• Sonuç bulunamadı

-1970-1980 ARASINDA İŞÇİ SINIFININ DURUMU

Ülkemiz işçi sınıfının sözkonusu tarihsel kesit içinde, toplumsal güçlerin gelişimlerine bağlı mücadelelerinde, bu güçlerin ön saflarında yer aldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Sanayi kapitalizminin bulunmadığı bir toplumda modern işçi sınıfından da söz edilmesi olanaksızdır. Fakat işçi sınıfı mücadelesinden söz ederken nitelik olarak, mücadele bilinci olarak gelişmiş bir sınıf aranmamalıdır.

Türkiye toplumunun özellikle 1960 sonrasında girdiği yeni dönem ülke tarihinin çok özel bir evresini oluşturur. Bir bakıma, ekonomiyi artan biçimde sarıp sarmalayan yeni sömürge sanayisi ile birlikte, eskiye oranla güçlü bir işçi sınıfı oluşumuyla, kapitalist topluma özgü sınıf mücadelesi biçimleriyle, kitlesel gösteri ve eylemleriyle, sınıf çıkarlarını koruma ve daha fazla geliştirmeye yönelik protesto vb. olaylarla yavaş yavaş sınıf kimliğine ilişkin özelliklerle buluşmaya başlamıştır.

Yeni sömürgelerde, sınıfın politik öncüsüyle buluşma sürecinden önce veya bazen yaklaşık aynı evrelerde önce kendi kimliğiyle buluştuğunu görüyoruz. Bu durum, sözkonusu ülkelerde hemen tüm sınıfların gerçek karakterlerinden ve özgün dinamiklerinde uzak gelişim seyirleri nedeniyle son derece doğaldır. Bu süreçteki gelişmeyi birkaç maddeyle özetleyelim:

1) Sermayenin belirli bir birikime ulaştığı, emperyalizmle bütünleşerek gelişen işbirlikçi tekelci burjuvazinin sanayi

yatırımlarına yöneldiği (montaj karakterli de olsa), fabrika sisteminin yaygınlaştığı, sanayi kapitalizminin ortak çıkarları doğrultusunda birleştikleri yeni-sömürge kapitalizmine özgü ilişkiler sonucunda işçi sınıfının niteliksel durumunun güçlenmesi.

2) Türkiye sanayisinin temeli olan devlet sanayi sektörünün yeni kuruluşlarla güçlenmesi (İskenderun İş-Demir, Seydişehir Aliminyum Fabrikası vb. ) dolayısıyla Kamu İktisadi Kuruluşlarının işçi sınıfının artışında önemli bir rol oynaması,

3) Bu gelişmeler doğrultusunda işbirlikçi tekelci burjuvazinin iktidar bloğu (Oligarşi) içinde güç kazanmıştır. Tüm devlet olanaklarını ve emperyalizmin kredilerini kendi sınıf çıkarları doğrultusunda kullanıp güçlenmesine koşut olarak, toplumsal muhalefet güçleri içinde işçi sınıfı güçlenmiştir, 4) Kapitalizmin gelişme koşullarına uygun, gerçek anlamda bir işçi sınıfının kitlesel karakter kazanması, ülke tarihinde ilk kez toplumsal muhalefetinde kitlesellik kazanmasının ortamının oluşması.

Birbiriyle bağlantılı bu konular ve gelişmeler dikkate alınmadıkça ülkenin bu tarihsel dönemini anlayabilme olanağı olmadığı gibi işçi sınıfının gelişimi, tarihsel rolü ve misyonunu da anlayabilmek olanaksızdır.

Türkiye kapitalizminin 1961 Anayasası’yla -kısa duraklama dönemleri bir kenara bırakılırsa- önündeki çeşitli engellerin kaldırılması, yeni dönemdeki şekillenişini de sağlamıştır.

