• Sonuç bulunamadı

Dün akşam hiç yere evvela büyük baldızım, Zehra'ya çat

mış, Pakize onun bu haksızlığını örtrnek için, hiç lüzumsuz yere

oğlum Ahmet'i ağlatmıştı. Kendisine yapılan haksızlıklara ses

çıkarmayan, fakat Ahmet' e dokunulmasını istemeyen Zehra, bu

sefer annesiyle çetin bir kavgaya girişmişti. Zehra' da en hoşuma

giden taraf, zaman zaman çok derinde kalmış bir şeyin kendisinde

TANPINAR

uyanmasıdır. Zehra, benim bilmediğim, yapamadığım şeyi biliyor ve yapıyor. Haksızlığa isyan edebiliyar. Yazık ki bu isyan benim aleyhimde olmuştu. çünkü pakize'nin bu gibi hilllerde tek bir tabiyesi vardır. Başkalarıyla olan kavgaları sadece aldatıcı bir kara­

kol muharebesi addeder ve onlarda fazla gecikmeğe lüzum gör­

meksizin düşman kuvvetin bütünü addettiği bana karşı hücuma geçerdi. Bu sefer de öyle oldu. Kavga hemen hemen gece yarısına kadar sürdü. Nihayet yastığım, yorganım safadaki sedire yığıldı.

Pakize beni odasından atmıştı.

Pakize'nin o zamanlarda bana karşı cefada tek yanıldığı nokta burasıydı. Beni odasından kovmayı hakiki bir ceza addediyordu.

Halbuki otuz beşine geldiği hillde hilla doğru dürüst yatmasını öğrenmediği için onunla bir yatakta yatmaktansa, ayaklarımı safadaki sedirin uzunluğuna uydurarak, orada kurulmayı tercih ederdim.

Pakize bu cezanın müeyyidesine o kadar inanmıştı ki onu kaybetmemek için yıllardan beri ayrı yatmamız için yaptığım tek­

lifleri, ricaları:

- A, nasıl olur, Allah göstermesin ... Ben odada yatayım, kocam sofada ... diyerek reddetmişti. Dünyada rahat edemem! Seni öyle rahatsız yerde biIdikçe gözüme uyku girmez ...

Halbuki asıl onun yanında rahatsızdım. Gündüz hayatında, kavga zamanları, eğlence ve sinema hariç, o kadar sakin, tatlı surette tembelliğe müsait olan karım uykuya dalar dalmaz bir nevi cambaz kesilir, kolları, elleri, bacakları birdenbire çoğalır, imkanları genişler, bir örümcek gibi yüzükoyun yattığı yerden her nevi plastik danstan zenci ibadetlerine kadar perde perde yükselip alçalan bir hareket sar'asına tutulur, bu çoğalmış aza beni dört bir tarafımdan sarar, dürter, acayip terkipler hillinde vücuduma yapı­

şır, hoyrat itişlerle ayrılırdı.

Bu hareket bolluğuna, tiroit guddelerinin bozukluğundan gelen benirlemeleri, horlama ve sayıklamaları da ilave ederseniz

gece hayatımın nasıl bir şenlik içinde geçtiğini tasavvur edebilir­

siniz.

Pakize'nin bir huyu da rüyalarını sıcağı sıcağına anlatmak için beni uyandırmasıydı. O zaman onun gündüz hayatında mahrum olduğu şeyleri uykuda nasıl ele geçirdiğini öğrenirdim.

Binaenaleyh kavgalarımız ne kadar çetin biterse ben, ayrı yataca­

ğım için mesut olurdum.

İşte o gece, sofada yatıyordum. Herkes uyuduktan sonra kızım yavaşça yanıma geldi. Ve Topal İsmail'le evlenmeğe karar verdi­

ğini söyledi. Gözleri yaş içindeydi. "Artık tahammülüm kalmadı, diyordu. Ahmet'i de alırım. Belki bakılır ... Yarın annesi gelecek ...

Her gün bir kere uğrayıp fikrimi soruyor. Razı olduğumu söyle­

yeceğim." Ve geldiği gibi sessiz adımlarla, hıçkırıklarını kısarak çekilip gitti.

Topal İsmail iki adım ötemizde idi. Bütün çirkinliğiyle ve bu çirkinliği insan ruhunun derinliklerine doğru uzatan kötü huy­

larıyla onu olduğum yerden görüyordum. İlmi menafıüHızanın kaydettiği bütün menfi hasletler onda vardı. Alın, hemen hemen yok denecek kadar dardı. Binaenaleyh kendini beğenmişti. Kollar uzun ve parmaklar küt, el ayaları geniş, katı ve yara gibi kırmızıydı.

