• Sonuç bulunamadı

Anlamsızlık, Boşluk, Belirsizlik

2. BÖLÜM

2.1. ÖNE ÇIKAN TEMALAR

2.1.1. Anlamsızlık, Boşluk, Belirsizlik

Yenilikçi öykücüler metinlerinde anlamsızlık, boşluk düşüncelerine sıkça yer verirler. Postmodern çağın getirmiş olduğu hızlı yaşam ve tüketim kültürü hayata anlam yükleme noktalarında yazarları ve dolayısıyla öykü kişilerini zor durumlara sürükler. Öykü kişilerinin üzerinde genellikle monotonluğun neden olduğu bir can sıkıntısı ve yorulmuşluk hali hâkimdir. Bu kişiler gezmek, oturmak, konuşmak gibi yaşamsal faaliyetlere karşı bezginlik hissederler. Hiçbir şey onları mutlu edememektedir. Genellikle öykü kişileri yaşanmaya değer güzellikler olduğuna inanmazlar. Umutsuzluğun sarmalında dibe vururlar. Kimi öykücüler bu temleri öykülerine belirgin bir şekilde yansıtırken, kimileri başka temlerin içerisinde „örtük‟ bir şekilde kullanır. Bu başlık altında incelediğimiz öykülerde de en sık rastladığımız temlerdir, anlamsızlık, boşluk, belirsizlik. Ancak burada hangi öyküleri bu başlığa dâhil edeceğimiz konusunda kararsızlıklar yaşadığımızı da itiraf etmeliyiz. Modern sonrası dönemin getirdiği ana özellikleri bünyesinde barındıran bu metinlerde pek çok temin „girişik‟ bir halde bulunduğunu gözlemledik. Bu durum postmodernizmin sanata da yansıyan çoğulculuk anlayışından kaynaklanmaktadır. Anlamsızlık, boşluk pek çok öyküde ana tema olmasa da öykücülerin kullanmaktan çekinmediği konulardır. Biz de bu öyküler içerisinde belirgin olarak bu ifadeleri gösterenleri bu başlık altında işlemeye karar verdik.

Bu durum Bilge Karasu‟nun öykülerinin ana temasıdır. Öykülerinde, kendini kolay ele vermeyen, derinlikli ve çok katmanlı bir anlatım şekli vardır. Boşluk, yalnızlık, tedirginlik, ölüm etrafında gezinerek soyut bir öykü dünyası kurmuştur. Karasu‟nun, 1963 yılında basılan Troya‟da Ölüm Vardı kitabı toplam 13 öyküyü içermektedir. Bu öyküler Doğum, Sarıkum‟a GiriĢ, ġarkısız Gecelerin Ġlki, BeĢinci

Gün, Odalardan Biri, Oda Oda Dünya, Dönenen Bir, Zanzalak Ağacı, Kavruk, Çatal, Nereden De Andım şimdi öyküleridir. Kitap ağırlıklı olarak Sarıkum kasabası

ve bu kasabanın sakinlerinin anlattığı seri öykülerden oluşur. Anlamsızlık, boşluk temleri bazı öykülerin bütününe yansımışken bazılarında ise diğer temler içerisinde hissedilmeyecek derecede zayıf kalmıştır. Tespit ettiğimiz başlığı, içerisinde en belirgin şekilde barındıran öyküler ise şunlardır: Çatal, Acı Kök Yağmurun Tadında.