Eskiye oranla hızlı bir genişleme dönemi yaşadığı, bunun da temelinde sanayi kapitalizminin iç pazara yönelik işlevlerinin belirleyici olduğu gerçeği önemlidir. İç pazara yönelik işlevlerinin belirleyici olduğu gerçeği önemlidir. İç pazara yönelik sanayi sermayesi birikiminin, tarım alanlarında da etkili olmaya başlaması, yine devlet politikasıyla bu yönde desteklenmesi, bu sürecin hızlanmasını sağlamıştır.

Oligarşik iktidar, kendi sınıf çıkarları ve kârları doğrultusunda sömürge tipi faşizmin uygulayıcısı olan devlet aygıtını yeniden düzenlemiş, toplum üzerindeki baskı organlarını yenileştirmiştir. Uygulanmakta olan politikalar, sanayi şehirlerindeki işçi kitlelerinin protestolarına, gösterilerine neden olmuş, topluca işi bırakma ve grev eylemlerini gündeme getirmiştir.Aynı süreci tarım alanlarında her geçen gün yoksullaşan köylü ve küçük üretici kitleler de yaşamıştır. Varlık koşullarının ortadan kalkmasına karşı mücadele eden yoksul köylü kitleler mülksüzleşmekten kurtulamayıp sanayi proletaryasının saflarına katılmakta, aynı mücadeleyi, farklı boyutlarda, hem de tüm yakıcılığıyla yaşamaktaydı. Kapitalizmin hızlı gelişimi, mülksüzleşenlerin iş bulabildikleri fabrikalarda işçi sınıfına katılmasını sağlamış, ancak bu katılım sınıf bilincine ve demokratik bilince erişmeleriyle paralel olamamıştır.

1970-71’deki kısa dönemli bunalım, işçi kitlelerinin o güne kadarki mücadelesinin görülmemiş boyutlarda patlak vermesini ve 15-16 Haziran kitlesel eylemini gündeme getirebilmiştir.

İşbirlikçi tekelci burjuvazi ve sermaye çevreleri, sermayenin tarihsel gelişimi içinde sürekli olarak, bir yandan kendi içinde ya da ittifaklarıyla mücadele ederken diğer yandan ve belirleyici olan mücadelesi, karşıt sınıfla (işçi sınıfı) ve emekçi kitlelerin hareketlerinin engellerine ilişkin olarak sürmüştür.

1961 Anayasasının işçi ve emekçi kitlelerin ekonomik demokratik hak ve istemlerine görece elverişli ortam sağlamıştı. Fakat bu ortam, işçi sınıfının çıkarlarına ne kadar yardım etmişse, bir o kadar da işbirlikçi sermayeye yardımcı olmuştur. Fakat elde edilen bu elverişlilik koşulları kendi karakterlerinin engel ve çelişkilerini de beraberinde getirmiştir. Sermayenin gelişim tarihi aynı zamanda bu engelleri kaldırmanın ve koşulları sermaye sınıfının çıkarlarına daha uygun hale getirmenin tarihidir. Bunun yanı sıra işçi sınıfı açısından da; varolan görece elverişli

k o ş u l l a r ı n k e n d i s ı n ı f k a z a n ı m l a r ı d o ğ r u l t u s u n d a dönüştürülmesi ve yeni mevziler kazanılması mücadelesi doğurmuştur. Bu durum sermaye açısından ciddi bir engel haline gelme dinamiği taşıdığı için egemenlik açısından, bu süreçte öncelikle işçi sınıfının “etkisizleştirilmesi” gerekiyordu.

İşbirlikçi tekelci burjuvazi açısından koşulların uygun hale getirilmesi; çelişkilerin nötralize edilmesi, programlarını pürüzsüz biçimde gerçekleştirmek istemesi yolunda bir teknik ve düzenleme olayı değildi. Problemlerini, askeri faşist d a r b e n i n g e t i r e c e ğ i b a s k ı , t a h a k k ü m v e z u l ü m i l e giderebileceğini umuyordu. Bu bölümde, burjuvazinin karşılaştığı ve ortadan kaldırmak için mücadele verdiği koşullara bunun yöntemlerine değinmeyeceğiz. Konu başlığıyla sınırlı olarak işçi sınıfının mücadelesinin bu dönemdeki tarihini ele alacağız.