Alt dudağın kalınlığı, gözlerin yanlara doğru akışı da gösteriyordu ki zalim ve ahmakça hilekar ve yalancı idi. Sesi bir fırça gibi diken dikendi. Sadece bu sesi medeniyetin yanından bile geçmediğini göstermeğe yeterdi. Dişleri sarı, birbiri üstüne binmiş ve ters türs­

tü. Bu da kısmetsizliğe ve hasisliğe delildi. Onda muhakkak ki her kusur vardı. Zavallı Zehra onunla ne yapacaktı?

Yavaş yavaş sıkılmağa başlamıştım. Her an kalkıp gitmek isti­

yordum. Doktor Ramiz'i dört gözle beklediğim bu kahvede müs­

takbel damadım beni olduğu yerden zehirliyordu.

Oyun oynarken çenesi ve üst dudağı bir saat zembereği gibi atıyor, gırtlak kemiği yerinden fırlıyordu. Fakat en kötüsü elleri idi.

Bu geniş küt parmaklı, boğum boğum, hiçbir işin terbiyesini

alma-TANPINAR

mış eller, şüphesiz tabii haııerde akla gelmesi ihtimali olmayan zulümler ve cürümler için yaratılmışa benziyordu.

"Ahmet'i de yanıma alırım ... " Zehra'nın dün gece beni o kadar teselli eder gibi olan bu cümlesi şimdi beni büsbütün korkutu­

yordu. Bir yerine iki kurban verecektik! Elimi alnıma götürdüm.

"Hayri İrdal, kendine gel" diye düşündüm. "Bakamıyorsun! Bu çocuğa bakmanın imkfuu yok!.." Fakat ne çıkardı? Talihi değişme­

yecekti ki. Bilakis daha kötüleşecekti.

Bir iki defa yerimden doğruldum. Fakat müstakbel dama­

dımın attığı çığlıkla büyülenmiş gibi tekrar oturdum. Ne kadar huysuzdu, ne kadar kötülükle dolu idi. N e kadar çirkin ve kaba idi.

Hayır, ben buna kızımı veremezdim. Ve nasıl korkunç bir ihtirasla oynuyordu? Oyun, dışarıdan yaptığı bir hareket değildi; onun içine girmiş bütün vücudunu ayrı ayrı çalıştırıyor, bir şeyleri didikleti­

yor, gagalıyordu. Yamalı kundurasından çorabının yırtığı görülen sağ ayağı masanın altından bir dikiş makinesinin kolu gibi işliyor, gırtlağı durmadan etrafa hücum ediyor, parmakları çengel gibi muttasıl bir şeylere takılıyor, bir şeylere asılıyor, dudakları etrafı somuruyor, çene onların somurduğunu kusuyor, ve burun acayip homurtularıyla bütün hayatı kokutmağa çalışıyordu.

- Çirkin, efendim çirkin! Çirkin ve ahmak, ahmak ve hayvan ...

Birdenbire omuzuma bir el dokundu. Doktor Ramiz gülerek

"Yine dalgadasın!" diyordu. Yanı başında, kırk iki, kırk üç yaşların­

da, uzun boylu, hafifbuğday renkli, iyi ve temiz giyinmiş, gösterişli ve hatta güzel bir adam duruyordu. Doktor Ramiz ona:

"Arkadaşım Hayri Bey ... diye beni tanıştırdı. Enteresan adam­

dır. Kıyafetine bakmayın!" Sonra bana döndü:

"Mektep arkadaşım Halit Ayarcı. .. " Ve mutad suallerine baş­

ladı. Bir taraftan soruyor, bir taraftan da bakışıyla ilerideki masada boş bir yeri peyliyordu.

İnsan ne garip mahlUktur. O dakikada Halit Ayarcı'nın orada

bulunmasını adeta bir şanssızlık sanıyordum. Çünkü bu adamın mevcudiyeti bana Doktor Ramiz'den iki lira borç almama düpe­

düz mani gibi geliyordu. Nerden bilecektim ki o anda kahveye Doktor Ramiz'le gelen adam benim iyi talihimdir. Çocuklarımın sıhhatı, karımın ve baldızlarımın istikbalidir.

"Hem de küstah bir adama benziyor!" diye içimden söyle­

niyordum. "Durmadan insana bakıyor. Sanki satın alacak gibi."

Ve yabancı adama hiddetim bu yüzden bir kat daha artıyordu.

Bununla beraber bakışlarında hiç de insanı rahatsız edecek bir şey yoktu. Bu bakış, hiç de öbürlerine, kendimi bildim bileli üstümde hissettiklerime hiç benzemiyordu. Onlarda ne küçültme ne yadır­

gama, ne alay vardı. Sadece herhangi bir şeye bakar gibi bakıyor­

du. Ne olduğumu anlamak istiyordu, o kadar.

Tam ayrılacağımız, ben masama oturacağım, onlar Doktor Ramiz'in uzaktan peylediği masaya geçecekleri sırada, yani işlerim büsbütün bozulduktan sonra Doktor Ramiz, birdenbire peydah­

ladığı huyla, omuzuma vurmalar, çenemi, yanağımı okşamalar ve bu esnada baştan aşağıya kıyafetimi süzmek gibi mukaddemelere başlamak üzere iken -son zamanlarda herkes benimle bu tarzda meşguldü, tam fihristimi yapmadan kimse yanımdan ayrılmıyor­

du- birdenbire durdu ve arkadaşına:

- Sen saatinden şikayet ediyordun ... Bir de Hayri Bey görsün şunu! Hayri Bey saatten çok iyi anlar ...

Doktor Ramiz yaşlandıkça lüzumsuz konuşmayı arttırdığı için devam etti:

- Bakma, deryadil, kalender adamdır, dükkanı filan yoktur amma saati bilir ...

Sonra bana döndü, adeta tekellüflü bir tavırla:

- Buyurmaz mısın Hayri Bey ... Şöyle bir kahve içelim!

Ve benimle eski mektep arkadaşı arasındaki servet, seviye, refah, terbiye, tahsil farklarına rağmen beni ne kadar sevdiğini

TANPıNAR

Halit Ayarcı'ya tam gösterebilmek için bu sefer sırtımdan, tam kamburumun üstünden beni kucakladı.

Son beş senedir böyle olmuştu. Eski ahbaplarım beni bir­

çok şeylere rağmen sevdiklerini gösterrneğe kendilerini mecbur sanıyorlardı. Doktor Ramiz bunların en masumu idi. Boş masaya geçtikten sonra doktor dişlerini içerden erne erne temizleyerek meziyetlerimi saymağa başladı:

- Hayri Bey, neler bilmez zaten ... ilm-i menmü'l-aza, ilm-i sima, ilm-i simya, ilm-i havas, ilm-i cifr, ilm-i sihr, ilm-i huruf ...

Elinden her şey gelir ... Eski tababet bile. Geçen günü bir teşhis koydu, ben bile şaşırdım!

Doğru idi, beş senedir, Seyit Lütfullah repertuvarını tekrarla­

yarak, insanları aldatmakla geçiniyordum.

Halit Bey hem onu dinliyor, hem kendi kendine, "Elime bir para geçerse muhakkak uğrar alırım, yerini biliyorum, amma ne işime yarar?" der gibi bir tavırla beni seyrediyordu. Halit Bey ame­

liyesini insanlar üzerinde, ve insanlarla yapan cinstendi. Onun için bakışları insanı taciz etmiyordu. Sadece eşya seviyesine indi­

riyordu. Birdenbire bana sordu:

- Hakikaten saatten anlar mısınız?

N

asıl deryadil değilsem, nasıl ilm -i simya, ilm -i cifr ve eski tabebeti bilmiyorsam, başımdaki bereye, birdenbire ağarmış saç­

larıma, tıraşsız sakalıma ve derviş haıime rağmen nasıl hiçbir tari­

katten değilsem, öylece saatten de anlamıyordum. Fakat yalana alışmıştım. Hayatım denen bu kalp akçeyi başka türlü süremez­

dim. insanlar benim böyle olmamı istemişlerdi. Yalancı idim.

Binaenaleyh saatten çok iyi anladığımı mı söylemem lazımdı?

Fakat bu en aşağı otuz beş türlü söylenirdi. Cemal Bey'e, Selma Hanım'a, Doktor Ramiz'e, Sabriye Hanım'a, Yangeldi Asaf Bey'e, hepsine, herkese ayrı ayrı şekillerde söylenirdi. Bir müddet Halit Ayarcı'ya baktım. Hayır, burada doğrudan doğruya hareket

lazım-dı. En yavaş sesimle:

- Bir görelim, bakalım!.. dedim.

Cebinden kordonsuz, küçük bir altın saat çıkardı. Avucumun ortasına bıraktı. Saat o kadar iyi işlenmişti ki avucumun içinde bir küçük güneş var sandım. Hayır, büsbütün yıkılmamıştım.

Sevdiğim birkaç şey kalmıştı.

Ben avucumdan kayıp kaçar korkusuyla parmaklarımı saatin üzerine kapatırken o:

- İki aydır işlemiyar. Baba yadigarı ... Onun için çok severim.

