• Sonuç bulunamadı

1.2.1 Yunan ve Roma Örnekleri

Demokrasinin doğuşuyla ilgili genel kanı onun bir Antik Yunan üretimi kavram olduğuna ilişkindir. Demokrasinin Yunan şehir devletlerinde yeşermesi zaman zaman Avrupa-merkezci bir bakış açısının ideolojik arka planı olarak servis edilmiştir. Luciano Canfora, “Demokrasinin bir Yunan icadı olduğuna ilişkin inancın kökeni oldukça derindedir” demektedir (Canfora, 2010: 7). Avrupa demokrasisi ve Yunan kültürü arasında bağ kurma çabası politik analizleri ve entelektüel dünyayı etkileyen bir motif olmuştur. Nitekim Avrupa Anayasası’nın taslağı bile Thucydides’den bir alıntıyla açılmaktadır. “Bizim anayasamız demokrasi olarak anılmaktadır. Çünkü iktidar azınlığın değil tüm halkın elindedir.”5 Modernist tarih yorumunda örneğin Pers

Savaşları da bir çeşit mitleştirmenin aracı olmuş “özgür ve kentli Yunanlılar”ın

karşısına “köle mizaçlı ve medeniyet yoksunu barbarlar” yerleştirilmiştir6 (Canfora,

2010: 7). Bu okuma biçimi tarihin çeşitli dönemlerinde yeniden üretilmiştir. Modernleşme sürecinin Batı’da başlamasının ardından, ilerleme Batı odaklı bir süreç olarak tasvir edilmiş, diğer medeniyet ve kültürler bu modele uyumlanmaya zorlanmıştır. Tarih bu yeni paradigmaya göre yeniden tasnif edilmiş, örneğin Yunanlılar Persliler savaşı üzerinden bir Batı miti, “Doğu-Batı”, “modern- geleneksel”ayrımı kurulmaya çalışılmıştır. Bu yaklaşım demokrasiyi ancak modern toplumlara özgü bir süreç olarak nitelendiren modernist algının bir ürünüdür. Batılı olmayan toplumlar için demokrasi ancak modern toplumlara özgü bir takım kriterler sağlandıktan sonra ulaşılabilecek bir siyasal sistem olarak görülmektedir (Köker, 2009: 13).

5 “Draft Treaty Establishing a Constitution for Europe”: 3, http://european-

convention.eu.int/Docs/Treaty/cv00850.en03.pdf,. /10 Eylül 2013.

6 Edward Gibson “Dünyadaki barbar halklar medeni toplumun ortak düşmanlarıdır” demektedir.

Giacomo Leopardi ise “Isocrates’in Yunanlıların zaaflarına merhametle yaklaşan nutukları(nın), barbarlara karşı acımasız” olduğunu ifade etmektedir. Bkz. (Canfora, 2010: 7).

40

Demokrasiyi Antik Yunan tasarımı olarak görmek, gerçeklikten uzak bir değerlendirmedir. Yunanlılar’ın demokrasi algısını bugünün değerleriyle anlamlandırmaya çalışmak hem anakronik hem de nesnellikten uzak bir analizdir. Nitekim demokrasi kavramı, Eski Yunan’da pek de hoş karşılanmamıştır. Halk meclisine ve dolayısıyla da mülksüzlerin yönetime katılmasına dayalı bir yönetim şeklini zorbaca bulan bir kısım muhalife göre demokrasi ve özgürlük ayrı şeylerdi ve dahası çoğunluğun iktidarı özgürlüğü kısıtlayan bir şeydi (Canfora, 2010: 8). Nitekim Platon’un ideal devleti anlattığı Devlet’te her sınıfın fıtratına uygun görevi kabul etmesinin toplumsal adalet için gerekli olduğu vurgulanmaktadır. İdeal devlet yönetimi bir elitin yönetimindeki aristokrasi ya da monarşidir (Platon, 1995: 135). Ona göre demokrasi aşırı özgürlük ve liyakatın yok edilmesine sebebiyet verir ve bunun varacağı sonuç en bozuk yönetim şekli olan tiranlıktır (Platon, 1995: 250). Demokrasinin başlıca mimarlarından Perikles döneminin Atina’sında bile yurttaşlık çok kısıtlı bir kesimin imtiyazında bir kavram olmuş, “soya” ve toplumsal ilişkilere göre şekillenmiştir. Uzunca bir süre Yunan demokrasisi özgürler ve köleler arasında kesif bir ayrım üzerinden ilerlemiştir. Kadınlar, yabancılar ve mülksüzler vatandaşlık kavramının dışına itilmişlerdir.