Türkiye işçi sınıfının kitleselleştiği, hızla gelişen toplumsal hareketliliğin içinde yer almaya başladığı, sendikal ve siyasal eylemlere katıldığı dönöm esas olarak bu yıllardır.

İfadesini, hızla yükselen grevler ve diğer eylem biçimleriyle canlı tutmuş, 15-16 Haziran 1970’li yılların yürüyüş ve protestolarında ekonomik-demokratik istemlerin siyasal eylemlere dönüştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.

Eylemlerin çıkış noktası ne olursa olsun hızla politik özellikler kazandığı görülmektedir. 70’li yıllar aynı zamanda militan devrimci çizginin politik etkilerinden sonra, sendikaların örgütsel planda burjuva siyasal partilerden görece bağımsızlaşmaya başladığı, revizyonist-reformist, uzlaşmacı akımların da etkisinin azaldığı yıllardır. 15-16 Haziran kitlesel işçi eylemlerinin kendiliğinden ağırlıklı gelişi de bunu göstermiştir. İşçi sınıfının bileşenlerinin taşıdığı önemli zaaf ve eksikliklerine rağmen, bu yükseliş, sınıf mücadelesinin siyasal rejim üzerinde sarsıcı etkiler yaratmasına neden olmuştur.

Ülkemiz işçi sınıfı, kapitalizmin iç dinamiği ile geliştiği

metropol ülkelerdeki gibi Burjuva Demokratik Devrimler öncesi ve sonrası uzun ve kanlı mücadeleler sonrası gerçekleştirilen demokrasi mücadelesi içinde eğitilmiş, sınıf bilincini almış olmadığı için kendi gücünün ve niteliğinin farkına varması da esas olarak bu döneme tekabül eder. Metropoller işçi sınıfı, hem sendikal örgütlülük alanında, hem siyasal mücadele içinde, sınıfın birliğinin öneminin bilincini pratikte kazanmıştır.

Toplumun demokratikleşmesi için burjuvaziye karşı kıyasıya bir m ü c a d e l e i ç i n d e o l m u ş t u r . K e n d i s ı n ı f ı i ç i n s ı n ı f olma/olabilme özelliğine, yüzyılları kapsayan kanlı yengi ve yenilgilerle kavuşmuş, sahip olduğu her hak ve attığı her adım için onlarca yıl mücadele etmiştir.

Türkiye’nin önce yarı-sömürge ve akabinde yeni sömürgecilik süreçleri, sınıfın gerçek anlamda geç doğumunu, kapitalizm ve emperyalizm tarafından çarpık bir biçimde geliştirilmesini, işçi sınıfının örgütlülük ve sendikacılık mücadelesinde de gecikmesini ve oluşan çarpıklıklarını belirlemiştir.

Doğaldır ki, emperyalist sömürgeciler, yeni sömürge Türkiye’de her zaman toplumsal muhalefet güçlerini, özellikle de işçi s ı n ı f ı n ı k e n d i d e n e t i m l e r i a l t ı n d a t u t m a y ı a r z u etmişlerdir/etmektedirler. Bu amaçları doğrultusunda, işçi sınıfının, emperyalizmin bir ülkedeki uzantısı olan işbirlikçilerin çıkarlarına uygun bir biçimde örgütlenmesini, sendikalaşmasını sağlamak için kendi elleriyle sendikal örgütler oluşturmuşlardır.

Bu yönde bir çok yeni sömürge ve bağımlı ülkede işçi sınıfının

“haklar”ı emperyalist sömürgeciler tarafından sendikal düzeyde

“örgütlenerek”, sınıf için değil, sermaye için güvenceye alınmaktadır. Amaç işçi sınıfını “evcilleştirmek”tir.

Örgütlenme eğiliminin doğal, meşru bir gelişme olduğunu bilen emperyalistler, işçi sınıfının bu eğilimlerini denetim altına almak ve yönlendirebilmek için her türlü “yardımı”

sağlamaktadır.

