• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: AUSTIN VE ANALİTİK FELSEFE

1.2. Betimleyici Yanılgıya Tekrar Bakmak

Frege, Russell, Wittgenstein’ın Tractatus’u, Ayer ve Viyana Çevresi’nin ortaya koyduğu düşünceleri ana hatları ile anlatmaya çalıştıktan sonra bölümün başında yaptığımız betimleyici yanılgı tanımına dönebiliriz. Bu tanımda en önemli nokta herhangi bir konu hakkındaki önermeyi bir betimleme olarak görmek ve doğru ya da yanlış diye sınıflamaktı.

Frege’nin söylediklerine bakarak konuya iki yoldan yaklaşabiliriz: Birincisi düşünce ve betimleyici yanılgı arasında bir bağlantı kurmak, ikincisi ise anlam ve gönderim ayrımı açısından betimleyici yanılgıya bakmak. Düşünce, tekrar edersek, bu dünyaya ait olmayan bir nesnedir. Düşünce bizim tarafımızdan kavranır ve kendini dilde gösterir. Bağlam ilkesi uyarınca kelimelerin ancak bir cümle içinde –daha doğru bir ifade ile kendini kurduğumuz cümlelerde– anlam sahibi olmalarından dolayı, düşünce bunların önermesel karşılıklarında kendini gösterir. Bu manada dilin analizi demek kavranan düşüncenin analizi demektir. Şu noktada, analizi yapılan dilsel ifadelerin betimlemelerden ibaret olduğunu söylemek için pek bir neden yoktur. Fakat düşüncenin ancak kavranabilir olması, yani onu üretemiyor olmamız kavranan şeyin ancak tarif ile aktarılabileceğini akla getirmektedir. Yaptığımız tarifleri de betimleme olarak anlayabiliriz. Dilin bize sunduğu olanak, düşünceyi betimlemeler aracılığı ile aktarabilmektir. Dil, tabii ki bize duygularımızı, korkularımızı ve heyecanlarımızı aktarma imkânı sunar fakat bunlar Frege açısından fikir ile eşdeğer şeylerdir. Kişiseldirler ve doğruluk değerlerinin konusu olamazlar. Estetik yargılar için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Öyleyse betimlemeler doğru ve yanlışın konusu olabildikleri sürece dilsel analizin alanına girerler.

Frege’nin anlam ve gönderim arasında yaptığı ayrım açısından betimleyici yanılgıya bakmaya çalışırsak benzer bir tablo ile karşılaşırız. Düşüncenin kavrandığı dilsel form olan bildirimsel önerme formu ve gönderimin doğruluk değerleri ile denkleştirilmesi,

kullandığımız ifadeleri doğru ve yanlış gibi iki kavram açısından sınıflandırmamıza yol açacaktır. Bu da Austin’in yukarıda andığımız kitabında konu edindiği ifadelerin anlamsız veya mantıksız olarak sınıflandırılmasından bizi kurtaramayacaktır. Bununla birlikte, anlam açısından meseleye baktığımızda, düşüncenin tarifi olarak alabileceğimiz bildirimsel önerme formu halindeki betimlemeler anlamlı kategorisine rahatlıkla sokulabilirler. Bu açıdan ikinci bölümde göreceğimiz şekilde Austin’in incelediği ifadeler doğru veya yanlış olamadıkları için anlamsız sınıfına yerleştirilirler.

Russell’ın betimlemeler hakkında söyledikleri ise betimleyici yanılgının farklı bir açıdan nasıl bir altyapıya sahip olduğunu gösterir. Dış dünyadaki nesneler hakkındaki bilginin betimleme yolu ile üretilmesi, dilsel ifadeler olarak betimlemelerin içinde bulunduğu önermelere başat bir rol verilmesine sebep olur. Bu önermelerin de doğruluk değerleri açısından değerlendirilmesi, bizi yine anlamlı ve anlamsız kategorilerine götürür. Bu yüzden dile bakış dar bir alana sıkışır. Çünkü betimlemelerin içinde bulunduğu önermelerin mantıksal değerlendirmesi sadece iki şık sunmaktadır ve anlamsız olan önermelerin gündelik dildeki yeri, anlamlı olanlara göre daha aşağı olmasa gerektir. Austin bu noktada farklı bir bakış açısı geliştirecektir.

Gramatikal form ve mantıksal sentaks arasında yapılan ayrım, gündelik dilin aldatıcı olduğunu söylemektedir. Gündelik dil, altında yatan mantıksal zemini bizden sakladığı için hatalara yol açmaktadır. Felsefe alanındaki yanlış anlamaların sebebi olarak da bu gösterilmektedir. Russell’a göre betimleme yolu ile elde edilen bilginin mantıksal analize tabi tutulması bizi felsefi yanlışlardan koruyacaktır. Asli olan mantıksal sentaksa ulaşıldığında onun üzerinde yapılacak işlemle doğru veya yanlışa daha sağlam bir yoldan ulaşılacaktır. Anlamsız önermeleri ayıklama işi bu yoldan gidilerek başarılabilir. Russell’ın yaptığı bu ayrım da dilsel bakışı belirli bir alanla sınırladığı ve bu alanda sadece analiz edilmesi gereken betimlemeler gördüğü için betimleyici yanılgıya düşmekten kurtulamamaktadır.

