• Sonuç bulunamadı

Deniz Tutkusu ve Denizcilerin Günlük Yaşantısı

2.2. Yazarlık Serüveni

4.2.1. Deniz Tutkusu ve Denizcilerin Günlük Yaşantısı

Zeyyat Selimoğlu’nun hikâyelerinin en önemli konusu denizciler ve onların yaşantılarıdır. Direğin Tepesinde Bir Adam, Kıçüstünde Toplantı, Bir Şarkı Gibiydi, Denizlerin İstanbul, Koca Denizde İki Nokta, Karaya Vurdu Deniz adlı kitaplarındaki öyküler

       70

 Gürsel Aytaç, a.g.e., s.19  71 Zeyyat Selimoğlu, a.g.y. 72 a.y.

başta olmak üzere, yazarın onlarca öyküsünün konusu deniz, gemi adamları ve onların hayatlarıdır. Denizcilerin hayatlarından kesitler sunan öyküleri, genel olarak denizcilerin hayatlarını anlatan, deniz tutkusundan bahseden, gemi adamlarının uzak ülkelerde çektikleri gurbet ve hasreti işleyen öyküler olarak inceleyebiliriz.

Zeyyat Selimoğlu öykülerinde gemicilerin limanlardan yola çıkmaları, günlerce okyanusta yol almaları ve yabancı ülkelerde başlarından geçen maceralar konuları oluşturur.

Direğin Tepesinde Bir Adam kitabındaki “Beş Kepçe Üzüm Hoşafı” adlı hikâye iki gemi tayfası Hüseyin’le Kadir’in kavga etmesiyle başlar. Tayfalar Mehmet Kaptan’ın kavga mahalline gelmesiyle ayrılırlar. Mehmet Kaptan bir halat ve boya getirtir, ortalarına bir çizgi çektirir ve halatın uçlarını tayfalara verir, uzun süre devam eden mücadele aşçının Kadir’e: “Ülen Kadir… Şunu bir çekersen, fazladan beş kepçe üzüm hoşafı. Tam beş kepçe” (Direğin Tepesinde Bir Adam, s.21) diye seslenmesinden sonra Kadir’in hoşaf aşkına Hüseyin’i çekmesiyle son bulur.

Aynı kitaptaki “Direğin Tepesinde Bir Adam” adlı hikâyede gemideki Pruva direğine çıkan Şükrü’nün denize atlamak istemesi konu edilir. Sabahın erken saatlerinde Şükrü’nün direğin tepesine tırmandığını gören gemi personeli oraya toplanır. Mehmet Kaptan da sinirli bir şekilde gelir ve Şükrü’ye inmesini söyler. Şükrü inmeyince, ona izin ve avans vereceğini, onu dövmeyeceğini anlatır. Fakat Şükrü inmez. Direğe denize atlamak için çıkmıştır; çünkü dedesi de öyle yaparmış. Herkes meraklı bakışlarını Şükrü’ye dikmiş vaziyetteyken hikâye biter. Şükrü atladı mı, atlamadı mı belli değildir.

Koca Denizde İki Nokta kitabındaki “Gemideki Tavuklar” adlı hikâye gemicilerin başından geçen ilginç olayları anlatan öykülere güzel bir örnektir. Gemiciler kömür taşımaktan bıkmışlardır. Recep Usta, Mehmet Kaptan’a bir kümes yapmayı ve birkaç tavuk alıp gemide beslemeyi teklif eder. Bu fikre önce pek sıcak bakmayan Mehmet Kaptan sonra bunu kabul eder. Recep Usta’nın aldığı 10 tavuğu beşer tane paylaşırlar. Ama horozu unutmuşlardır. Bu arada tavuğun biri bayılmıştır. Recep usta horoz olmadığı için bayıldığını ve horoz almanın şart olduğunu söyler. Ertesi gün tavukların ikisi ölür. Recep Usta ölenlerin Mehmet Kaptan’ın olduğunu söyler; çünkü tavukları ayırmak için kendininkilerin ayaklarına kırmızı kurdele bağlamıştır. Recep usta, Mehmet Kaptan’a bunları söyleyip çıktıktan sonra kamaraya Pire Mehmet gelir. Recep ustayı, kümeste ölen tavukların bacaklarındaki kırmızı

bezi çıkarıp diğerlerine bağlarken gördüğünü söyler. Mehmet Kaptan da çok sinirlenir, Pire Mahmut’tan gidip iki tavuğu bacaklarındaki bezleri çözüp getirmesini ister.

