• Sonuç bulunamadı

3. Suriye Edebiyatı

2.5. Romanda Kahramanlar

2.5.2. Yardımcı Kahramanlar

2.5.2.15. Cemil el-Hayat (Ebu Ahmet)

Yazar Fethi Şin’in kadını hastaneye getirmesi sırasında tanıştığı Cemil el-Hayat, sistem içerisinde zulüm ve sessizliğe mahkûm bırakılmış bir karakterin yansımasıdır. Sisteme karşı olmasa bile yapılan küçük hatadan dolayı yargılanıp ceza gören mazlum insanların hayatlarından bir kesit Ebu Ahmet künyesiyle bilinen Cemil el-Hayat’ın kişiliğinde romana yansıtılmıştır. Ebu Ahmet’in dramı ve Fethi Şin ile olan samimi diyaloğu zulüm görenlerin birbiriyle kaynaşmasını aktarması açısından romanda yer işgal etmiştir:

“Hastanede ayrıca orta parmağımın kırık olduğunu, kadının kafasının şiddetli bir şekilde üstüne düşmesiyle sol elimin de ciddi şekilde zedelendiğini ve beş santimetrelik bir morluk oluştuğunu söylediler.

Parmağımı alçıya aldılar, ezilmiş elimin acısını hafifletmek için buzla dolu bir torba verdiler ve elimi yatay konumda tutmamı istediler. Ayrıca onu kullanmamı engellemek için boynuma da astılar. Daha sonra ölen kadın hakkında bilgi vermek için koridorda beklememi istediler. O arada benim buraya ulaşmama yardım eden iyi kalpli adamın beklediğini de gördüm.

      

79 Nihâd Sîrîs, a.g.e., s. 37-39.

Koridordaki bir bankta bekleyen adamın yanına oturdum. Kadının cesedi ise beyaz bir çarşafla örtülmüş şekilde, yerdeki bir sedye üzerinde, önümüzde duruyordu.

Sorduğumuzda ise hastane morgunun cesetlerle dolu olduğu için son gelen ölülerin cesetlerini koridorlarda bıraktıklarını söylediler. Bu sebeple hastane koridorları, aşırı sıcak nedeniyle kötü kokmaya başlayan cesetlerle doluydu. Kurtarmak için imkânsızı yaptığımız kadının vefat haberinin şokuyla ben ve o adam konuşmadan sessizce oturduk.

Oturduğumuz koridor yürüyüşte çeşitli kazalar nedeniyle yaralanan insanlarla dolup taşıyordu ve yaralılardan ilk yardım aldıktan sonra tekrar muayene edilmek veya benim örneğimde olduğu gibi kırılmış uzuvlarının röntgen sonuçlarını beklemeleri isteniyordu.

Bazıları o anda geliyor, bazıları bekliyordu. Bazıları ise yaralı birine eşlik ediyordu.

Öte yandan koltuklar dolmuştu ve oturacak yer kalmamıştı. Bu nedenle çoğu kişi yerde oturmak ya da duvara yaslanmak zorunda kalmıştı. Aşırı kalabalıktan dolayı kanaması olan bir yaralı hastaneye geldiğinde, cesetlerin üzerine veya oturanların ayaklarına istemeden basıyordu. Çoğu zaman da bir grup erkek bayılmış birini taşıyarak hastaneye getiriyordu ve bu durum daha büyük bir kaosa neden oluyordu. Kaos, ölüm, kan, kırıklar; dezenfektanlar, narkoz ve bozulmaya başlayan cesetlerin kokusu herkesin başını döndürüyordu. Dediğim gibi, ben ve iyi kalpli adam dolu koltuklar yüzünden yan yana oturuyorduk; gördüklerimiz, duyduklarımız ve kokladıklarımızdan dolayı sessiz kalmıştık.

Adama ismini sordum. “Bendeniz Cemil el-Hayat, Ebu Ahmet künyesiyle bilinirim.”

dedi. Adımı söylediğimde ise uzun uzadıya yüzüme baktı. Gülümsedim ve ne olduğunu sordum. Beni ilk bakışta tanımadığını, 55 yaşını geçtiğini, bu nedenle gözünün onu yanılttığını söyledi. Ayrıca uzun zamandır hikâyesini anlatmak ve onun hikâyesini kitabıma koydurmak için benim adresimi aradığını belirtti. Bugünlerde sessiz kaldığımı ve yazmayı bıraktığımı söyleyerek onu hayal kırıklığına uğratmak istemedim. Bir hafta sonra yani kutlama sezonu bittikten sonra beni araması için telefon numaramı verdim.

Ancak dayanılmaz atmosferde yine de hikâyesini anlatmaya başladı.