Karasu, Troya‟da Ölüm Vardı kitabında çocukluk anılarına yer verir. Kitap boyunca anlatılan mekânlar Karasu‟nun doğduğu kasabadır. Öykülerde daha çok Müşfik adlı kahramanın anne ve babasıyla ilişkileri, arkadaşlarıyla münasebetleri ve kadın-erkek ilişkilerine bakışı anlatılır. Oğullarına aşırı bağlı, onları sevgileriyle boğan anneler ile ilgisiz ve mesafeli babalar, çocukluktan ergenliğe geçen öykü kişilerinin kadın-erkek ilişkisine bakışlarını önemli ölçüde etkiler.(…..)Bu nedenle Karasu‟nun karakterlerinde, tohumları çocuklukta atılan eşcinsel eğilimler sezilir sık sık.130

Bu kitapta da Müşfik adlı öykü kahramanının çocukluk arkadaşı Suat ile olan münasebetine değinilir. Anlamsızlık, boşluk başlığı altında değerlendireceğimiz

Çatal öyküsü de Karasu‟nun kasabadan ayrılmak zorunda olduğu anı anlatır.

Aralarında küçüklükten beri farklı ilişkiler beliren Müşfik ile Suat ayrılmak zorundadır. Müşfik‟in ailesi İstanbul‟a taşınmaya karar verir. Müşfik de bu karara uymak zorunda kalır. Ancak bir yandan aklı Suat‟ta kalır. Onu bir daha göremeyeceğini, ona bir daha dokunamayacağını düşünür.

Öykü farklı bir anlatım şekliyle iki koldan gelişir. I başlığını içeren kısımda Müşfik‟in kasabada geçirdiği son günündeki duygu durumu, II başlığını taşıyan kısımda da gitmesine iki gün kala hissettikleri anlatılır. I. bölümde Müşfik‟in Suat‟ın annesiyle dertleştiği kısımlara da yer verilir. Ancak bu kısmı daha çok yalnızlık

130

Jale Özata Dirlikyapan, Kabuğunu Kıran Hikâye-Türk Öykücülüğünde 1950 Kuşağı-, 1. Baskı, Metis Yayınları, İstanbul 2010, s. 148

başlığı altında değerlendirmek doğru olacaktır. Her iki başlık içerisinde de Müşfik ve Suat aralarında garip bir sessizlik hissetmektedir. Bir daha görüşemeyecek olduklarını düşünürler. Müşfik Suat‟ı avutmak için bir şeyler söylese de söylediklerine kendisi de inanmamaktadır. İkisinin de içini büyük bir boşluk kaplar. Müşfik gitmeden önce Suat ile son bir kez buluşmak ister. Ancak Suat bu buluşmaya gitmez ve Müşfik hayal kırıklığı içinde Sarıkum‟dan ayrılır.

Müşfik‟in gitmesine iki gün kala buluştukları bir gecede Suat‟ın ayrılma gerçeğine karşı tepkisi yansıtılır. Müşfik‟e suçlayıcı sözler sarf eder ve bunun üzerine Müşfik içindeki boşluğu şöyle ifade eder:

“Bağırmak istedim, gülmek istedim, saçmaladığını, çıldırdığını, dünyada ondan baĢka dostum olmadığını bildiğini, böyle bir Ģeyi ağzından çıkarmakla, düĢünmekle, beni, kendini, dostluğu yadsıdığını söylemek istedim, ağzım doldu, çenelerim kasıldı, boğuldum…baĢımı kaldırmadım bile. Gülemedim. …ˮ 131

Karasu‟nun aynı kitapta belirlediğimiz temasal özellikleri gösteren diğer öyküsü Acı Kök Yağmurun Tadında‟dır. Bu öykü Müşfik, Rana, Dilaver, Talha, Sadun, Gülay, Lerzan isimli yedi farklı kişinin bakış açısından anlatılmaktadır. Bütün kişilerin ortak noktası Müşfik‟tir. Rana ile kocası Sadun, Talha ile karısı Lerzan ve çocukları Gülay, Müşfik‟in hayatlarına dâhil olmasıyla yaşadıkları durumları anlatırlar. Müşfik‟in annesi Dilaver Hanım da oğlunun gün geçtikte kendisinden uzaklaşmasına değinir. Rana ile Lerzan kocalarını Müşfikten kıskanmaktadır. Müşfik‟in hayatlarına dâhil olmasıyla eşleri tarafından ikinci plana atıldıklarını düşünmektedirler. Olayları bu bakış açılarıyla anlatırlar. Talha ile Sadun da eşlerinde Müşfik‟in gelişiyle oluşan kıskançlık duygularının farkındadırlar. Ancak Müşfik ile görüşmelerine bir son veremezler. Boşluk ve anlamsızlık bu kahramanların en çok yaşadıkları duygulardır. Özellikle eşini Müşfik‟ten kıskanan ancak Müşfik‟e karşı da ne olduğunu çözemediği duygular hisseden Rana‟da bu duygular daha belirgindir.