Bu konumda olan ülkelerde emperyalizmin yerli müttefiklerinin

amacı; işçi sınıfını örgütlenme, haklarını arama, sorunlarından uzak tutmak, yönlendirmek, devrimci düşünce ve ideolojilerden “korumaktır”!… Ülkemizde bunun en çarpıcı örneği, işçi sınıfının sendikal örgütlenmesinde 1952’de Amerikan sendikacılık anlayışı ile kurdurtulan ve finanse edilen TÜRK-İŞ’tir.

Şimdiye kadar söylediklerimiz, konunun sadece bir yanını oluşturmaktadır. Emperyalistler ve yerli müttefikleri, işçi sınıfına karşı siyasal zoru ve şiddeti, baskıyı, işçi sınıfının en haklı vazgeçilmez eylemlerini yasadışı saymayı ihmal etmezler. ‘Güzellikle’ yola gelmeyen işçi sınıfını zor yoluyla sindirerek, bu amaç çerçevesinde sınırlarını belirlemeye çalışırlar.

İşçi sınıfının sisteme karşı tavrı çeşitli etmenlere bağlı olarak değişiklik gösterebilmektedir. Burjuvazinin, sınıf sendikalarına karşı tavrını belirlemesinde etken olan faktörlerden biri de, sanayileşme sürecinde benimsenen stratejilerdir.

Sermaye birikiminin ve teknolojisinin çok geri olduğu ülkelerde, devlet aktif bir biçimde bu sürece müdahale eder.

Doğmakta olan işçi hareketi üzerinde yoğun bir baskı kurulur, bilinçli bir politikayla işçiler arasında din, mezhep, ırk ayrılıkları körüklenir, sınıfın birliği parçalanır. Yukarıda sayılan faktörler temelinde, işçi sınıfı ayrı sendikal örgütlerde yer alır, böylelikle yönlendirilmesi burjuvazi açısından daha kolay olur.

Nispi sermaye birikimine ulaşan, sanayileşme süreci içinde emperyalizmle bütünleşerek belli bir seviyede konumlanıp kapitalize (yeni sömürge kapitalizmini kastediyoruz) ilişkilerde etkinlik kuran burjuvazi, değişen tüketim kalıplarıyla birlikte iç pazarı genişletmiştir. üretimine yeni başlanılan birçok sanayi ürününün ülke içindeki üretiminde ç a l ı ş a n e m e k ç i k e s i m l e r , d e m o k r a t i k k a m u o y u n u n hareketliliğinin de etkileriyle, çok fazla sıkıntıya düşmeden

b a z ı d e m o k r a t i k h a k l a r a , ö r g ü t l e n m e v e g r e v h a k k ı kazanımlarına erişti. Bu soruna bağlı olarak, yeni sömürge kapitalizminin toplumsal süreç içinde işlerlik kazanması, eski engellerin (hukuksal, siyasal, kültürel vb.) de ortadan kalkması zorunluluktu. Bu zorunlu düzenlemeler işçi kesimine de belirli ölçülerde serbestlikler sunmak kaçınılmazlığını doğurdu. İşçi örgütlenmeleri bir çok durumda, yeni işçileşmiş işçileri çalışma yaşamında disipline etmenin araçları olarak da kuruldu ve kullanıldı.

Çok partili sisteme geçişle birlikte, CHP’nin kurdurttuğu işçi derneklerine, DP ile bu işçi derneklerinin oy potansiyelini kullanabilme yolunda çelişkilerine, partilerin işçileri iktidar olmak için eğitme istemlerine dikkat edilmelidir.

1952’de kurulan TÜRK-İŞ’in her dönemde iktidarın yanında yer alması, hükümetler Amerikan dış politikalarına ters davranışlar izlediklerinde onlara tavır alması, HAK-İŞ ve MİSK gibi sendikaların işlevleri hep aynı durumun sonucudur.

Türkiye işçi sınıfı dönem dönem atılım gösteren, mücadele ivmesi artan, kendi hakları için kısa süreli fakat ciddi eylemlere girişebilen özelliklerinin yanında, bir sınıf tarihine ve mirasına sahip değildir. Nispi demokratik ortamın sağlanmasından sonra, 1961-70, 1974-80 dönemlerinde bilinçlenme ve örgütlenme düzeyi artmış, kendisi için sınıf olma kavramını mücadele içinde, asgari ölçüde de olsa öğrenmiştir.

Genel olarak ekonomik, demokratik ve siyasal hakların sağlanması karmaşık etmenlerin sonucudur ve tek bir gerekçeyle açıklamaya kalkışmak son derece yanıltıcı olur. 1960 sonrasında ve 1961 Anayasasının getirmiş olduğu nispi demokratik ortamda, hakların anayasaca kabul edilmesiyle bazı uygulamalara geçilmesinin özü, ülkenin yeni sömürge kapitalizmine göre yeniden biçimlendirilmeye çalışılması planında, egemen sınıfların işçi sınıfının durumunu da gözlemleyerek, ipin ucunu kaçırmamak amacıyla verdiği

ödünlerdir. Durum, işçi sınıfının ‘demokratik’ endişe yaratmayacak ölçüde kullanabileceği kadar hakkın sağlanmasını belirlemiştir. 1963’te CHP’nin genç çalışma bakanı Bülent Ecevit bu yönde işçilere grev hakkının tanındığını açıklarken, burjuvaziye lokavt hakkını tanımıştır ve yasallaştırmıştır.

“1963 yılında 274 sayılı Sendikalar Yasası kabul edilip, sendikaların siyasetle uğraşması yasağı kaldırıldı.

1965 yılında memurların sendikalaşma hakkını düzenleyen, memurların sendikalarının kurulmasını olanaklı kılan 624 sayılı Kanun Personeli Sendikalar Yasası kabul edildi.

1970 yılında 274 sayılı Sendikalar Yasası 1317 sayılı yasa ile değiştirilip, işçilerin sendikal örgütlenmesi zayıflatılmış ve kapatılmıştır. (DİSK)

1971 yılında Anayasa Değişikliği ile işçilerin ve memurların hakları kaldırıldı.

1973-1980 döneminde işçilerin örgütlenme haklarında herhangi bir genişleme olmadı. Mevcut haklar pratikte genişletilerek, işçi sınıfı ve demokratik hareketler tarafından kullanıldı.

Faşizmin 12 Eylül darbesiyle bu hakların tümü askıya alındı.

1982 Anayasası ile, 1983 yılında kabul edilen 2821 sayılı sendikalar yasası ile sendikaların siyasetle uğraşması yeniden yasaklandı.”

Bu gelişmelerden de anlaşılacağı gibi, işçi sınıfı 1961 Anayasası’nın getirmiş olduğu demokratik hakları kullanmakla işe başlayıp, süreç içinde zaman zaman bu haklarını sınırlayan, ortadan kaldıran askeri faşist diktatörlüklere karşı herhangi bir eyleme geçmediği gibi, kendi haklarını arama, savunma yönünde hareketlenmemiş, tam bir suskunluğa gömülmüştür. Faşizmin parlamenter uygulama dönemlerinde, yeniden eski haklarını kullanabilmenin mücadelesini vermiştir.

A n c a k h a k l a r ı n ı d a h a i l e r i b o y u t l a r d a a r a m a y a d a kalıcılaştırma yönünde tavrı yoktur, tam tersine tavırsızlığı vardır.

Ayrıca, 1961 Anayasası’ndaki işçi haklarına ilişkin yasal düzenlemeleri abartmamak gerekir. Bunların bir kısmı daha önce de vardır. “… Türkiye, toplu pazarlık hakkını tanıyan bu sözleşmeyi 8 Ağustos 1951 tarihinde onaylamıştır. 1961 Anayasası’na toplu pazarlık hakkına ilişkin olarak konan hüküm 1951 yılında onaylanan 98 sayılı İLO sözleşmesiyle zaten Çalışma Mevzuatının bir parçasıydı. Anayasaya konulması mevzuat ve hak açısından bir yenilik oluşturmuyordu…”

Yukarıdaki alıntıda da belirtildiği üzere, 1924 Anayasası’na, 1951’de eklenen İLO anlaşması doğrultusundaki bu yasayı, burjuvazi yürürlüğe koymamış, işçi sınıfı da istememiştir. Ta ki 1961 anayasasıyla var olan bir hakkın ihsan edildiği ilan edilinceye kadar…

1961’den sonra kabul edilen grev hakkının 1963’e kadar yasaklı olarak kalması, siyasal iktidarın emperyalizmle girmiş olduğu girift ilişkilerin çok boyutlu sonuçlarından biridir.

1963-1980 arasında (12 Mart ve 12 Eylül dönemleri dışında) birey hakkı ile birlikte kullanılan Toplu İş Sözleşmesi hakkı, işçilerin yaşama ve çalışma koşullarını iyileştirme ve k o r u m a d a b i r a r a ç o l a r a k s e n d i k a l a r b i r ö l ç ü d e kullanılabilmiştir.

Burjuva siyasal partiler, çok partili dönemden günümüze kadarki sürede, iktidara gelebilmek için, giderek büyüyen işçi kitlelerinin oy potansiyelini partilerine aktarabilmek yolunda, işçilerin grev ve toplu sözleşme, yaşama sorunlarını ağızlarından düşürmemek zorunda kalmışlar; ancak iktidar o l d u k l a r ı n d a d e m a g o j i d e n b a ş k a h i ç b i r ş e y söylememişlerdir.Yine aynı dönem boyunca, sınıfın sendikal faaliyetleri ve işçilerin bu haklarını kullanabilme yolunda, hatta sadece çıkarılan yasaların uygulanması yolunda sık sık eylemlere başvurduğunu görüyoruz. Ve bu dönemde grev hakkı oldukça yaygın bir biçimde kullanılmıştır.

Sınıfın siyasal tavır alışkanlığı kazanmasına genellikle ilk çıkış noktalarını oluşturan hakların zaten mevcut olması, yaşam koşullarına ilişkin düşünce ve tavrının uzun zaman

apolitik bir zeminde seyretmesinde oldukça önemli rol oynamıştır. Sözgelimi oy hakkı, seçme seçilme hakkı için uzun ve zorlu mücadeleler vererek politikleşen ülkelerin proletaryası, sınıf tavrına bu etkinliklerinin kazandırdığı mücadele olgularıyla yönelir. Oysa ülkemizde kendi başına bir anlam ifade etmeyecek bu haklar egemenlik tarafından bahşedilerek bir tavır kanalı daha tıkanmıştır.

1960-80 dönemleri arasında sendikalar ve işçi sınıfı yeni koşullardan kaynaklanan yeni siyasal haklar ve özgürlükler için mücadeleye girmemiştir. Özetle sınıfın siyasal haklar mücadelesinde önemli bir tavrı olmamıştır. Anayasada yer alan, işçi sınıfının ve onun ideolojisinin kısıtlanmasını öngören 141-142. maddelere karşı aktivasyonu olmadığı gibi, sınıfın devrimci mücadelecilerinin genel olarak karşısına çıkardığı madde olan 146. madde tartışma gündemine bile girmemiştir.

Çünkü hala işçi sınıfı ideolojisiyle işçi sınıfı haklarının ayrı düzlemlerde cereyan ettirilmesine yönelik senaryoyu parçalayabilme başarısını gösterememiş durumdayız.

Burjuvazi, devrimci düşüncelerin etkisinin kırılması, legal ve illegal mücadele içinde örgütlenen sol düşüncelerin sınıftan soyut kalması için koyduğu bu kısıtlayıcı, yasaklayıcı maddelere gerek duymuş; ancak işçi sınıfı bu anti-demokratik, anti-komünist maddelerin anayasadan kaldırılması yönünde tavır geliştirememiştir. Sadece legal örgütlenmeyi amaçlayan, düzen koşullarını fazla zorlamak endişesi içindeki revizyonizmin girişimlerinde ise 141-142’ye karşı tavır salt bir protesto çerçevesinde kalmıştır. Ancak sonuç alıcı hiçbir girişim uzun soluklu eylem gündeme getirilememiştir.

