• Sonuç bulunamadı

43 dınlığını gönderen ne sıcak bir güneş var. Denizin mavi

sula-rına, sulardaki ışık oyunlasula-rına, dalgalarla yarışan sandallara, köprünün altından Haliç'e geçmek için bacalarını kıran mo-torlara bak. Enayilik etme Hayik efendi, aklını başına topla.

Tozpembesi bir dünya içinde, insanların arasında, insanlarla beraber yaşadığını düşün... Derin derin nefes al, denizi kok-la, dudaklarının arasından sessizce geçen havayı öp...

"Daha yatmayacak mısın efendi? Yorulmadın mı dolaş-maktan?..."

Ali kızgınlıkla durdu. Yirmi birinci Lahavle'yi çekti. Ve lâkuvvete'yi üç kere tekrarladı. Sonra, yüksek sesle:

"Karışma kadın," diye bağırdı. "Bitir işini... Yarım saattir ne halt ediyorsun orada?"

"Üstüme iyilik sağlık. Çamaşırları yerleştiriyorum ayol.

Bu da mı yasak?..."

Yaaa... İşte böyle Hayik efendi. Yaşamak yasak değil. Ya-şamak hepimizin hakkı. İşimizi elimizden alabilirler, ama ya-şamamıza karışamazlar ki... Yaşayacağız daha. Güzel günler göreceğiz. Bu kaldırımların üstünden martılar gibi sürüyle insanlar geçecek. Pembe ışıklar serpilecek onlara. Sandallar dalgalarla yarışacak. Kuşlar ötüşecek ormanlarda. Daha biz ölmedik Hayik efendi.

Ali önceleri birkaç hafta bağımsız, işsiz kalmanın sevincini yaşamıştı. Yeniden çocuk olmuş gibiydi. Sabahleyin erkenden kalkıyor, yıllardır alıştığı sakal tıraşını oluyor, sokağa çıkıyor, bakkaldan alışveriş ediyor, kasaba söyleniyor, parka gidip otu-ruyor, kahvede tavla oynuyordu. Sonra, zamanla bunlardan bıkmaya, yorulmaya başladı. Emekli aylığı geçimine yetmi-yordu. Biricik kızı birkaç yd önce çocuk doğururken ölmüş, ihtiyar karısından başka kimsesi kalmamıştı. Kafasında gün-den güne çeşitli düşünceler, çeşidi kaygılar beliriyordu.

Artık sokağa da çıkmaz olmuştu. Işıksız odalarda beş aşa-ğı üç yukarı dolaşıyordu. Vergi kaçakçılıaşa-ğını önleyecek bir tasarı hazırlamayı düşünmüştü. Böylelikle hem devletin

ka-sasına milyonlar kazandıracak, hem kendisi rahata kavuşa-caktı. Vergi kaçakçılarını yakalamak için kurulacak büronun başına onu getireceklerdi elbet. Bunu ondan başka kim bere-cebilirdi? Haydi Hocapaşa maliye şubesi varidat memurlu-ğundan emekli sayın Bay Ali, göster kendini bakalım, uygula tasarını, diyeceklerdi. O zaman tasarısını uygulamak için iki bin, hatta tutturabilirse üç bin lira aylık istemeyi düşünüyor-du. Hükümetin, Barem kanunu çerçevesi içinde kendisine bu aylığı nasıl verebileceğini de tasarlamış, gerekli bütün for-mülleri hazırlamıştı. Hükümet ne yaman bir maliyeci oldu-ğunu o zaman anlayacak, onu zamansız emekliye ayırdığın-dan ötürü pişman olacaktı. Ama Ali kin gütmezdi, bağışlaya-caktı Hükümeti, elinden gelen hizmeti esirgemeyecekti.

Karısı konsolun çekmecesini yerine sürmüş, odadan çık-maya hazırlanıyordu. Birden duvara dayandı. Bir eliyle göğ-sünü bastırarak:

"Başım döndü..." diye mırıldandı.

Ali kuşkuyla ona baktı. Bu hırçın kocakarıyı seviyordu.

Hayata onunla beraber başlamıştı, onunla beraber bitirmek istiyordu.

"Damlanı içmedin mi?..."

Kadın, onun aklından geçenleri biliyormuşçasına gülüm-sedi. Yeniden rahatlamış gibiydi:

"Geçti..." dedi. "Geçti, çok yorulursam oluyor, her za-man değil..."

"Yorma kendini efendim..."

"Ne yapayım, titizim işte, elimde mi?"

Ali bir sözü yerine yerleştirmenin sevinciyle başını salladı:

"Her şey insanların elindedir hanım..."

Sonra, yutkundu, kendi kendine tamamladı: "insanların elinde olmayan yalnız bir şey var, emekliye ayrılmamak.

Kadın, damlasını içmek için odadan çıkmıştı.

Ali, hemen duvara gömülü bulunan yüklüğe koştu. Tahta kapağı çabucak açtı. Yüklükte, üst üste yığılı duran şiltelere

45 üç kere tükürdü. Yıllardır her gece yapardı bunu. Yapmadan yatağa girerse sabaha diri kalkamayacağına inanırdı.