Etrafındaki her şeyi anlamsız bulmaya başlayan Rana kaçıp gitmek ister. Artık bildiği tanıdığı insanlar arasında kendini yabancı hisseder ve hislerini şöyle ifade eder:

“…kaçma duygusu kaçmak istiyorum kaçmak istiyorum istediğim anda istediğim yere kaçabileceğimi biliyorum da biliyorum nereye gitsem bir benim için ama birden uzaklarda çok uzaklarda çok uzaklarda olmak isteğini ne yapayım kaçmak istiyorum bambaĢka insanların benim insanlarımdan bambaĢka insanların benim insanlarımdan bambaĢka olan tanımadığım insanların yanına gitmek…ˮ132

Bilge Karasu‟nun Uzun SürmüĢ Bir Günün akşamı kitabında da çok belirgin olmamakla beraber bu temi görmekteyiz. Bu kitap Ada‟,‟Tepe‟ ve „Dutlar‟ olmak üzere birbirine bağlı üç bölümü içermektedir. Bu anlamda diğer öykülerine göre modern hikâye yapısına daha çok bağlıdır. Öyküde düzenli sayılabilecek bir olay örgüsüne rastladığımızı söyleyebiliriz. Diğer öykülerinden farklı olarak başkarakter konumundaki Andronikos her şeyden önce bir isme sahiptir. Yazar anlatıcının varlığı daha fazla hissedilir. “Adaˮda, Bizans döneminde resmin yasaklanması üzerine, bu baskıcı yenilikçi harekete karşı çıkan genç keşiş Andronikos‟un manastırdan kaçışı anlatılır. Andronikos manastırdan kaçıp bir adaya sığınır. İnancın her şey den üstün olduğunu düşünen Andronikos, tüm inandıklarıyla yüzleşmeye başlar, kaçışının nedenini sorgular. Bu sorgulamalar esnasında içindeki boşlukları ve yalnızlığı fark eder. “Tepeˮ öyküsünde ise, manastırdan kaçmayan Andronikos‟un en yakın arkadaşı İokim‟in yeni inançları ve Andronikos‟un kaçışını yorumlayışı anlatılır. Ayrıca bu bölümde Andronikos‟un manastıra geri dönüşü ve işkenceler sonucu ölümü de aktarılır. İokim, resim yasağının kaldırılmasıyla birlikte bu kaçışın kahramanlık olup olmadığını sorgular. Ve kendisinin hiçbir faaliyet gösterememesi sebebiyle korkak olduğuna karar verir. „Dutlar‟ öyküsünde ise Karasu farklı bir dönemdeki baskı ortamını aktarır. Bu bölümde 1960‟lı yıllardaki Türkiye‟nin sorunlarına değinir. Kitapta boşluk ve belirsizlik duygularının en çok geçtiği kısımlar ise Andronikos‟un manastırdan kaçıp adaya sığındığı günlerdir. Andronikos kendisiyle ve inançlarıyla hesaplaşmaya başlar. Sık sık geride bıraktığı arkadaşı İokim‟i, kiliseyi ve inançlarını düşünür. Adada geçirdiği bu zamanda vaktinin ne kadar çok bol olduğunu, ancak bir o kadar da anlamsızlığını düşünür. Ve bu düşüncelerini şu cümlelerle ifade eder:

“Vakit bol bundan sonra. Vakit çok. Ölmek için de, bir Ģeyler yapmak için de, vakit bol, çok, çok bol. Bolluğun değeri, anlamı olmayacak ölçüde bol. Ne yapmalı bu vakti? Bir Ģeyler yapmalı, bir Ģeyler kurmalı. Ama kurmak…Kurmak için, kurmak gücünü bulmak için…ˮ 133

Bilge Karasu‟nun 1979 yılında basılan GöçmüĢ Kediler Bahçesi kitabı ise iç içe geçmiş öykü anlatımıyla dikkati çeker. Birbirinden bağımsız 13 öyküyü içermekle beraber bu öykülerin arasında bir akışa sahip olan bir başka metin daha anlatılmaktadır. 1., 2., ….12. gibi başlıklarla verilen ve birbirinin devamı şeklinde olan bu öykülerde satranca benzeyen bir göçme oyunu anlatılır. Bu kitapta anlamsızlık, boşluk temi açısından değerlendirildiğinde en uygun öyküler Geceden

Geceye Arabayı Kaçıran Adam ve Dehlizde Giden Adam öyküleridir.

Geceden Geceye Arabayı Kaçıran Adam öyküsünde kahraman konumundaki

kişinin yıllardır gitmeyi istediği ancak bir türlü gerçekleştiremediği Sazandere‟ye gidebilme çabaları anlatılır. Bu yerin aklına nasıl takıldığını, nereden duymuş olduğunu bilemez. Bir gün gönlünde tuhaf bir şeyler hisseder ve Sazandere‟ye gitmeye karar verir. Pek çok sıkıntılı günler geçirir, gürültüler arasında yolculuklar yapar ancak Sazandere‟yi bulamaz. Etrafında gördüğü kişilere Sazandere‟ye kalkan otobüsleri sorar ama net bir yanıt alamaz. Arabaların kalktığı yere gittiği günlerde sürekli arabayı kaçırdığını öğrenir, ya da arabanın başka yerden kalktığı cevabını alır. Telaş içinde bir oraya bir buraya koşturup durur. Artık kendinden başka herkesin Sazandere otobüslerini bildiklerini düşünür. O gün, ertesi gün, daha ertesi günler de arabayı kaçırır. Bu süreçte tutkunu olduğu denize gitmez, kitap okumaz, yemek yemez sadece arabayı yakalama düşüncesine odaklanır. Bu bekleme aşamasında büyük bir boşluğun içine düşer. Yavaş yavaş sakinliğini kaybeder. Kendini önleyemediği bir şekilde kişiliklere bölünmüş olarak hisseder. Bu bir anlamda „ben‟in parçalara bölünmesidir. Aynı Oğuz Atay‟ın Tehlikeli Oyunlar romanının başkarakteri Hikmet Benol‟un içindeki tüm Hikmetlere seslendiği bölümü gibi. Karasu‟nun öyküsündeki kahraman da bu duyguyu yaşar. Ve bu durumu şu ifadelerle anlatır:

“Ama gene de yalnız değildi bunları usundan geçiren, pazar yerinde yürüyen kendi de öyle geçirivermiĢti bunları içinden. BaĢını kaldırmıĢ, film çeken kendine bakıyormuĢ gibi, ama sonunda ona bakacağını sanarak, kavaklara bir göz atmıĢtı. O kuĢ kavaklara da gelir öterdi herhalde geceleri. Sonra film çeken kendine bakmadan, gözlerini önünden giden ayaklarına dikmiĢ, yürümüĢtü gene. yürüyor, kendi filimini çekiyordu yukarıdan.ˮ134

Sonunda kahraman on altıncı gece Değnekçiden Sazandere‟ye kalkan otobüslerin yerini öğrenir. Arabayı yakalar ve uzun bir yolda ilerlemeye başlar. Bir süre sonra muavin onu bilmediği ıssız bir yerde indirir. İndiğinde etrafında tutkunu olduğu denizi göremez ve ayaklarının kuma gömüldüğünü hisseder. Ansızın ayaklarının altında pencereler açılır ve karşısında tanımadığı yaşlıca bir adam belirir. Ve en sonunda kendisine gülümseyen ve bunca zamandır nerede kaldığını soran bu adamın ölüm olduğunu anlar.