Ebu Ahmet bir kamu kurumunda fotokopi makinesinden sorumluydu. Bir zamanlar makine bozulmuş ve fotokopi çektiği belgeler üzerinde büyük siyah lekeler bırakmaya başlamıştı. Tamire götürmüş, iki hafta sonra siyah lekeler bırakmasına rağmen biraz düzelmiş olarak geri gelmişti. Ancak daha az ve makul seviyede özellikle de fotokopisini çektiği belgeler ikincil öneme sahip ve günlük kulanım içindi. Orijinal kopyalar ise sağlam bir şekilde dosyalarda muhafaza ediliyordu zaten. İki yıl önce bu günlerde

çalıştığı kurumdaki parti komitesi, duvarlara yapıştırılmak üzere orijinal renkli olan Zaim’in fotoğraflarından on bin kopya basılmasını istemişti. Bilindiği üzere birbirine benzer olsa da, ki çoğu zaman fotoğraflar zaten birbirine benziyordu, kurumun duvarları Zaim’in fotoğraflarıyla örtülmeliydi. Ebu Ahmet de fotokopi makinesinin sorununu onlara anlattı. Ancak ne müdür ne başka bir kimse onu dinledi. Emri uygulaması gerekiyordu, aksi takdirde sorumluluk onun üzerine kalacaktı. Zaman dar, kutlamaların eli kulağında ve duvarlar Zaim’in fotoğrafları kaplanmalıydı. Adam orijinal fotoğraftan on bin kopya çoğalttı. Yoldaşlar ve güvenlikçiler gece gelip, kopyaları alarak duvarlara yapıştırdılar. Sabah iş yerleri açıldığında memur ve işçilerin duvarları fotoğraflarla kaplı görmesi gerekti. Adam iş yerine geldiğinde, küçük odasında onu bekleyen güvenlikçileri buldu. Onu tutukladılar ve karakollardan birine sorguya götürdüler. Oradan da ancak altı ay sonra çıkabildi. O sırada hiç kimsenin dayanamayacağı işkencelere maruz kaldı. Makinede kopyaladığı Zaim’in fotoğraflarını kasıtlı olarak bozmakla suçlandı. Zira tüm kopyalar siyah mürekkeple boyanmıştı ve talihsizliğinden mürekkep hep Zaim’in gözlerinden birine denk gelmişti. Zaim tek gözlü bir korsan gibi görünüyordu. Kendisini döven ve işkence eden onlarca emniyetçi tarafından sorguya çekildi. Öyle ki ayaklarının altı morardı, sırtı yara bere içinde kaldı ve verilen elektriğin etkisiyle testisleri bile küçüldü. Ayrıca onu Alman sandalyesine oturtmakla korkutuyorlardı. Söz konusu sandalye oturanın üzerine kapatılan, ikiye katlanan ve bazen omurgasını kırabilen bir sandalyeydi. Suç ortaklarını itiraf etmesini, hangi muhalif örgütten olduğunu ve Zaim’in on bin fotoğrafını tahrip ederek onu korsan olarak gösterme fikrini kimin verdiğini öğrenmek istiyorlardı. Dosyayı kapatmak ve karar vermek için ne pahasına olursa olsun bir itiraf istiyorlardı. Çünkü onlara göre suç ortadaydı. İnsanların sabaha karşı gelip duvarlarda Zaim’i korsan gibi gösteren fotoğrafları görmesi hafife alınmayacak büyük bir suçtu.

Sonuç olarak olayın planlı olmadığına ikna oldular. Ancak hiç kimsenin sorumluluk üstlenmediği bir kurumda sorumluluğu ona yüklediler. Üstüne üstlük yoldaşlar, müdürler ve güvenlikçiler, raporlarında veya tanık olarak verdikleri beyanlarında Ebu Ahmet’in yeterince vatansever olmadığını, parti hakkında fıkra anlattığını veya domatesin pahalılığından şikâyet etiğini duyduklarını söyleyip durumu daha da kötüleştirdiler.

Sıkıyönetimle Ebu Ahmet’i altı ay hapis cezasına çarptırdılar. Bu da dayak, falaka elektrik şoklarından muzdarip geçirdiği süreye tekabül ediyordu. Sonrasında serbest

bırakıldı ve sürekli gözetim ve inceleme altında tutulmak koşuluyla bir temizlik görevlisi olarak kurumuna geri döndü.

Bir hemşire geldi ve onu takip etmemi istedi. Cemil el-Hayat benimle kalktığında hemşire ona baktı ve o bakıştan ayrılması gerektiğini anladı. İyi kalpli adamın elini sıktım ve yakında beni arayacağını söyledikten sonra onunla vedalaştım. Daha sonra insanları kabaca uzaklaştıran hemşireyi takip ettim. Hemşire bu benzeri görülmemiş kalabalıktan rahatsızdı ve kalabalığa bağırıyordu. Birlikte merdivenlerden en üst kata çıktık ve koridorun ortasına kadar yürüdük. Orada kapılardan birini çaldı ve cevabı beklemeden pervasız bir hareketle kapıyı açıp beni içeriye davet etti. İçeri girdim.

Hemşire arkamdan kapıyı kapatıp gitti.”80