Zeyyat Selimoğlu’nun bazı hikâyelerinin konusunu kimi gemicilerin uygunsuz davranışları teşkil eder. Direğin Tepesinde Bir Adam kitabındaki “Canı Huyunun Altında Tekel Hamza’nın” adlı öykü Tekel Hamza adlı gemicinin, geminin uğradığı ülkelerden kaçak sigara getirerek satmasını anlatır. Mehmet Kaptan Tekel Hamza’ya bağırarak küfreder ve bir daha sigara kaçırmamasını söyler. Hikâye Mehmet Kaptan’ın Tekel Hamza’yı fırçalamasıyla başlar, devam eder ve biter.

Gemiciliğe yeni başlamış genç gemicilerin durumu da bir başka konudur. Direğin Tepesinde Bir Adam kitabındaki “Çıkmak İçin İnmek” adlı hikâyede işe yeni başlamış genç bir gemici anlatılır. Muço Dursun 14 yaşındadır. Gemiye yeni gelmiştir. Ambarın başında durur; fakat ambardan korkmakta, oraya inmekten çekinmektedir. Uzun uzun düşünürken Kara Memiş yanına gelir. Kısa bir konuşmadan sonra Memiş bir tahta parçasını ambara atar. Tahta parçası ambarın karanlığında aşağıya düşerek kaybolur. Memiş, Muço Dursun’a şöyle söyler:

“Tahta da el yok idi… Ayak derken o da yok… Tahta ondan buldu dibini. Eli ayağı olan ne için düşsün dibe? İşte ben… Ellerime baksana… Seninkinden ayrım yok… Ayaklarım da öyle. İnip cıktım kaç sefer…” (a.g.e., s.75)

Bu sözlerden sonra cesaretlenen 14 yaşındaki Muço Dursun ilk kez gemi ambarına iner ve mesleğe atılır.

Kıçüstünde Toplantı kitabındaki “Hüsrev’in Adı Var Artık” adlı hikâye kendisine “sırıtık” diye hitap edilen Hüsrev’in bundan rahatsız olmasını konu edinir. Geminin marangozu Mehmet Usta’dan bir sandık isteyen Hüsrev’le diğer gemiciler “sırıtık” diyerek dalga geçerler ve marangozdan kendilerine askı yapmasını isterler. Mehmet Usta da onlara, Hüsrev’e lakap takmamak şartı ile askı yapabileceğini ifade eder. Gemiciler bunu kabul ederler ve ilk askıyı “Hüsrev”e yapmasını söylerler. Artık Hüsrev’e “sırıtık” demeyeceklerdir.

Bu örneklerde görüldüğü gibi Zeyyat Selimoğlu birçok hikâyesinde gemi adamlarının gemideki yaşantılarından kesitler sunar. Yazar aynı zamanda gemicilerin gittikleri yabancı ülkelerde başlarından geçen maceraları da konu edinir.

Bir Şarkı Gibiydi kitabındaki “Yeni Bir Yıla Girerken” adlı hikâyede yılbaşı gecesini İtalya’nın bir liman şehrinde geçiren üç Türk gemicinin birkaç saati anlatılır. Üç gemici bara gelirler, bar sahibi kadın Mamma Roza özellikle memelerinden dolayı dikkat çekicidir. İçki içip memleketten konuşurlar. Yıllardır Türkiye’ye gelmeyen gemici memleketinden özlemle bahseder. Dört kadın da diğer masalarda erkeklerle oturmaktadır. Tam kavga çıkacağı sırada çıkıp giderler.

Aynı kitaptaki “Çarmıha Gerilenler” de ise Markoni Zeki yazara İkinci Dünya savaşından sonra İtalya’da yaşadığı bir olayı anlatır. Savaş sonrasında İtalya’da insanlar para için kızlarına fuhuş yaptırırlar. Markoni Zeki de bir adamın ısrarı üzerine onunla anlaşır ve evine gider. Adam Markoni Zeki’yi kızının bulunduğu odaya sokar. Fakat odadaki kız henüz 13-14 yaşlarında bir çocuktur. Üstelik çok zayıf ve hasta görünmektedir. Markoni Zeki çocuğa acır ve alnından öperek ona bir şey yapmadan çıkıp gider.

Yine aynı kitaptaki “Kumuldeniz” hikâyesinde gemiciler İskenderiye’de otobüs servislerine binerler. Çölü geçip Mısır piramitlerine varırlar, piramitleri diğer yabancı turistlerle birlikte gezerler. Bu öykü yazarla Markoni Zeki’nin gezi izlenimlerinden oluşur.

Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi Zeyyat Selimoğlu gemicilerin hayatlarını öykülerine konu olarak seçmiştir. Bazen gemide yaşanan bir anlaşmazlık veya tartışma bazen de güzel ve olumlu bir olay anlatılır. Kimi zaman yabancı limanlarda yaşananlar, kimi zaman da bu liman şehrinde, başka bir mekânda yaşananlar konu olarak seçilir.

“Deniz” Zeyyat Selimoğlu’nun hikâyelerinin vazgeçilmez konularından biridir. Yazar hikâyelerinin büyük çoğunluğunda geçimini denizden sağlayan gemi adamlarının hayatlarını anlatmıştır. Bu durumu Rauf Mutluay Şöyle aktarır:

“Direğin Tepesinde Bir Adam” kitabıyla Sait Faik Armağanını kazanan yazarın, aynı denizciler dünyasında duyarlıkla dolaştığını görüyoruz. Selimoğlu özel yaşamından hemen hiçbir hikâye vermedi bize; ömrünün bir döneminde içinde bulunduğu gemi adamlarını ise unutamıyor bir türlü…”73

Öykülerinin büyük bir kısmını gemicilerin hayatlarından kesitlerle oluşturan Selimoğlu “deniz” temasını da farklı açılardan işler:

      

“Ve o zaman küpeştenin üzerinden bakıldı mı yine yalnız işte deniz, hiçbir şey vermeyip de yalnız alan yalnız alan şu bomboş kalmış, üzerinden el geçmemiş, insanca bir el değmemiş ayna deniz. Gösterip de, gösterip de, gösterip de geri alan ayna deniz.”74

Denize böyle sitem edilse de aslında gemiciler denizi çok sevmektedir. Bunlardan biri olan marangoz denizden ayrılmayı istemez:

“Şu rende var ya elimde… İstersen o beni karada da geçindirir, aç koymaz… İstersen bir dükkân da açarım. Ama ben denizin sesini dinleyerek çalışayım isterim.”75

Gemiciler denizlerden ayrılamazlar, ayrılmakta zorlanırlar; çünkü denizin eşi benzeri olmayan bir güzelliği vardır:

“Gözlerimizi karşımızda açılıp giden, ufuklara doğru yayılan denize dikiyoruz. İnsanı çileden çıkaran bir sadeliği var bu denizin… En ufak bir leke yok üzerinde… Duru ve dümdüz, yalın…

-Kocamayan tek şey bu, diyor Ohannes, işte bu deniz… Kaç bin yıllık düşün, diyor, tek kırışığı bile yok yüzünde.”76

Denizde yolculuk yaptığı için sınavlardan kaldığını bile unutan, üzülmeyen gemici “…Yaşasın denizler, dünya denizleri yaşasın, yaşasın Akdeniz…” diyerek denize olan sevgisini ifade eder. Denizi bu denli seven gemiciler bir türlü ondan vazgeçemezler. Öyle ki denizin onlara zararı dokunsa bile:

“Hava patlayıp da dalgalar büyümeye başladı mı, benim için ne kadar tehlikeli olacağını bilsem de yine vazgeçemiyorum ondan. Çünkü öfkesinin gerçek bir öfke olduğunu biliyorum önceden bir anlaşmamız var onla. ‘Kendine güveniyorsan gel!’ Daha gemiye ilk adımı attığımda bana bunu söylemiştir. Açıkça, yalansız dolansız. Bunu herkes söylemez sana. İşte denizin bu yakınlığıdır bana çekici gelen. Denizin dostum olduğunu biliyorum…”77

Zeyyat Selimoğlu’nun denizi en güzel ve en uzun anlattığı hikâyesi “Denizlerin, İstanbul” adlı hikâyedir. Bir durum hikâyesi olan bu eserde yazar İstanbul denizlerinin farklı özelliklerini, türlü hallerini işler: “Geniş aralıklarla kıyıya yürüyen, yuvarlana yuvarlana yaklaşarak kıyıya çarpan dalgaların arasına karışıp, o dalgalarla boğuşup, belki de

      

74 Zeyyat Selimoğlu, Direğin Tepesinde Bir Adam, s.89 75 Zeyyat Selimoğlu, a.g.e., s.110

76 Zeyyat Selimoğlu, Kıç Üstünde Toplantı, s.31 77 Zeyyat Selimoğlu, a.g.e., s.84

boğuşamayıp, içinde kaynayıp giderlermiş gibi bir deniz. Dalga dalga köpükleri önüne katarak ilerleyen salgın deniz, aman vermez savcı kimliğinde bir deniz!” (s. 99)

İstanbul’un denizlerinin o eski berrak ve temiz hali kalmamıştır. O güzel denizin yerini kirlenmiş ve yozlaşmış bir deniz almıştır:

“İstanbul’un şu dört adalı denizi bundan yirmi yıl önceki deniz değildi artık. Eskiden dibi görünürdü denizin. Güneş ışınlarının dipteki kumlara dek ulaştığını, kumları apaçık bir sarı renkle sarıp sarmaladığını, yosunu tam sağlıklı bir yeşille, bir kaya parçasını unutulmaz bir kurşuniye, bir karagöz sürüsünü ışıltı ve pırıltıya boğduğunu görürdü. Deniz dibi ressamları, has boyalar, tertemiz fırçalarla işe koyulurdu bundan yirmi yıl öncesinin denizini boyarken…

Şimdi, bir yaz mevsiminin en az üçte ikisi, başka birçok deniz gibi ada denizleri de yoğun bir yosun ölüsü, çöp ve medüze saldırısı altında yaşıyordu; can çekişiyordu.”78

İstanbul’daki bir denizde artık insanlar yüzdükten sonra “temiz bir denizden çıkıyorum” diyemiyorlardır. Çünkü o eski inci gibi kıyılar değil de “Lodosun alt-üst edip, dibe çökmüş pisliği, batağı ve morg kaçkını o ceset yosunların ortaya koyduğu kıyılar!” vardır.

İşte bu pislik ve çirkinlikten bunalan hikâye kahramanı denizde daha fazla duramaz ve şu cümleyi söyleyerek denizden çıkar:

“Ayy aman bu pisliğin içinde daha fazla kalamayacağım artık ben çıkıyorum yeter aman!”79

Zeyyat Selimoğlu denizleri bu hale getirenin kim olduğunu da aynı hikâyede tespit eder:

“Çöpler hep insan artığı nesnelerdi, görüyordu; kuşlar, balıklar, bulutlar değildi denizleri kirleten, insanoğlu kendisi kirletiyor, oturup kendisi sövüyordu.”80

Gemicilerin çok sevdiği deniz bazen onları hasta eder. “Deniz Tutması” da Selimoğlu’nun işlediği konulardan biridir. Fırtınalı bir gece geminin dalgalar arasında yalpalamasıyla gemiciler rahatsız olur. Deniz tutmasına uğrayan gemici o andaki halini şöyle tasvir eder:

       78 Zeyyat Selimoğlu, a.g.e., s.100 79 Zeyyat Selimoğlu, a.g.e., s.109 80 Zeyyat Selimoğlu, a.g.e., s.116

“İçimde kaymalar var, bütün organlarım yer değiştiriyor içimde, kalbim midemin yerine geçiyor midem kalp boşluna yürüyor ve gelip ağzıma dayanıyor. Kaburgalarım daralıp ciğerlerimi sıkıştırıyor. Soluğumu kesiyor. İçimdeki bütün boşluklar yüreğimi daraltan bir sıkıntıyla doluyor.”81

Denizi çok seven ve çeşitli açılardan işleyen Selimoğlu Akdeniz, Ege ve Karadeniz’in de ayrı ayrı özelliklerini anlatmayı ihmal etmez. Hikâyelerinde deniz sevgisini adeta bir tutku derecesine çıkaran ve denizi çok sadık bir dost olarak gören yazar, her denizin kendine özgü niteliklerini tasvir eder:

“Aşağıdaki Akdeniz’e bakıyorum. Kendine özgü bir rengi var bu denizin. Tam bir lacivert, ne yeşilden ne maviden etkilenmiş. Saf bir lacivert.”82

“-Karadeniz’in haşin, esmer bir erkek olduğu kesin, sık sık başkaldırır. Kabına sığamaz ve yıllardır geçim derdi çekmiş bir erkek ki, suratı kırışıklıklarla çizilmiştir. Gergin sinirlerini hep yanında gezdirir. Telleri gerilmiş bir kemençe gibidir.

- Ya Ege? Ege kadın mıdır acaba?

- Öyle… Fettan, fındıkçı bir kadındır Ege. Uçarı. Seninle beraberken başkasına göz süzer, ama çoğunlukla güler yüzlü, neşeli. Müziğe, dansa düşkün; tarihe meraklıdır, ama zor okur. Eli açık bir kadın.

- Peki, bu Akdeniz?

- Çok Uygarlıklara analık etmiş, şimdi saçına başına ak düşmüş, yaşlı, saygıdeğer bir bayan. Ama yaşlıyla yaşlı, gençle genç olmasını bilir. Bilgeleşmiş ve sevecen bir bayan. Sözü sohbeti yerinde, tatlı dilli.” (a.g.e., s.80)

Benzer Belgeler