• Sonuç bulunamadı

Arap halkları, uzun süren Osmanlı İmparatorluğu hakimiyeti sonrasında 19. Yüzyıl ortalarına doğru Batılı emperyalist güçlerin sömürgeci tutumuyla tanışmıştı. Cezayir, Tunus ve Mısır gibi ülkeler on dokuzuncu Yüzyıl’ın ilk yarısında iki büyük emperyalist güç olan Fransa ve İngiltere egemenliğinin altına girdiler. 1914 yılında başlayan Birinci Dünya savaşı, emperyalistlerin aralarında dünyayı paylaşma mücadelesi iken, Arapların emperyalistlerin boyunduruğundan kurtulma ümidini yeşertmişti. Ancak İngiltere'nin sözlerine inanan Arap milliyetçileri Osmanlıya isyan ederek bağımsızlığını kazanacağını zannediyordu lakin savaşın sonunda İngiltere ve Fransa Osmanlı'nın Arap coğrafyasındaki yerini aldılar ve Arap milliyetçileri hüsrana uğrattılar. Filistin, Irak ve Ürdün'ün İngiltere; Lübnan ve Suriye topraklarını Fransa işgal etmişti. Ayrıca körfez bölgesi ve Mısır da İngiltere hakimiyetindeydi.

Birinci Dünya Savaşı sonucu 1919 Paris Barış Konferansı ile kurulan Milletler Cemiyeti çatısı altında bir de mandacılık komisyonu oluşturulmuştur. Komisyonun kararına göre, "I. Dünya Savaşı sonucunda egemenliklerini kaybetmiş olan devletler ve bu devletler tarafından yönetilen halklar, modern dünya şartları dahilinde kendi kendilerine ayakta durabilecek yeterlilikte değillerdir. Bu nedenle, bu halkları ve onların kökenlerini yaşatabilme sorumluluğunu üstlenebilecek olan ülkeler, gelişmiş Batılı devletler, bu sorumluluğu Milletler Cemiyeti adına koloni devletler olarak üstlenecektir. Eski Osmanlı İmparatorluğuna ait olan

3 "The Middle East after World War I: Drawing Boundaries, Dividing a Region and Creating a Crisis", http://www.middleeastpdx.org/resources/wp-content/uploads/2014/06/Middle-East-Simulation-Plan-1.pdf [25.11.2015]

58 topluluklar, kendi kendilerine ayakta durabilecek yeterliliğe ulaşana kadar koloni devletler tarafından idari tavsiye ve yardım alarak bağımsızlıklarını sürdürecekler." (Sluglett, 2014 : 417).

1917-1920 yılları arasında Fransa Başbakanı olarak görev yapan Clemenceau'nun özel görevlisi olan Robert de Caix Orta Doğu'yu manda olarak yönetilmesi durumunu şu şekilde meşru gösterir: "Doğu'da ilişkileri Fransa ve İngiltere tarafından denetlenen, kendilerini azami iç özerklikle idare eden, üniter ulusal devletin saldırgan eğilimlerini göstermeyecek belli sayıda küçük devlet olursa, dünya barışı daha fazla güven altında olacaktır." Manda rejimi ile bir Arap birliği fikrini tamamen yok edilmiş bundan dolayı Arap toplulukları içinde tepkilere ve isyanlara yol açmıştır (Bozarslan, 2015: 53).

Orta Doğu'nun gelişmesinin önündeki handikap ve sömürgeciliğin bölgeye yerleşmesi hususunda ayrı düşünceler ortaya atılmıştır. İngiltere'nin sömürge toprağı olan Mısır’a vali olarak tayin edilen Cromer'e göre; "İslamiyet, kültürel olarak geri bir uygarlık formu kurduğu için Mısır gelişememiştir. Bu kapsamda kadınlar ikinci sınıf vatandaşlar olarak kodlanmış, bilimsel gelişme engellenmiş; düzensizlik, düzene tercih edilmiştir. Bu nedenle Britanya, kendi kendine gelişmeyi başaramayacak olan Doğu toplumlarına yardım etmek zorunda kalmıştır. Cromer'e göre dünyanın doğusunu medenileştirmek, beyaz adamın boynunun borcudur. Diğer bir tabirle Britanya'nın görevi, kendi başına düzenli idare kuramayan Mısırlıları nizama sokmak, Mısırlılara yeni düzenin nimetlerini sunmaktır" (Çalışkan, 2008 : 4) Kısaca, Orta Doğu'ya yerleşen eşitlikçi fakat sömürgeci devletlerin yürütecekleri politikalar için bir meşruiyet kaynağına gereksinimi vardır ve bu "yardıma muhtaç Orta Doğu" olarak ifade edilmiştir.