Dolayısıyla Antik Yunan toplumunda demokrasi dendiğinde, çağdaş dünyanın tanımladığı çerçevede bir demokrasiden değil ama içerdiği kimi motiflerle çağdaş demokrasi tartışmalarına ilham vermiş, onun nüvesini oluşturmuş bir “demokratik model”den bahsedilmektedir. Demokrasinin Yunan toplumunda ortaya çıkışı birden bire olmamıştır. Nitekim tüm toplumsal olgular bir çok sebep tarafından şekillendirilir, kendiliğinden ortaya çıkmazlar. Yunan toplumu pek çok bağımsız siteden oluşmaktadır. Siyasal açıdan tümüyle birbirinden bağımsız ancak kültürel olarak bir bütünlük içinde olan bu birimler modern toplumla kıyaslandığında çok daha küçük bir nüfus barındırmaktadır. Bu nüfusun büyük bir oranı ise vatandaşlık kapsamında değildir. Luciano Canfora’ya göre en muhafazakar tahminle bile Atina’da özgür doğanlar köle doğanların dörtte biridir. Dış dünyayla ticaret yapılan bir şehirde çok az insan “saf kan” taşımaktadır (Canfora, 2010: 25). Oktay Uygun’a göre vatandaşlar toplumun onda birini oluşturmaktadır. 300.000 kişilik Atina toplumunda yaklaşık 120.000 kişi köleleri oluşturmaktadır. Kalan nüfustan kadınlar, yabancılar ve 20 yaş altındaki kişiler çıkartılınca yaklaşık 30.000 civarında bir rakama ulaşılmaktadır

41

(Uygun, 2003: 53). Sınıfsal ve toplumsal çelişkilerin modern ulus devlet kadar keskin olmadığı böylesi mikro, insanların yüz yüze iletişimine olanak tanıyan bir yapı içinde doğrudan demokrasiyi işler kılmak olanaklıdır. Atina’nın askeri toplum niteliği, düşmana karşı omuz omuza savaşmak, birlik, bütünlük gibi duyguları beslemiştir (Uygun, 2003: 54).

Atina’da İ.Ö 8. yüzyılda soylular ve yoksul halk tabakası arasında bir gerilim hüküm sürmektedir. Krallık döneminde giderek mülksüzleşen ve vergi yükü altında ezilen küçük çiftlik sahiplerine vücutlarını rehin olarak ortaya koymak ve son tahlilde köleleşmekten başka bir seçenek kalmamıştır (Uygun, 2003: 22-23). Aristo,

Atinalılar’ın Devleti başlıklı çalışmasında Solon ve Drakon’a kadar olan dönemi şöyle

aktarmaktadır: O zamanlar idare şekli oligarkların olup, fakirler çocukları ve karıları ile zenginler için köle olarak çalışmıştır. Bunlara “altıda birci”ler denmektedir. Kaldırdıkları mahsulün ancak bu kadarını kendilerine alma hakları vardır, geri kalanını sahiplerine vermezlerse kendileri ve çocukları köle olarak satılmaktadır (Aristo, 1943: 3-4). Tiranlar döneminde de zenginler ve yoksullar arasındaki gerilim devam etmiştir. Solon Yasaları bir uzlaşı zemini yaratarak, çatışmayı hafifletmiştir.