Betimleyici yanılgı açısından Wittgenstein’ın Tractatus’undaki betimleme anlayışına baktığımızda da şunları söyleyebiliriz: Öncelikle temel tümceler üzerinden dünyanın betimlenebilir olması, dünyaya ait doğruluk değerleri ile değerlendirilebilecek olguların betimlemeler şeklinde ortaya çıktığını gösterir. Bu anlamda bildirimler ve önermeler betimlemeler olarak anlaşılır ve bu minvalde değerlendirilir. Diğer yandan, temel

tümceler doğruluk değerlerine tabi oldukları için onlar açısından doğru, yanlış, saçma veya anlamsız dışında başka bir değerlendirme ölçütü yoktur.

Söylediğimiz bu iki şeyi birleştirirsek Wittgenstein’ın Tractatus’ta izlediği yol yukarıdaki alıntılarda da gördüğümüz gibi diğer düşünürlerinki ile benzerlik taşımaktadır. Frege’nin dilsel analiz hakkındaki yaklaşımı, Russell’ın gramatikal form ve mantıksal sentaks arasındaki ayrımı Tractatus’ta onaylanmaktadır. Ayrıca dil ve dünya arasında ortak bir mantıksal biçim olduğunun savunulması, gündelik dilin aldatıcılığı fikrinin de Tractatus’ta işlendiğini göstermektedir. Temel tümceler üzerinden dünyanın betimlenmesi, gündelik dilin karmaşık yapılarının gözden gizlediği şeylere tekrardan ulaşmayı sağlar. Bu anlamda betimlemeler kuramının “betimleyici yanılgı”sına Tractatus’ta da düşülmüştür diyebiliriz. Çünkü gündelik dilin altında saklı kalmış mantıksal yapı fikri dilsel çözümleme ve analiz fikrini, bu fikirse her ifadeyi üzerinde mantıksal işlemler gerçekleştirilebilecek ve doğru ya da yanlış olarak sınıflandırılabilecek şeyler halinde görmeyi getirir. Bu da betimleyici yanılgı denilen şeyin ne gibi nedenlere dayanılarak ortaya atıldığını göstermesi açısından dikkate değerdir.

Viyana Çevresi’nin yukarıda andığımız hedeflerine betimleyici yanılgı açısından bakarsak şunları söyleyebiliriz: Onların tasarladıkları şekli ile felsefe, dilsel analizi ve mantıksal çözümlemeyi önceleyerek anlamlı ve anlamsız kategorilerini devreye sokmaktadır. Bu manada Frege ve Russell’da gördüğümüz sorunların benzeri Viyana Çevresi’nin çizdiği çerçeve için de geçerlidir diyebiliriz. Bilimlerin dilinin simgeler aracılığı ile oluşturulacak rasyonel bir sisteme dönüştürülmesi fikri ise daha baştan bazı önermelerin irrasyonel görüldüğüne ve anlamsız olarak sınıflandırılacağına işaret eder. Metafiziğin elenmesini hedeflemek de bu söylediğimiz sınıflandırma şeklinin başka bir ifadesidir. Anlamsız olarak görülen metafizik önermelerden kurtulmak istenmektedir. Bir önermenin doğrulanması veya yanlışlanmasının, Viyana Çevresi’nin kurmak istediği çerçeveye dahil olmanın en önemli işareti sayıldığını söyleyebiliriz. Buna felsefeye biçilen görev olarak bilimin denetlenmesini de eklersek, ortaya çıkan tabloda, bilimsel önermeler dışındaki önermeler, doğruluk değerleri açısından değerlendirilemeyecekleri için, dilsel analiz ve mantıksal çözümlemenin dışına atılacaklardır.

Ayer de Viyana Çevresi gibi felsefi araştırmayı dilin mantıksal analize tabi tutulması olarak görmektedir. Ayrıca filozofun nesnelerden ziyade onlardan söz ediş biçimlerimizle ilgilenmesi gerektiğini söylemesi de dilsel analizi ne kadar merkezi bir yere koyduğunu göstermektedir. Bunlara ek olarak, Ayer dilde herhangi bir nesneye betimleme dışında işaret edilemeyeceğini söyler. Bu söylediklerini birleştirdiğimizde onun da betimleyici yanılgıdan azade olmadığını iddia edebiliriz. Diğer örneklerde de gördüğümüz gibi, dilsel analiz vurgusu bizi doğruluk değerlerine götüren yolu açar. Betimleme dışında dış dünyaya işaret edemeyeceğimizin söylenmesi ise farklı isimler verilebilecek ifade türlerini tek bir isim altında toplamaya neden olur.

İkinci bölümde Austin’in söz edimleri kuramını açıklamaya geçmeden önce şunu da eklemeliyiz: Onun “projesi” bu bölümde bahsedilen dilsel analizi reddetmekten ziyade bu analize konu olan ifadelerin farklı bir bakış açısı ile incelenmesini amaçlamaktadır. Austin, dile olan ilgisini merkeze almış olan felsefi anlayışı, kendi baktığı yerden revize etmeye çalışmaktadır.