Koray Çalışkan'a göre ise sömürgeciliğin esası İslam'ın geri kalmışlığına değil, Edward Said'in şarkiyatçılık terimine dayanmaktadır. Çalışkan'a göre; "şarkiyatçılık, Doğu ve Batı arasında kategorik bir ontolojik fark olduğunu iddia eden ve bu farkı fikri çalışmaların ana eksini yapan bir perspektiftir. Bu düşünce stili, Doğu'yu yeniden yapılandırmayı ve Doğulular üzerinde otorite inşa etmeyi amaçlamaktadır. Çünkü Batı medeniyeti kendi özgüllüğünü, ancak başarılı olmayan, geri kalmış, değişmeyen bir diğer medeniyet, Doğu medeniyeti, sayesinde kurmaktadır" (Çalışkan, 2008: 4).

Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönemde Arap siyasal hareketi yabancı devletlerin kontrolünden bağımsızlaşma eğilimi göstermiştir. Bağımsızlık kazanma üzerine fazla yoğunlaşmanın nedeni iki dünya savaşı arası dönemin Arap siyasal

59 liderlerinin, büyük oranda toprak sahibi ve meslek sahibi sınıflarından gelmiş olmaları kaynaklanmaktaydı. Savaş yılları sosyal olarak karışıklık olmamıştı ve Birinci Dünya Savaşı öncesinde iktidar ve seçkin sınıflar örneğin Mısır'da Avrupa'da eğitim görmüş toprak sahipleri, Suriye, Lübnan ve Filistin'de geleneksel eşraf, 1930'lu yıllara kadar ayrıcalıkları devam etmiştir. Yönetici gruplar yerelden destekleri devam ederken buna karşın İngiltere ya da Fransa aleyhine kampanya yürütmekteydiler. Ancak bu davranışları bazen ödün vermelerini gerektiriyordu çünkü İngiltere ya da Fransa kontrolündeki yerde yerel siyasal liderler koltuklarını korumak için bu emperyalist kuvvetlerle iyi geçinmek mecburiyetindeydiler. Yani Arap liderler, egemenliklerini isterken bile Emperyalist kuvvetleri fazla kızdırmamaya çalışmaktaydılar (Cleveland, 2008: 195).

"Londra ve Paris'in kurduğu 'manda' adı verilen yönetimler, her tür yerel direnişe eşkıyalık ve haydutluk yaftasını yapıştırmak ve müdahalede bulunmak için söz konusu devletler üzerinde doğrudan bir denetim kurar. Buna karşılık Irak'ta, Suriye'de, Filistin'de genellikle 'büyük isyanlar' olarak bilinen ve her iki Avrupalı güçle işbirliği yapan seçkinlerin meşruiyetini sorgulatan kitlesel ayaklanmalar patlak verir. Arap dünyasının Londra ve Paris'in isteğiyle bölüşülmesine yanıt niteliğindeki bu isyanlar, aslında yeni siyasal toplumların kuruluş sözleşmeleridir" (Bozarslan, 2016: 48).

Arap halkları arasındaki dayanışma ve birliktelik yani bütünleşme ideolojisine malik, büyük oranda laik ve sosyalist içinde olan pan-Arabizm bu ülkeleri zayıf kılmış olsa da, devam eden yıllarda bu ülkelerde, başkent ve vilayet mekanizmalarının inşa edilmesiyle, şehir içi ulaşım ve ticaret yollarının açılmasıyla yeni merkezi birimleri ve siyasal kimliklere elde etmek yoluyla kalıcı sayılabilecek gelişmeler yaşarlar, peş peşe resmiyette bağımsızlıklarını kazanmışlar örneğin 1932 Irak, 1943 Lübnan, 1946 Suriye ve Ürdün, ancak otoritelerini sağlamlaşma yolundaki gelişmeleri başaramamışlardır.

Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönemde Müslüman dünyası Türkiye'nin yaptığı radikal atılımı gerçekleştiremedi, bir çaba gösteremedi ve bu durum Müslüman-Arap'ın içindeki gururu hep eksik bırakmıştır. Arap ülkelerinde Türkiye Cumhuriyetine benzeyen bağımsız bir ulus-devlet kurulamadı. Bunun nedenleri arasında, ulusçuluğun yerelliği ve İslam'ın evrenselliğinin bir türlü bağdaşamamasıydı. Entelektüel, siyasal veya ekonomik olsun, Ümmetçi ya da Pan-İslamist uyanış konusundaki yoğun çabalar uygulamada başarılı olmadı (Sander, 1996: 29).

Birinci Dünya Savaşı sonrası işgal edilen Osmanlı devleti topraklarında başlayan halk hareketleri Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde örgütlenerek büyümüş ve Osmanlı devletinin ardından modern Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. İran'da ise Kaçar hanedanının yerine Pehleviler geçmişti. İngiltere ve Fransa ise bölgedeki çıkarlarını korumaya çalışmıştır. Bu

60 amaçla İngiltere ve Fransa bölge nezdinde koloni devletler düzeni kuracak, Arap devletlerinin kaderi ise kurulan bu yeni koloni devlet düzeni içerisinde tamamen yabancı güçlerin kontrolüne geçecektir.

1.7. 1939'dan İtibaren Ulus-Devletler Çağı

Orta Doğu'nun modern devlet sistemlerinin temelleri, Birinci Dünya Savaşı sonucunda ortaya çıkan kolonyal devletlerin yerleşimlerinde atılmıştır. Fransa ve İngiltere'nin bir dizi gizli anlaşma yoluyla bölgeye yerleşerek, bazı alanları Batı tarzı kendi devlet anlayışları ve işleyişleri ile yönetmeleri ile Orta Doğu'da, bugün bilindik manada ulus devlet anlayışının ilk tohumları serpiştirilmiştir. Batılı devletlerarasında imzalanan gizli anlaşmalar ve Orta Doğu'da çizilen sınırlar, Batılı ülkelerin kendi devlet çıkarlarını yansıtırken, yerel halkın istekleriyle büsbütün zıt bir tavır sergilemiştir. Orta Doğu'nun sömürgeci sistemden kurtulması ve sistem düzeyinde yeni bir dönüşüm ile ulus devletler nizamına geçmesi ise fakat İkinci Dünya Savaşı ve onun bitimini izleyen yıllarda olabilmiştir.

İkinci Dünya Savaşı, İngiltere ve Fransız emperyalist sistemlerine kanalize olmuş gözüken Arap coğrafyasının üzerine geldi. Arap halkları arasında ulusçu düşünceleri savunanlar bu yaşadıkları sistemlerin içerisinde daha iyi bir pozisyon kazanmayı bekliyorlardı ama İngiltere ve Fransa'nın askeri, kültürel ve ekonomik olarak avantajı hala güçlü dahası yerinde sabit görülüyordu. Dünyanın o dönemki en büyük iki süper gücü olan ABD ve Sovyetler birliği Orta Doğu'ya olan ilgisi sınırlıydı (Hourani, 2012: 411).

1945-1962 yılları arasında Siyasi olarak çoğu Arap ülkesi bağımsızlıklarını kazandı.

Bağımsızlığını kazanan ülkelerin hepsi Arap Birliği'ne üye oldu. Arap Birliği Mart 1945 yılında Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün, Irak ve Suudi Arabistan öncülüğünde kuruldu. Arap Birliğinin amacı Arap ülkeleri arasında işbirliğini hedeflemekteydi ve birliğin en önemli ülkelerinden Mısır'a biçilen rol Arapların birleşmesi tartışmalarında büyük bir rol oynamaktaydı.

20. Yüzyıl'ın ortalarından Orta Doğu dünyasından hakim fikir, Arap ülkeleri arasında birliğe, bağımsızlığa ve eşitlik konusundan toplum olarak reformları isteyen Arap Ulusçuluğu fikriydi. Mısırlı lider Cemal Abdül Nasır'ın kişiliğinde bu fikir vücut bulmuştu. Suriye ve Mısır'ın öncülüğünde 1958'in Şubat'ında Arap Milliyetçiliği büyük bir gelişme yaşadı ve kısa sürecek bir birlik kuruldu. Bu ittifak 1961'in Eylül'ünde Suriye'nin ayrılmasıyla son buldu.

Ancak 1963 yılında yine Mısır, Suriye ve Irak'ın aralarında olduğu yine bir girişim oldu. Ama

61 bu birleşme de siyasi farklılıklar, ekonomik eşitsizlikler ve kalkınma modellerinin farklılığından bu birleşme başlamadan bitmişti.

"Arap milliyetçiliği bu üçüncü aşamada yaygın bir halk desteği sağlayarak ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda kendi radikal programının yürürlüğe girmesini başardı. Bu aşamadan itibaren Arap milliyetçiliği sosyalizm, tek parti hakimiyeti ve Filistin'in özgürlüğüyle beraber anılır oldu.

Parasal kaynakların kötü bürokratik uygulamalar nedeniyle sınırlanması ve ardı arkası kesilmeyen dış tehditler, sosyalizmin bu Arap versiyonuna zarar verdi. İsrail'e karşı devam eden, bitmek bilmeyen mücadele ve diğer Batılı güçlerin sürekli olaylara müdahil olması, ilave sıkıntılar yarattı.