“Solon Yasaları sosyal, ekonomik ve siyasal alanda büyük reformlar gerçekleştirdi. Çiftçilerin durumunun iyileştirilmesi amacıyla, tarlalar üzerindeki ipotekler kaldırıldı. Borçlar silindi, borç yüzünden köle haline getirilen kişiler azat edildi. Genel af çıkarıldı. Site dışına köle olarak satılan Atinalılar, kamu kaynakları kullanılarak satın alındı ve özgürlüklerine kavuşturuldu. Köle emeğine dayanan üretim biçimi, yalnızca dışarıdan getirilen kölelerle yürütüldü. Soyluların tekelci iktidarına son verildi, Tüm yurttaşların yasama faaliyeti için Halk Meclisine, yargılama faaliyeti için de Halk Mahkemesine katılımı sağlandı. Yurttaşların siyasi yaşama katılımı kökenlerine göre değil, mali durumlarına göre kategoriye ayrılarak yeniden düzenlendi. Mali durum sermayeye göre değil, her yıl üretilen tarımsal ürün miktarına göre belirlendi” (Uygun, 2003: 24).

42

Yunanlılar savaşçı bir toplumdur, dolayısıyla da siyasi imtiyazları bu toplumsal ilişkiler tarafından şekillenmiştir. Nitekim Atina’da yurttaşlık haklarının mülksüzleri kapsayacak biçimde genişletilmesi Atinalıların denize yönelmesi ile ilintilidir. Kürekleri çekecek ve gemileri kullanacak yeni bir askeri zümreye ihtiyaç duyulmuştur. Bu toplumsal dönüşüm, siyasi hakların mülk sahibi olmayanları da kapsayacak şekilde genişlemesi ile sonuçlanmıştır (Canfora, 2010: 26). Sonuç olarak Atina’da siyasetin biçimi ve ona bağlı olarak başvurulan bir kavram olan vatandaşlık savaşçı bir toplumun ihtiyaçlarına göre şekillenmiş özgün bir deneyim sunmaktadır. Savaş kuvvetlerinin egemen olduğu bu toplumsal model jakoben ideolojilerce de yüceltilmiştir (Canfora, 2010: 27). Nitekim jakoben ideolojiler askeri bir bürokratik kastın öncülüğünde, yukarıdan aşağıya doğru gerçekleştirilen bir toplumsal tasarım ve demokratikleşme modelini olumlamaktadır. Bu bağlamda tarihin özgün dönemeçleri, anakronik bir algıyla mitleştirilmektedir.

Yunan demokrasisinin yıkılmasının ardından ona dair bir takım kavramlar Roma Cumhuriyeti döneminde kullanılmıştır. Roma’da çok kapsamlı ve detaylı bir siyasal yapı kurulmuştur. Bu siyasal yapı içinde medeni haklardan istifade edebilme ehliyeti modern hukukta olduğu gibi herkese değil, sadece vatandaşlara tanınmıştır (Koschaker, 1977: 80). Roma’nın siyasi yapısı içinde politik kariyer yapmak dönemin erkek vatandaşları açısından son derece önemli sayılmıştır. Roma toplumu da tıpkı Antik Yunan gibi, sınıfa, soya ve cinsiyete dayalı ayrımların şekillendirdiği bir yapı barındırmaktadır. Siyasete katılım, özgürlük, hakların kullanımı gibi meseleler toplumsal tabakalaşmaya sıkı sıkıya bağlıdır. Roma’nın hukuki yapısı içerisinde örneğin köleler, plebler, patriciler, peregrinuslar7 gibi belirli sınıfların hakları kesin

bir şekilde tanımlanmıştı. Örneğin plebler, patriciler kadar geniş hak ve hürriyet kullanımı hakkına haiz olmasalar bile yine de vatandaş kategorisi içinde kabul edilmiş ve kimi memuriyetlere atanabilmişlerdir. Hazineyi ve devletin mali işlerini denetleme görevi (quaster) pleblerin getirilmeyi hak ettiği ilk makamdır (Türkoğlu, 2009: 253). Roma cumhuriyetinde kralın yetkileri iki konsül, senato ve halk meclisi arasında

7 Eski Roma’da patrici ve plebler vardı. Latin Aristokratı kategorisine giren patriciler halkın %10’unu

oluşturmaktaydı ve tam vatandaş kabul edilmekteydi, %90 halka ise plebler denirdi ve onlar sınırlı vatandaştı (Duman, 2006: 246). Daha aşağı bir hukuka sahip olmasına rağmen pleb’li gene de vatandaştı ancak patrici ile evlenemezdi. Vatandaşlar topluluğu dışında olan yabancılara ise peregrines denirdi. Bunlar için hiç bir hak hukuk yoktu (Koschaker: 1977: 9).

43

paylaştırılmıştır. Halk meclisi tarafından seçilen iki konsülün birbirini denetleme ve veto etme yetkisi bulunmaktadır. İlk başlarda sadece patricilerin seçilebildiği bu makam daha sonra pleblere de açılmıştır. Devletin başı olarak tanımlanan konsüller savaş zamanında olağanüstü yetkilerle donatılmıştır. Konsüllerin senato kararlarını ve halk meclislerinde oylanan kanunları yürürlüğe koyma, Roma devletini dış ülkelerde temsil edebilme gibi yetkileri bulunmaktadır (Türkoğlu, 2009: 261). Roma’da etkin olan bir diğer kurum ise senatodur. Eskiden sadece 300 patriciden oluşan bu makama daha sonradan zengin ve atlı sınıfına (Equites) mensup olan plepler de girebilmiştir (Bosh, 1940: 17). Bu makam, itibara dayalı bir çeşit “danışma kurulu” işlevi görmekte, kanun teklifleri ve halk meclisi kararları burada tartışılmaktaydı.

Roma’da Yunan tarzı bir doğrudan demokrasi deneyimi ise Halk Meclisi sayesinde gerçekleşmiştir. İki halk meclisinin bulunduğu Roma idari sistemine (comiata curiata ve comiata centuriata) particiler ve plepler arasındaki mücadele damga vurmuştur. Magistra’ların8 seçimi, kanun tekliflerinin değerlendirilmesi ve

yargılama gibi görevler halk meclislerine aitdir (Türkoğlu, 2009: 279). Bu denli gelişkin bir sosyal-politik yapı barındırmasına rağmen Roma da tüm eski medeniyetler gibi köleci bir toplumdur. Köleler kendi başlarına bir varlık olarak kabul edilmemiş, efendinin mülkiyetinde bir mal olarak değerlendirilmiştir. Tamamen sistemin dışına itilmiş bu insanların bir kısmını mülksüz plebler oluşturmaktadır. Askerlik hizmeti sırasında tarlalarından uzak kalan yoksul vatandaşlar zenginlere borçlanmak ve son olarak da kendi vücutlarını garanti olarak göstermek zorunda kalmışlardır (Özdemir, 2005: 130). Ancak Paul Koschaker’a göre bütün bunlar kölelerin değersiz olduğunu göstermemektedir. Çünkü özellikle Roma’nın eski dönemlerinde köleler az sayıdadır. Bir kısmı eski Roma’ya komşu olan topluluklardan ve onlara yakın ırklardan yapılan savaşlar sonucu edinilen bu kölelere “nadir mal” muamelesi yapılmakta, görece daha iyi davranılmaktadır. Ancak kölelere yapılan bu görece iyi muamele Roma’nın büyük bir güç haline gelerek, Akdeniz’de yayılması ve yabancı ülkelerden getirilen kölelerin toplumda artmasıyla farklılaşmıştır (Koschaker, 1977: 77-78). Her ne kadar vatandaşlık üzerine kurulu elitist bir yapılanma içerse de, Roma cumhuriyetinin egemenliğin kısıtlanmasına ve bölüşümüne, çapraz kontrol mekanizmalarına, halk

8 Magistra; Roma’nın çeşitli dönemlerinde devletin başında bulunan büyük devlet adamlarına verilen

44

denetimine ve katılımına olanak sunan yapısı demokrasi teorisinin ve kurumlarının gelişimine olanak sunmuştur.

1.2.2. Ortaçağ’da Durum

Feodalizm kendine özgü ekonomik, sosyal ve siyasal yapısıyla Ortaçağ dönemine özeliğini veren bir tarihsel sistemdir. Feodalizmin sınıfsal ilişkilerini üreten tarıma dayalı kapalı ekonomik yapının kurulmasına sebep olan başlıca faktörlerden biri Akdeniz’in Doğu ve Batı’sının İslam egemenliğine girmesidir. İbn-i Haldun’un “Hıristiyanlar burada artık bir tahta bile yüzdüremezler” (İbn Haldun’dan aktaran Pirenne, 2007: 11) diyerek vurguladığı Akdeniz’deki Serazen egemenliği 7. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar Batı’nın içine kapanmasına ve bu bölgede ticaretin durarak toprağa dayalı bir ekonomik yapının kurulmasına olanak sağlamıştır. Henri Pirenne’nin belirttiği gibi “topraklarından sağladığı gelirden başka bir şeyi olmayan İmparatordan en mütevazı serfe kadar, nüfusun bütün kesimleri, doğrudan ya da dolaylı olarak, ister kendi emeği ile üretsin, isterse bunları toplamak ya da tüketmek biçiminde olsun, toprağın ürünleriyle yaşar duruma geldi. Taşınabilir zenginlikler ekonomik hayatta hiçbir rol oynamıyordu. Her türlü toplumsal varoluş toprak mülkiyeti ya da toprağa tasarruf temeli üzerine oturdu” (Pirenne, 2007: 16-17). Toplumsal yapı beyler ve serfler (ve yarı serfler) arasında kesif bir ayrıma göre şekillenmiştir. Bu kapalı, mutlak bir hiyerarşi ve himaye üzerine kurulu toplumsal yapının biricik destekçisi ise kilisedir. Hem ekonomik hem manevi anlamda toplumsal hiyerarşide en önemli güç odaklarından biri olan kilise ekonomik olduğu kadar entelektüel anlamda da belirleyici bir role sahiptir. Kilise toplumsal koşulları meşrulaştıran ve insanlara ebedi hayata ulaşana kadar kölelik koşullarına katlanmayı telkin eden bir çeşit “toplumsal afyon” işlevi görmektedir (Pirenne, 2007: 22).

10. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ticaretin canlanarak Ortaçağ’ın kapalı ve ekonomik açıdan verimsiz kentleri değişmiş, ticari toplanma yerlerine dönüşen kentler canlanmış ve ekonomi merkezlerine dönüşmüşlerdir. Kentlerin bu yeniden örgütlenmesinde temel sebebi olan ticaretin gelişmesi olgusu, tüccar sınıfı toplumsal yaşam içinde bir aktör haline getirmiştir. Giderek palazlanan ve burjuvazinin ilk nüvelerini oluşturan tüccar sınıf, toplumsal yapının kendi çıkarlarına uygun bir şekilde

45

esnemesini talep etmiştir. Sınıfsal yapıda ve ticaretteki gelişmelerle birlikte kapalı ve durağan bir yapı ihtiva eden Ortaçağ ekonomisi köklü değişim sinyalleri vermeye başlamıştır. Örneğin Lonca düzeni, ticaretin yarattığı hareketlilik ile atıl kalan ve çürüyen bir ekonomik yapılanma olmuştur (Ertan, 2003-2004: 209). Ticaretin getirdiği bu yeni dinamizm mevcut, kapalı, durağan toplumsal yapı içinde büyük bir itirazla karşılanmıştır. Burjuvazinin ilk nüvelerini taşıyan bu yeni sınıf henüz onun kadar dönüştürücü, sarsıcı ve devrimci bir öz taşımaktan uzaktır. Ancak geleneksel ilişkilerin dışında bir yerde konumlanan, bu topraktan bağımsız sınıf için en temel ihtiyaç özgürlüktür. Bu özgürlük anlayışı doğal bir hak olmaktan ziyade katı kurallarla belirlenen toplumsal yapı içinde kendi ekonomik ilişkilerini yürütebilme özgürlüğüdür.

Feodalitenin dar ufku ve toprağa, hanedana ve kan bağına bağlı hukuksal yapısı ticaretle uğraşan bu sınıf için fazlasıyla işlevsizdir. Hukuksal sistem de ticaretin gelişmesi ile birlikte dönüşmüş, daha nesnel, bağımsız ve hızlı bir şekil almıştır. Ortaçağdaki komünler derebeyleri ile burjuvalar arasındaki çatışmanın kristalleşmiş halidir. Pirenne’ye göre “İlk belirtileri on birinci yüzyılda ortaya çıkan ve on ikinci yüzyılda asli organlarının tümüne daha o zaman sahip olan beledi örgütlenmesini, kendi çabasıyla ayakları üzerine oturtabilmiş olması, burjuvazinin enerji ve girişim gücünün kanıtıdır” (Pirenne, 2007: 65). Burjuvaların önderliğindeki bu yerel yönetim birimleri yarı “özgür” bir yapılanma ihtiva etmektedir. Bu komünler bağımsız yargılama ve yürütme hakkını kazanmışlar, yönetsel olarak da özerk bir görünüme bürünmüşlerdir. Kendi savunma sistemini kuran, vergiyi gelir düzeyine göre düzenleyen ve kamu yararı için kullanan bu yapılar, modern ulus devletin ilk nüvelerini taşımaktadır denebilir. Derebeylerine karşı özerk yapılanmalar olarak kurulan komünlerde demokrasiye dair temel bazı nüvelere rastlanmaktadır. Örneğin komünlerin bir kısmı doğrudan halkın seçtiği yöneticiler tarafından yönetilmekteydi. Bu kentler hem zenginliğin hem de özgürlük, eşitlik gibi değerlerin merkezi olmuşlardır (Pustu, 2006: 139). Komünlerin en önemli özelliği kırsal köleliğe dayalı toplumsal ilişkileri ortadan kaldırmasıdır. Mülkiyete dayanan kimi ayrıcalıklara rağmen, “medeni durum herkes bakımından eşittir” (Pustu, 2006: 141). Sadece ayrıcalıklı sınıfın tekelinde olan özgürlük ortaçağ komünlerinin genel niteliği olmuştur. Öyle ki kentin içinde sadece bir gün yaşamak bile kölelikten kurtulmak için

46

yeterlidir (Pustu, 2006: 141). Ortaçağ komünleri toprağa dayalı feodal ilişkileri esnetmiştir. Bu yönüyle modern ulus devletler ile feodal toplum arasında ara bir alan olarak tanımlanabilir. Komünler; yasalar önünde sağladıkları eşitlik, yerel yönetim anlayışına yaptıkları katkı, özgürlük, eşitlik gibi demokrasinin temel unsurlarını hayata geçirebilmeleriyle özgün yapılar olarak varlık göstermişlerdir.

1.2.3. Modern Demokrasi Tartışmaları

Demokrasinin modern anlamıyla yeniden üretilmesi, bir anlamda değişen dünya sisteminin de ürünüdür. Modern ulus devletlerin ortaya çıkması ve feodal toplum düzeninin alt üst olması devletin yeni biçiminin ve egemenliğinin sınırlarının yeniden sorgulanmasını beraberinde getirmiştir. Modern devlet bu biçimiyle mutlak bir egemenlik anlayışının cisimleşmiş halidir. Gelişmekte olan kapitalist ilişkiler feodal yapının parçalı ilişkileri içinde güçlenemezdi. Kapitalist ilişkilere göre düzenlenmiş bir pazar, sınırları belirli bir toprak parçası ve bu sınırların güvenliğini sağlayacak merkezi bir güç ihtiyacı modern devleti doğuran temel motiflerden biri olmuştur (Parlak, 2003: 351). Bu toplumsal zorunlulukların bir şartı olarak modern ulus devlet otonom, merkezileşmiş ve egemen bir yapı olarak tarih sahnesinde belirmiştir.

Weber’e göre modern devletin yeniden örgütlenmesinde temel öğe “merkezileşmiş rasyonalite”dir. Bu rasyonalite kaynağını ise merkezi devletin kendi pratiğini koyduğu hukuksal çerçeveye dayanarak sürdürmesinden almaktaydı (Keyder, 2007: 214). Weberyan bakışa göre “Devletin modernleşmesi, merkezileşmesinden ve örgütsel rasyonaliteyi tek bir merkezde yayılan bir şekilde tekilleştirebilmesinden geçmektedir” (Keyder, 2007: 213). Yani merkezden yerele dağılan devletin bütün unsurları; orduları, maliyesi, teknolojisi, ekonomisi aynı merkezi amaca hizmet etmelidir. Böylece devletin zor kullanımı bir şekilde sisteme yayılmış ve meşrulaştırılmıştır. Modernleşme, ulus devlet ve modern anlamıyla demokrasi bu sancılı tarihsel sürecin içinden doğmuştur. Birbirlerini belirleyen, dinamik bir ilişkinin taraflarıdırlar. Nitekim demokrasiye dair kavramsal tartışmalar bir biçimde egemenliğin nasıl kullanılacağı ve onun sınırları üzerinden kurulmuştur.

47

Demokrasi ve egemenlik tartışmaları açısından önemli iki isim Machiavelli (1469-1527) ve Thomas Hobbes (1588-1679) olmuştur. Bu iki düşünür de merkezine devleti koydukları bir iktidar biçiminin sınırlarını tartışmışlardır. İki düşünürün yazdıklarında pragmatizm ve rasyonellik öne çıkmaktadır. Machiavelli’de egemenliğin bir yanı sevgi bir yanı korkuya dayanmaktadır. Korku duyulmayan bir hükümdar pek çok karışıklığa ve dolayısıyla katliam ve yağmalara sebep olabilmektedir(Machievelli, 2013: 63). Machiavelli Roma Tarihi’nde de egemenliği meşrulaştırmak için güvenlik gerekçesine başvurmaktadır. Halk güvenliğini sağlayabilmek için bir egemene yetki vermelidir. Üç hükümet şeklinden (Monarşi, aristokrasi ve demokrasi) bahseden Machiavelli’ye göre, bu yönetim biçimlerinin bozularak tiranlık oligarşi ve demagojiye dönüşme ihtimali vardır.9 Machiavelli’nin

pragmatizmi Rönesans döneminde kötü bir üne sahiptir ve çok eleştiri almıştır (Köker, 2008(a): 139). Machiavelli’nin yaklaşımı ahlakın siyasetten ayrılması ve modern siyasetin çıkar odaklı bir sistem olarak inşa edilmesi bağlamında bir dönüm noktasıdır. Her zaman siyasetle iç içe olmuş, onu beslemiş bir alan olan etik merkez dışına itilmiş, siyaset araçsallaştırılmıştır. Machiavelli’nin yapıtı tarihsel bir etik-siyaset ilişkileri bağlamında tarihsel bir kırılmayı ifade eder. Ona göre bir hükümdar hem kurnaz hem güçlü olmalıdır, iyi bir yönetici olmak için tüm dengeleri gözeten bir bileşim, güç ve oyunu kurallarına göre oynamak gerekmektedir. “İki ayrı savaşım yolu olduğunu bilmek gerekir: Biri yasalara uyarak, öteki zora başvurarak(…) bir hükümdarın her iki yolu da iyi kullanmayı bilmesi gerekir” (Machievelli, 2013: 66). Yine Machiavelli’ye göre bir hükümdar koşullara göre manevrasını yapabilmeli ve gerekli ruh kıvraklığına sahip olmalıdır. Devleti ayakta tutmak adına ilkelerden taviz verilebilir, kimi niteliklere sahip olunmasa bile sahipmiş gibi yapılmalıdır. Çünkü insanlar gördüğüne inanır; bu bakımdan dindar görünmek önemlidir, ama yeri gelindiğinde devleti ayakta tutmak için dine karşı durulabilir (Machievelli, 2013: 68). Machiavelli bir hükümdarın iktidarını ayakta tutabilmesi için erdem ve ideallere değil, pragmatik ilkelere başvurması gerektiğini belirtmiştir. Esneklik, duruma uygun davranma, tüm olanakları güç uğruna kullanma iktidarın doğasına uygun kavramlar olarak tanımlanmıştır.

9Ekrem Buğra Ekinci (1996). “Machiavelli’nin Türk Hukuku’ndaki Yeri”, Marmara Üniversitesi

Benzer Belgeler