Boşluk, anlamsızlık duygularının Geceden Geceye Arabayı Kaçıran Adam öyküsüne göre daha ağırlıkta olduğu diğer öykü de Dehlizde Giden Adam öyküsüdür. Yine bir önceki öyküde ifade ettiğimiz kişi gibi denize tutkun olan bir genç anlatılır. Öykünün tek karakteri konumundaki bu genç bir gün denizde yüzerken ilgisini çeken bir mağarayla karşılaşır. Yolu takip eder ve mağaranın girişinde „GİRMEYİNİZ‟ yazısını görür. Bu yazıyı belediyenin koymuş olacağını düşünür. Mağarada ilerledikçe bir „GİRMEYEYDİNİZ‟ yazısı daha görür. Merakı en üst seviyelere ulaşır ve bilmediği dehlizde ilerlemeye başlar. Mağarada ilerlerken değişik şeylerle karşılaşır. Mağaranın içinde yemek makineleri, cıgara makineleri sıralanmaktadır. Ancak karanlık git gide artar. İlk zamanlar gördüklerini büyük bir şaşkınlıkla karşılar. Sık sık yemek yer, cıgara içer. Ancak ilerledikçe sıkılmaya ve kendinde tuhaflıklar hissetmeye başlar. Işığa doğru ilerlemesine rağmen hiçbir şeye anlam veremez. Mağarada ilerlediği süre boyunca zaman kavramını yitirmiştir. Ve bir zaman eli mağaranın duvarlarına değil de boşluğa uzanır. Ancak hiçbir şey göremez. Kör olmuştur. Ellerini kayalara sıkı sıkı tutturarak öylece kala kalır.

Dehlizde yürüdüğü süre boyunca yavaş yavaş zamanı, hayatın anlamını kaybettiği anları şu şekilde anlatır.

“Gecesiz, gündüzsüz, ıĢığın ancak yol boyunca uzaktan uzağa dizili duran makinelerin çeliğinde yansıdığı, artmadığı, eksilmediği, saatin hep on ikiyi gösterdiği bir yolda, dün, bugün, yarın olamazdı; sabah akĢam yoktu. Delikanlı da bunları unutmuĢtu zaten. Bildiği tek Ģey, yürümek olmuĢtu. Buraya niçin girmiĢti, nasıl girmiĢti, ansımıyordu artık. Niçin yürüdüğünü biliyordu ama; ıĢığa çıkmak için yürüyordu. Çıkınca ne olacaktı, onu da bilmiyordu ya… ˮ135

Karasu‟nun ölümünden sonra Serdar Soydan tarafından düzenlenen Susanlar kitabı yazarın gazetelerde, dergilerde kalmış öykülerini, şiirlerini ve çeşitli deneme yazılarını içermektedir. Dokuz öykünün bulunduğu kısımda ortak temlere fazlasıyla yer verilir. Başlığımıza uygun olan Depo öyküsünde anlatıcı eski bir depoda ne olduğu belirtilmeyen ve çok fazla da ipucuna yer verilmeyen bir eşyadır. Öyküde anlatılan konu bu eşyanın görebildiği ve duyabildiği kadardır. Anlatıcı konumundaki eşya boğucu ve karanlık bir depo atmosferinden bahseder. Üzerinden gelip geçen bir farenin varlığından ve onu hiç sevmediğinden söz eder. Pencereden görebildiği kadarıyla uçan mor kuşları anlatır. Eğer insan olsaydı neler yapabileceğine değinir. Sık sık yalnızlığından, sıkıntılarından, içinde bulunduğu boşluktan bahseder. Deponun sahibiyle depoyu kiralamaya gelen adam arasındaki konuşmaları dinler. Bu konuşmalar esnasında deponun sahibinin yaz geldiğinde depoyu turistlere kiralayacağını ifade ettiği an kendisini değişik duygular içerisinde hisseder. Yaz mevsimi ifadesini duyduğunda ilk defa zamanı duymuş gibi olur. Ve içindeki boşlukları bir anlığına da olsa silen bu duyguyu şöyle ifade eder.