Nesi var acaba?. diye tekrarlıyordu.

- Hata, dedim. Hem de büyük hata. .. Elbette işlemez.

Kordonsuz saat, yularsız hayvan, nikahsız kadın gibidir. Saatini seven ewela bir kordonla kendisine bağlar.

Bu sözleri biraz karşımdakini yoklamak ve biraz da vakit kazanmak için söylemiştim.

Halit Ayarcı bana dikkatle baktı:

- Hakkınız var! dedi, iki defa düşürdüm.

Ben:

- Yazık! .. diye cevap verdim. Çünkü çok güzel iş. Bugün epey­

ce nadirdir. İngiliz malı. Ondokuzuncu asır ortası. Sizin anlayaca­

ğınız, bir harika.

Saat hakikaten güzeldi. Nerde ise İsmail'i de, kızımı da unuta­

caktım. Senelerdir Cemal Bey'in karısının saatini tamir ettiğimden beri bu kadar güzel işi elimde tutmamıştım. Hakiki bir heyecan içindeydim:

- Burada alet de yok ... Bir çakı olsaydı...

Ve çakımı aradım. Elim ilk soktuğum cebimden yanmış gibi çıktı. Çakı Malta çarşısında yaymacı Ali Efendi' de idi. Son zamanlarda böyle olmuştuk. Evimizde -baldızlarıma ait olan şeylerin dışında-, bize o anda lazım olan her şey, bizi hayalen ve

TANPıNAR

Bitpazarı'na, ya Malta çarşısına götürüyordu. Yahut da aradığımız şeyin yerini herhangi bir eskicinin çehresi, insanı çıldırtan dikkati, burun bükmesi alıyordu. Sofrada, yatakta, giyinirken, soyunurken, konuşurken hep bu canlandırma içinde yaşıyorduk. Hepsinin biz­

den bir ayrılış hikayesi ve içimizden bir türlü gitmeyen bir hatıra çehresi vardı.

Doktor Ramiz çantasını açtı. Çakısını çıkardı. Bir müddet, hazin hazin tırnaklarına baktıktan sonra çakıyı bana uzattı. Halit Ayarcı'nın çehresinden hafif bir tebessüm geçti. Hayır, bakmasını, görmesini bilen adamdı.

Saati açtım. Lupa ihtiyaç yoktu, ne de herhangi hususi bir dik­

kate. Sadece mıknatıslanmıştı.

Halit Ayarcı, çocuğunu muayene ettiriyormuş gibi adeta heye­

canla bakıyordu.

- Hiçbir şeyciği yok ... dedim. Sadece mıknatıslanmış. Sakın söktürmeğe filan kalkmayın! Lüzum yoktur. Bunun husus i bir aleti vardır, büyük saatçilerin hepsinde bulunur. Yarım saatlik bir iş.

Halit Ayarcı başını salladı:

- Nasıl oldu da bunu görmediler ...

- Görmezler. Daha doğrusu dikkat etmezler. Saat de insan vücudu gibidir. Çok defa alışılmış hastalıklar aranır. Yalnız bir fark vardır. Doktorlar tedavi ettikleri insanların bünyesini bazen bozar­

lar amma, herhangi bir uzviyeti değiştiremezler. Halbuki bazen saat tamirinde bu olur. Yedek parça hikayesi...

Doktor Ramiz sevincinden çıldıracaktı. Hiç ümit etmediği bir rekoru kırmıştım. Doğru dürüst konuşuyordum, beğeniliyordum.

- Bir şeyi mi değiştirmişler? Yapmayın yahu! Senelerdir tanı­

dığım insan ...

Hakikaten içimde İspritizma Cemiyeti'nin azasının dilinden düşmeyen o altıncı his mi uyanmıştı, yoksa karşımdakileri kendi­

me hayran mı etmek istiyordum? Belki de bu kahveden

sıkılmış-tım. Etrafımda yeni baştan bulduğum bu insan sıcaklığını daha yakından kavramak mı istiyordum? Hülasa, bütün talakatimle konuşmağa başladım:

- Siz o adama gidin! Evvela şuradan kaldırdığı taşı, veya ben­

zerini, hiç olmazsa aynı tartıda bir taşı oraya koysun. Vakıa mühim bir şey değil amma... Orda o tartıya ihtiyaç var. Böyle bir saati yapan adam iki yakutun arasına bu mercimeği koymaz. Sonra mıknatıstan kurtarsın. Nihayet şu kılı da değiştirsin.