1970-80 döneminde, kapitalizmin önünde çeşitli engeller olmasına rağmen (bir önceki süreçten sarkan eski üretim ilişkileri-sanayileşme boyutunun geliştiği, burjuva üretim ilişkilerinin yaygınlık kazandığı gerçeğinden hareketle, kapitalizmin – ne tarzda olursa olsun- geliştiği her toplumda olduğu gibi ülkemizde de, toplumsal süreç içinde belirleyici olan sanayi kapitalizmi olmuştur.

diğer bir deyişle, işbirlikçi tekelci burjuvazinin ekonomik, politik, sosyal ağırlığı artmıştır. Toplumların tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olduğu gerçeği paralelinde, ülkemizde de kapitalizmin iki temel gücü, işçi sınıfı ve burjuvazi, birbirleriyle yalın olmayan ama son tahlilde ve kaba bir indirgeme ile çelişkinin iki ucunda bulunma konumlarıyla mücadeleye girmişlerdir.

İşçi sınıfının nicel ve nitel gelişiminde önemli süreçler yaşandığını aynı dönemde gözlemlemekteyiz. Fakat her iki durumdaki gelişme de ne mekanik yorumlanmalı, ne de özgün durumlar gözden kaçırılarak yeni stratejik ufuklar keşfedilmemelidir. Bunu gerektirecek ölçüde bir farklılaşma görmüyoruz, ülkemizde bu farklılaşmanın koşulları yoktur.

İşçi sınıfının nicelik durumu, öncelikle onun büyük üretim birimlerinde bir araya toplanmasından, sayısal durumunun yoğunlaşmasından kaynaklanmaktadır. Nitelik sorunu da; işçi sınıfının üretim içerisinde oynadığı rolde somutlaşarak, bu rolün mücadele seyrindeki işlevleriyle ifadesini bulur.

Rolünün örgütlü bir güç olarak devrim mücadelesine aktığı/yönlendiği, ideolojisi ile buluştuğu oranda da belirleyici misyonuna ulaşır. İşçi sınıfının tarihsel ve toplumsal rolü buradan kaynaklanır ve kapitalist toplumun yaratmış olduğu devrimci sınıf olma özelliğini alır. Burjuvazi tüm toplumu yoksullaştırıp mülksüzleştirerek, bir anlamda proleterleştirir ya da o sürece hızla sokarken, kendi toplumsal sisteminin mezar kazıcısı işçi sınıfını, kendisinin gelişim zemininde yaratır.

İşte Türkiye İşçi Sınıfı da bu evrensel çelişkiler temelinde doğmuş, genel bağlamda bu çelişkiler üzerinde yükselerek bir sınıf olma özelliğine erişmiştir. Her toplumda olduğu gibi, çağımızın özelliklerinden dolayı, bizim ülkemizde de bize özgün bir kapitalizmin yapılanma boyutlarına uygun bir işçi sınıfı ortaya çıkmıştır. Ve bilinmektedir ki, işçi sınıfının niceliksel artışı olmadan, niteliksel bir karakter

kazanabilmesi olası değildir. Çünkü onun gücünün temeli, üretim ilişkilerindeki konumlanışı, onu diğer emekçi sınıf ve katmanlardan ayıran, bu ilişkiler içinde kazandığı fonksiyonlar ve o ilişkilerin özelliklerine göre oluşan tarihsel misyondur.Ülkemizde 1970’li yıllar içinde kapitalizmin “gelişmişlik” boyutu, yeni sömürge ülkeler kategorisindeki ortalamanın biraz üstünde bir düzeydedir. Bu düzeye uygun olarak, sınıfın nicel olarak ta arttığını görüyoruz.