“Zamanı ilk duyuĢum bu. duruyorum. Hiçbir Ģey yıkamaz beni o halde. Bu duyduğum zaman, benim olamaz. ÖzeniĢtir her Ģey. Ben zaten onun dıĢındayım demek. Benim olmayan, bana dokunamaz. Zamana bakmam da boĢ. O kadar kolaymıĢ meğer. Farenin geliĢlerini saymadım. Bundan sonra da saymam. Gece veya gündüz, sayısız…ve ben…Tek ve durgun. Durgun, dıĢımdan akan o. Ağlar, aynalar, dilimler, renkler gene karĢıda. Adamlar gene önümde. IĢık sönecek gece, yakında veya çok sonra. Ben de artık yalnız ıĢıkla yaĢayacağım. Karanlıklar, sayısız ve boĢ…Gittiler. Karanlık. Fakat hala duramıyorum. Ölmedim daha. IĢığı beklediğimi biliyorum.ˮ136

135

Bilge Karasu, Göçmüş Kediler Bahçesi, 9. Basım, Metis Yayınları, İstanbul 2010, s. 98

Bilge Karasu‟nun aslında biyografik özellikler gösteren ancak türler konusundaki karmaşa yüzünden öykü olarak anılan Narla Ġncire Gazel kitabında boşluk, anlamsızlık ana tema olmamakla birlikte kısa bir şekilde de olsa geçmektedir. Kitap Hayvanlar Kitapçığı, Üç Tanımlık Arasöz, Ġnsanlar Kitabı, ÇıkıĢ, Ön Rapor

Ġçin Birkaç Not şeklinde bölümleri içerir. Bu kitap Karasu‟nun hayata dair

düşündüklerini anlatır. Bazen ölüm, bazen, yalnızlık, bazen de anlamsızlık üzerine ifadelerde bulunur. Yaşamın bir anlamının kalmadığını düşündüğü yaşlılık dönemine değinir. Artık yaşamının kişinin hâkimiyetinde olmadığına karar verir. Karasu için anlamsız ve boş bir dönemdir bu.

“Sonun, baĢın, ortanın birbirine karıĢtığını, anlamını yitirdiğini, tersinmez zamanın boyunduruğundan kurtulduğunuzu duyduğunuz bir gün gelir.ˮ137

Edebiyatımızda kurgu\biçim özellikleri açısından yenilikleri getiren Oğuz Atay‟dır. Bu bakımdan Atay, çağdaş yeniliklerin öncüsü olarak kabul edilir. Postmodernizmin getirdiği özellikleri özellikle romanlarında belirgin bir şekilde kullanır. 1972 yılında Tutunamayanlar romanını yayınladığı sıralarda modern eserler gelişimini devam ettirdiği için anlaşılamamıştır. Hatta Atay, Günlük‟ünde yaşarken unutulduğundan bahseder. Potmodernizmin özelliklerini başarıyla kullanan Atay son yıllarda büyük bir okuyucu kitlesi bulur. Edebiyatımıza dâhil etmeye çalıştığı postmoderne ait özellikler daha net bir biçimde anlaşılmaya başlar. 1975 yılında yayımladığı Korkuyu Beklerken adlı tek hikâye kitabıyla da romanlarında anlattığı konuları hikâye dünyasına uygular. Oğuz Atay üzerine derinlemesine inceleme yapan Yıldız Ecevit, Korkuyu Beklerken kitabındaki ilk öykü „kafkaesk‟ özellikler taşıdığını belirtir. Buradaki kafkaesk kelimesinin korku, güvensizlik, yabancılaşma, umarsızlık, umutsuzluk, yalnızlık, anlamsızlık, iletişimsizlik, dehşet, suç, ceza, yargı gibi anlamların bileşkesi olduğunu ifade eder. Bu öyküler Franz Kafka‟nın kurmaca dünyasından beslenmektedir. Atay‟ın ilk öykülerini de Ecevit‟in tespitlerine dayanarak Kafka‟nın etkisi altında oluşturduğunu görürüz. Atay kendisiyle yapılan bir söyleşide sevdiği yazarların başında Kafka ile Dostoyevski‟nin adını anmaktadır. Ayrıca bu öyküler 20. yy maddeler dünyasında bireyin yok oluşunun edebiyat düzlemindeki yansımalarıdır.