ö m r ü n ü bir gün daha uzatmanın ferahlığıyla yüklüğü ka-pattı, yatağına girdi. Sırtının tümseğini şiltenin çukuruna iyice yerleştirdikten sonra, on üçüncü öğüt, diye düşündü: Gençler, sağlam bir kadınla evleniniz.

Eline gazetesini aldı. Yirmi beş mumluk lambanın ışığın-da mavi gözlerini kırpıştırarak başlıklara göz gezdirdi. Son sayfadaki hikâyenin üstünde durdu. Heceleyerek okumaya başladı: Yıldız yemek yasaktır.

5

ALİ SANATÇI

Önce adını koydu: Yıldız yemek yasaktır. Sonra saatine baktı. Daha vakit var, diye düşündü, dörtte evden çıksam ra-hat rara-hat dördü yirmi geçe Saray sinemasının kapısında olu-rum. Önündeki kâğıdın üstüne özenerek yazdığı kelimeleri bir daha okudu: Yıldız yemek yasaktır. Bu addan nasıl bir hi-kâye çıkarılabilirdi?... Çoktandır hihi-kâye yazmamıştı. Günler-dir içinde bir üzüntü duyuyor, oturup bir şeyler yazmak için kendini zorluyordu. Geçenlerde bir derginin anketine - yaz-madan yapamam, içimden itildikçe yazarım - demişti ama asıl yazmayı yapamıyor, kendi kendini itmesi gerekiyordu.

Bir hikayecinin sekiz aydır susması, tek satır ortaya atmama-sı doğru değildi elbet. Gerçekte pek de hatırlanmayan ismi büsbütün unutulabilirdi. Sabri Aydaş en az ayda bir hikâye çıkarıyordu. Hem onun yazdıklarını beğeniyorlar, kapışarak okuyorlardı.

Bu düşünce Ali'yi sararttı. Ne zaman Sabri Aydaş'ı ansa benzi solar, çeneleri kilitlenir, yumruklan sıkılırdı. Yazmalı-yım, diye mırddandı, bugün mutlaka bir hikâye yazmalıyım.

Hem de öyle bir hikâye olmalı ki, okuyanları şaşırtmak, duy-gulandırmak, etkilendirmek.

Kâğıdı önüne çekti. Ucu gereği kadar sivriltilmiş olan kur-şunkalemini can sıkıntısıyla yeniden yontmaya başladı. Birkaç yıl önce gazetelerde, ormanda yakalanan iki yabani adamın ya-şayışlarını okumuş, bundan bir hikâye çıkarabileceğini düşün-müştü. İşte şimdi bu konuyu işleyebilirdi. Ama nasıl yapma-lıydı? Bu yabanilerin yaşayışlarından ne biçim bir sonuç çıka-rılabilirdi?... Ali her hikâyenin bir sonucu olması gerektiğine inanıyor, sonuçsuz hikâyeleri kopuk filmlere benzetiyordu.

Tırnaklarını kemirmeye başladı. Kâğıt, önünde bomboş duruyordu. Saate baktı: Üçe yirmi var. Zaman ne çabuk geçi-yordu. Hikâyeye o iki yabaninin ormandaki yaşayışlarını an-latmakla başlayabilirdi. Ayten taş çadasa dört buçuktan önce sinemanın kapısına gelemezdi. Yabanilerden birinin adı Ha-san, öbürününkü de Hüseyin olurdu. Yabanilikleri içinde in-sancıl yönleri belirtilebilirdi. Ayten'in verdiği sözden her za-man beş on dakika geç gelişine, kendini naza çekişine de iyice içerliyordu. Hasan'la Hüseyin ormanın en kuytu köşesinde, insanlardan uzak, insan kalabilmişlerdi. Konuyu bu yönden ele alabilir, geliştirebilirdi. Sonra?... Hele başlasındı bir kere.

Sonunda bir şeyler uydururdu elbet.

Kâğıda yazdığı hikâye adını bir daha okudu: Yıldız yemek yasaktır. Bu sözü haftalardır diline pelesenk etmiş, bu başlık altında bir hikâye yazmak düşüncesiyle sıralı sırasız mırılda-nıp durmuştu: Yıldız yemek yasaktır. Hikâye yavaş yavaş ka-fasında beliriyordu. Ayten'in uzun bacaklarını, sivri memele-rini, kalın dudaklarını gözlerinin önünden süebüse iyi bir hi-kâye kurabilirdi. Oysa o bacaklar, o memeler, o dudaklar git-miyordu gözlerinin önünden... Saate baktı: Üçe on var, uçup giden zamana ağız dolusu sövdü.

Ayten'le tanışalı henüz iki ay olmuştu. Bu süre içinde do-kuz kere buluşmuşlar, muhallebicide oturup sinemaya git-mişlerdi. Ayten her seferinde dakikalarca gecikmiş, onu

bek-47