Şiddetle ihtiyaç duyulan kaynaklar bölündü, bütün toplulukların ulusal enerjisi tükenme noktasına geldi ve korkunç askeri kayıplar verildi" (Choueırı, 2011: 366).

Arap milliyetçiliği toplumsal olarak bir halk hareketi iddiasında olup Arap coğrafyasından ortaya çıkan bütün fikirleri geri planda tutsa da; 1956-1970 yılları arasında Mısır lideri olan Cemal Abdül Nasır'ın politikaları, konuşmaları ve eylemlerine rağmen amacı olan Arap Birliği kurulması başarılı olmadı. Özellikle dış baskılar ve askeri yenilgiler başarısızlığın nedenlerinden oldu. Arap milliyetçiliği artık üç ana akımla temsil ediliyordu bunlar Baasçılık, Nasırcılık ve Arap Milliyetçileri hareketi idi.

İlk çağlardan beri Arap halkları farklı devletlerin hakimiyeti altında olsalar da Arap ruhu hiçbir zaman yok olmamış ve önemini hep korumuştur. Bunda Arapçanın Kur'an dili oluşu da şüphesiz etkili olmuştur. Bu noktada, Araplarda millet bilincinin oluşumunda Arapça ve İslamiyet'in önemli bir rol oynadığını söylemek mümkündür. Zira Arap milliyetçiliği, I.

Dünya Savaşı'nın sonuna değin küçük bir fraksiyon tarafından korunmuş; Arapların çoğunluğu, vefakâr birer Osmanlı mensubu olarak kalmıştır. Ancak savaş sonrasında bölgenin Batılı güçlerce işgaliyle birlikte, bir ideoloji olarak Arap Milliyetçiliği gelişmeye başlamıştır (Yenal, 2013: 206-211).

19. Yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı İmparatorluğu, aralarında farklılıklar bulunan;

İslam, yerel aşiretler ve köylü yapılar üzerindeki faaliyetleri sürdürebilmek için çeşitli mücadeleler vermiştir. I.Dünya Savaşı'nın sonuna gelindiğinde ise Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanması, büyük güçlerin, Arap dünyasını yeniden inşa etmesine imkan tanımıştır. Öyle ki bu süreçte; büyük güçler emperyalist nitelikli siyasi bir otorite kurmak için uğraş verirken, milliyetçi kimlikler ise buna karşı direnmişlerdir (Barnett, 1995: 492-493).

Sömürgecilik dönemi süresince Arap dünyasında, emperyalist devletler tarafından kurulmuş bu yeni siyasi kimlikler var olmuştur. Böylelikle, yerel halka rağmen kurulan bölgesel devletler ile Arap dünyası artık tek bir ortak siyasi birlik tarafından değil, idari olarak bölünmüş yapılar ile yönetilmeye başlanmıştır. Çünkü bu çeşit bir yönetim sistemi, Orta Doğu'ya çok etkili bir devletçilik ve egemenlik anlayışı aşılamıştır (Cleveland, Bunton, 2009:

62 171-172). Büyük güçler bu şekilde yeni bir Orta Doğu coğrafi haritası çizerken; yerel halklar ise haritanın meşruiyetine muhalif bir mücadeleye başlamışlardır. Çünkü büyük güçlerin yararları istikametinde Arap dünyasında yaşanan bu bölünme, Doğu'nun, Batı'nın merkezine olan ekonomik bağlantısını sağlarken; yüzyıllardır bir arada yaşamakta olan Arap halklarının kültürel birliğini ve bölgesel bağlılığını tehdit eder hale gelmiştir (Hinnebusch, 2005: 244).

Bu nedenle, iki savaş arası dönem, yabancı güçlerden bağımsızlığını kazanmak isteyen Arap siyasi eylemlerine sahne olmaya başlamıştır. Amaç; Batı eliyle kurulmuş devletleri yabancı güçlerin denetiminden kurtarmak ve bölgede bütünleşmiş bir Arap milliyetçiliği sağlayarak, Arapları tek bir siyasi çatı altında toplamak olmuştur. Bu şekilde sömürgecilik karşısında yeniden direnişe geçen Arap milliyetçiliği ideolojisi ve bu kapsamda gerçekleştirilen eylemler, Arap halklarının milliyetçilik seslerini duyurmak için harekete geçen yeni siyasi aktörleri ve onların öncülük edeceği yeni ulus devletleri şekillendirmiştir.

Ancak ne yazık ki, bu aktörlerin oluşturacağı ulus devletler sistemi, bütünleşmiş Arap milliyetçiliği genellemesinden oldukça uzak olacaktır