Tek öykü kitabı Korkuyu Beklerken‟de böyle sıkıntılı, yalnız, sorunlu kişilere yer vermiştir. Atay‟ın Korkuyu Beklerken kitabına önsöz yazmış olan Oğuz Demiralp özellikle Oğuz Atay‟ın yapıtı deyince, romanlarından, öykülerinden, oyunlarından önce kişilerinin gözünün önünde canlandığını belirtir. Demiralp bu kişileri şöyle tanımlar:

“Negatif kiĢiler topluluğu: kendi sorunlarını çözememiĢ ve topluma kendini kabul ettirememiĢ aydınlar, toplumun acımasızca dıĢladığı lümpenler, çaresizlik içinde intihara, cinayete sürüklenenler, delirmenin sınırında dolaĢanlar. AlıĢılanın tersine marjinal insanlardır bunlar, olumsuz kahramanlardır. Elbette bu kiĢiler kahramanı oldukları anlatılarda birer öğe. Ama öylesine ön plandalar ki her roman bir kiĢinin romanı, her öykü bir kiĢinin öyküsü. Oğuz Atay durum ya da olaydan çok ruhsal serüvenlerinin anlatıcısı. Yine alıĢılanın terine.ˮ138

Oğuz Atay‟ın Korkuyu Beklerken kitabında toplam sekiz öykü vardır. Anlamsızlık, boşluk, belirsiz başlığı altında da Beyaz Mantolu Adam, Korkuyu

Beklerken, Babama Mektup ve Demiryolu Hikâyecileri-Bir Rüya öykülerine yer

verdik. “Bu öykülerden ilki Beyaz Mantolu Adam 1972 yılında Yeni Dergide yayımlanmıştır. Bu öykünün -Atay‟ın yakın çevresinin anlattıklarına göre- esin kaynağı, Çiçek Pasajı‟nda kemer satan bir adamdır. Saçı sakalı birbirine karışmış yarı meczup garip bir adamdır bu. Pasaja her gelişlerinde, meyhanelerin kalabalık ve gürültülü dünyasının ortasında koluna astığı kemerlerle hiçbir canlılık belirtisi göstermeksizin bir portmanto askılığı gibi öyle dikilip duran bu adam Atay‟ın ilgisini çeker.ˮ 139

Anlamsızlık bu kahramanı niteleyecek en güzel kavramdır. Adı olmayan bu kahraman öykü boyunca beyaz bir kadın mantosuyla dolaşır. İnsanlar ona dilencilik, hamallık, gömlek satıcılığı, vitrin mankenliği yaptırır. “…mantoyu satın almak ve öykünün sonunda ölüme gitmek dışında yaptığı her şey onun istenci dışında gelişir…ˮ140

Ve öykünün sonunda meraklı bakışların önünde denize doğru ilerler.

138 Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken, 29. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2010, s. 7 139

Yıldız Ecevit, Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca dünyası, 4. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul