgedeki diş dokusu, dentin kollajeninin çözünmesi, dentinin dehidratasyona uğraması, yüzeyin kayganlaşması gibi değişikliklere uğrayabilmektedir. Dolayısıyla adezivlerle pulpa odası duvarında yüksek kalitede bağlantı elde etmek diğer dentinal yüzeylere göre daha karmaşık görünmektedir. Sürekli dişlerle kıyaslandığında, süt dişlerinin kuronlarının büyüklüğüne oranla pulpalarının hacmi daha büyüktür. Sürekli dişlerde apikal bölgede sık rastlanılan yan kanallara karşılık, süt azıların pulpa tabanlarında kökler arası bölgede periodontal aralığa açılan pulpa-parodontal kanallar vardır. Bu durum süt dişi endodontik tedavilerinin başarısı açısından göz önünde bulundurulmalıdır (Gülhan 1994, Kijsamanmith ve ark 2002, Öztürk ve ark 2004).

Dentinin yapısından kaynaklanan olumsuz faktörler nedeniyle adezivlerin dentin ile güçlü bir şekilde bağlanmasına yönelik çalışmalar 1950’li yıllardan beri devam etmektedir. İlk geliştirilen ürünlerin dentin ile bağlantısı klinik olarak kabul edilebilir sınırların altında olduğu için uzun zaman ilgi görmemiştir. Günümüzde geliştirilen ürünler ise kendisini klinik olarak ispat etmiş ve güvenle kullanılabilecek seviyelere gelmiştir (Tanumiharja 2000, De Munck ve ark 2005).

Dental adeziv sistemlerin sınıflandırılması iki şekilde olmaktadır; birincisi gelişim basamaklarına göre yapılan sınıflandırma (Van Meerbek ve ark 1996, Kugel ve Ferrari 2000, Schmitt ve Lee 2002) ikincisi ise adezivin smear tabakası üzerine yaptığı değişikliklere göre yapılan sınıflandırmadır (De Munck ve ark 2005, Eren ve Bektaş 2006).