Konuya ilişkin istatistik veriler;

Yıllar İş-gücü (milyon)

1965 13.5

1970 14.9

1977 16.1

rakamlar sunmaktadır. (24)1960’dan sonra çalışan nüfus içerisinde ücretlilerin oranı 1960’da %18.8, 1965’te %22.4, 1970’de %27.6, 1975’te %31 ve 1980’de %33.4’tür.

Kapitalist ilişkilerin tarım alanlarında da etkili olup yaygınlaşmasıyla, tarımda çalışanların oranı sürekli azalmakta, sanayi ve hizmet sektörlerinde çalışanların oranı ise sürekli yükselmektedir. 1960’a kadar tarımda çalışanların oranı artmışsa da, genel içerisinde, ücretliler ve işverenler açısından gerilemeye başlamıştır. 1965’te 9.75 milyon iken, 1970’de 9.28 milyon olmuştur.Sanayi ve hizmet sektöründeki gelişme ise, daha çok hizmet sektöründe dikkat çekicidir.

İş-gücünün (Sivil İstihdam) Sektörler Arası Dağılımı:

1000

Kişi Yüzde Dağılımı

Sektörler 1962 1967 1972 1962 1967 1972 Tarım 9.220 9.070 8.770 77.1 71.3 65.0 Sanayi 995 1.175 1.520 8.3 9.2 11.3

Hizmetler 1.660 2.150 3.070 13.9 16.8 22.7

Bilinmeyen 80 340 130 0.7 2.7 1.0

Toplam 11.955 12.735 13.480 100.0 100.0 100.0

1977’ye gelindiğinde yüzde olarak bu oran

Tarım % 61.3

Sanayi % 16.2

Hizmetler % 22.0

1970’lerin başında sanayinin belirli coğrafi bölgelerde yoğunlaşması ve bu yoğunlaşmanın artması paralelinde, aynı birimlerde yoğunlaşma durumu da gerçekleşmiştir. “… 1973 yılında imalat kesiminde 10 veya daha fazla işçi çalıştıran büyük işletmelerin %75’i (%44’ü İstanbul, %9.7’si İzmir,

%7.4’ü Ankara…) 8 büyük ilde toplanırken, geri kalan 59 ilde yatırımların %25”i bulunmaktadır. Ancak yabancı sermayeli şirketlerde, gelişmiş bölgelerdeki yığılma daha belirgindir.

Örneğin 1973 yılında imalat sanayinde, faaliyet gösteren şirketlerin %75’i İstanbul’da geri kalan %25’i diğer gelişmiş bölgeler sayılan Ankara İzmir, ve Bursa yörelerinde toplanmıştır.”

Konumuz gereği burada, tüm ülkede çalışan nüfus açısından değil, sanayi sektörlerinde, hizmet vb. sektörlerde çalışan iş-gücü ve işçi sayısını ele alacağız.

Sektörel İstihdam (Bin Kişi)

Tarih 1978 1979 1980 1981 1982 Tarım (gizli

işsizler dedahil)

9537.2 9528.6 9520.0 9511.5 9431.4

Sanayi 1826.2 1793.9 1770.3 1821.9 1855.3

İnşaat 526.1 577.6 580.6 582.1 584.4 Ulaştırma 500.0 492.2 480.4 491.1 498.3 Ticaret 645.8 637.7 628.2 656.0 675.3 Diğer Hizmetler 1905.0 1935.6 1978.5 2032.3 2099.7

Bilinmeyen 273.0 273.0 273.0 273.0 273.0

Bu tabloda, Türkiye’de işkollarının artmasının yanı sıra, işçi kitlelerinin sayısal yoğunlaşması ve özellikle tarım alanındaki yığılma somut olarak görülmektedir.Sanayileşme süreci işçi sınıfının yapısını ve dinamiğini belirleyen, toplumsal rolünü açığa vurmasını sağlayan etkenlerin başlıcasıdır. İşçi sınıfının toplumsal üretimdeki payının artması, onun üretimdeki rolünü açığa kavuşturur.

İşkolları düzeyinde sınıfın nicelik artışını yıllara göre

İşkolları düzeyinde sınıfın nicelik artışını yıllara göre

Benzer Belgeler