Halit Ayarcı birkaç dakika sustu. Ben, sanki talihimin anahta­

rını yakalamışım gibi saate sıkı sıkıya yapışmıştım. Hakikatte ona bakmıyordum bile.

Arkamdaki masada deminden beri devam edegelen müna­

kaşa tam kıvamına girmiş, yumruk yumruğa, si1le silleye, iskemle iskemleye şiddetli bir kavga başlamıştı. Müstakbel damadım, gırt­

lak kemiği, avını arayan şahin gibi dışarıya fırlamış, sapsarı yüzü, diken diken saçlarıyla alabildiğine küfrediyor, tutmağa çalışanla­

rın üstünden durmadan saldırıyordu. Kendi kendime:

- Eyvahlar olsun! .. dedim. Eyvahlar olsun! Şimdi muhakkak birini, hatta birkaçını öldürecek. Zaten herifin katil olacağı göz­

lerinden, dişlerinden belliydi. En aşağısı idam, yahut müebbet hapis! .. Eyvahlar olsun, bu ümit de gitti. Kız, yine başımda kaldı.

Ayağımıza kadar gelmiş bu kısmeti beğenmediğim, hor gör­

düğüm, nazlandığım için şimdi pişmandım.

- Sen mi beğenmezsin? İşte Allah, insanı böyle mahrum eder.

Herif bu akşam hapiste. Haftaya da idamdır. Kızım evlenmeden dul oldu. Zavallı yavrucak, kim bilir işitince nasıl üzülür?

Kafamdan ancak gölgesi geçen bir düşüncenin iki dakika sonra böyle cezasını çekeceğimi nereden bilebilirdim? Biz fakirler böyle­

yizdir. Kader sarayında bizim işlere bakan büro hiç şaşmaz, ihmal etmez. Zihnimizden geçen en uzak, en masum ihtimallerin, sadece şiddet ile ret için düşündüğümüz şeylerin bile ceremesini öderiz.

TANPINAR

Fakat düşündüğüm olmadı. Müstakbel damadım sanki ilm-i menafiü'l-azayı ve ilm-i simayı iflas ettirmeğe karar vermişti. Hiç kimseyi öldürmedi. Hatta bir tokatçık bile atamadı. Bilills ewela suratına, hangi pir aşkına olduğunu fark edemediğim iki sunturlu tokat yedi. Ağzının tam üstünü birinci sınıftan bir yumruk okşadı, sonra kafasında kahvenin en sağlam görünüşlü iskemlesi parça­

landı. Daha sonra birbiri peşine gelen fasılasız tekmelerle adeta ayakları yerden kesildi, havada uçmağa başladı ve kahvenin kapısı önündeki kaldırıma yığıldı. Ah Yarabbim, o andaki sevincim!

Evet, müthiş bir sevinçti bu. Ewela, kimseyi öldürmemişti.

Binaenaleyh ne idam edilecek, ne de hapsolunacaktı. Vakıa bu iki ihtimalin ikisi de, ortada yalnız kendisi olsaydı pek o kadar üzüleceğim şeylerden değildi. Fakat arada kızım vardı. İdam olun­

mayacağına veya hapsedilmeyeceğine göre istersem kendisini damatlığa kabul edebilirdim.

Sonra, gözlerimin önünde temiz bir dayak yemişti. Artık bana karşı eskisi gibi horozlanmasına imkan yoktu. O bana, "Moruk, ne var ne yok ... " diye densizlik etmeğe kalkınca, ben ona, "Hiç İsmailciğim, şöyle bir kahveye gittim de ... Hani geçen günü senin dayak yediğin kahve yok mu? İşte oradan dönüyordum" diyebilir­

dim. Yahut da sadece: "Kahve! Sandalye! Lokantacının Sabri!" der, geçerdim. Yahut, "İsmail, kuzum o sandalyenin parasını ödedin mi? Aman yavrum, böyle şeylere dikkat et! O sandalye senin kafan­

da kırıldı. Kahve sahibinin suçu ne? Ne diye ziyan çeksin adam, senin yüzünden!"

Nihayet, sevincimin üçüncü bir sebebi vardı. İsmail bu dayak­

tan sonra en aşağı üç gün yerinden kalkamayacak, hiç olmazsa evlenmeyi hatırlayamayacaktı. Düşünmeğe vaktim vardı. Bazı insanların ömrü vakit kazanmakla geçer... Ben zamana, kendi zamanıma çelme atmakla yaşıyordum.

Fakat ne diye burada böyle oturuyordum? Niçin ayağa ka1kmı­

yor, onu dövenleri alkışlamıyordum, alınlarından öpmüyordum?

Benzer Belgeler