• Sonuç bulunamadı

3.2. Siyasal Yargı Gücünün Oluşumu

3.2.1. Anlamanın Anlamı

Arendt için anlama, yargı gücünün oluşumu açısından yaşamsal öneme sahiptir ve bu nedenle kurucu siyasal faaliyetlerdendir. Ona göre insan, anlamanın önemi konusunda şüphe duymamalıdır. Öyle ki; anlama eğiliminin yok olduğu koşulda “radikal kötülük”ün (insanı gereksiz mertebesine indirgeyen totaliter kavrayış), yaygın bir davranış biçimi olarak ortaya çıkacağını bilmelidir. Bu ortamda ise siyasal olanın şekillenmeyeceği açıktır.

Arendt, siyasal yargı gücünün oluşumunu tartışmak üzere Kant’ın düşüncelerini ele aldığında “düşüncenin iletilebilirlik potansiyeli”ni ayrıca değerlendirir. Bu kapsamda Arendt’in tüm yapıtları boyunca ele aldığı ikna etme, vaat etme, sorumluluk alma, örgütlenme gibi olumlu içerikteki kavramlar ya da şiddet, yalan, propaganda, yalnızlık gibi olumsuz içerikteki kavramlar düşüncenin ötekine iletilebilirliği ya da iletilemezliği bağlamında olumlu ya da olumsuz olarak değerlendirilir. Arendt’e göre anlama da söz konusu kavramların yol açtığı sonuçlara benzer içeriktedir. Bu bağlamda iletilebilirliğe olanak sağladığı ölçüde yargı gücünü şekillendirir. Onun açısından, anlama ile iletilebilirliğin mümkün olan seviyesini yükseltmek “varlığı mümkün kılan öteki”nin farkına varılmasını sağlamak demektir. Bu ise sonuçta “özgürlükle şekillenen siyasal olan”a yönelimdir. Çünkü iletilebilirlik “hitap edebileceğiniz, sizi dinleyen ve sizin dinleyebileceğiniz bir insan topluluğuna işaret edecektir” (Arendt, Kant, 340).

143

Açıktır ki; burada ifade edilen dinleme faaliyeti, insanın karşısındakini duymasının ötesine geçen, onun zihniyle birlikte olup kendi zihnini genişleten, onun zihnindeki anlam’a yönelen bir faaliyettir. Bu açıdan totalitarizm de, insanın kendini diğeri üzerinden tanımlamasının mümkün olmaktan çıktığı bir “dünyasızlık”, “zamansızlık”, “şimdinin yok oluşu”, “anlam”sızlık ve sonuçta var-oluşun mümkün olmaktan çıkışı demektir. Arendt’e göre ötekinin varlığı, varlığımızın karşılaştırma olanağı yakalaması nedeniyle düşünme ve yargılama yetkinliğine ulaşılabilmesinin aracıdır.

Arendt bu kavrayışla totaliter rejimleri kastederek birkaç soru sorar: “Düşünce kategorilerimizi ve yargı ölçülerimizi yok eden bir şeyle karşı karşıya olduğumuz doğruysa eğer anlama işi ümitsiz hale gelmez mi?” Görülen o ki Arendt düşünce kategorilerimizi yok etmesini engelleyen ve hatta kuran bir değerlendirme ölçütüne ihtiyaç olduğunu düşünür. Söz konusu ölçü kendisinin ön anlama olarak da kavramsallaştırdığı eylemdir. Ona göre “kendimizi ön anlamaya, yanı sıra da, onu izleyen ve emsallerden hareketle emsali görülmemiş olanları belli bir yöntem uygulayarak çıkarsayan bilimsel yaklaşıma bırakmamız gerekir.” Arendt’e göre sözü edilen bilimsel yaklaşım yargı gücüdür (Arendt, Formasyon, 432-433).

Arendt’e göre anlama etkinliği sonu gelmez bir süreçtir ve asla nihai sonuçlar doğurmaz. Özgül biçimde hayatta kalma biçimidir. Bu özgüllüğün kaynağı, ötekiyle sürekli olarak uzlaşmak ve anlaşmak zorunda kalınmasıdır. İnsan, doğumuyla başlayıp ölümüyle biten bu süreçte, kendi özgüllüğünü yitirdiği (birbirine benzer yapılar olarak şekillendiği), Arendt’in ifadesiyle, kendini referans alınabilecek bir sayı sisteminin parçası haline getiremediği anda, “anlam”ı yok olan bir yaşamı kurmuş olur. Bu durumdaysa anlama bir gereksinim ya da siyasal olanı kuran bir unsur olmaktan çıkar. Totaliter yönetimler uzlaşmanın söz konusu olmadığı tam da böyle bir yapıyı sunması bağlamında “anlam”ı bulunamayan bir yaşamın habercisidir.

Arendt’e göre özgüllük, bu anlamda, kendisinin endoktrinasyon olarak kavramsallaştırdığı “öğreti aşılama” ile kaybolur. Bir anlam kurma girişimi olarak endoktrinasyon olguların ve sayıların nispeten katı âlemini aşar, bunların sonsuzluğundan kaçmayı amaçlar. Arendt’e göre aşma sürecini kestirmeden giderek tamamlayan, bu amaçla kalıpsözleri dillendirerek bu süreci keyfi olarak kesintiye

144

uğratan endoktrinasyon, paradoksal biçimde, anlama etkinliğini bütünüyle yok eder. Arendt'e göre endoktrinasyon tehlikelidir çünkü esas itibariyle bilgiye ilişkin değil anlama etkinliğine ilişkin sapmadan kaynaklanır. Gerçekte anlama etkinliğinin sonucudur anlam. Ancak burada (endoktrinasyon) kendimizi yaptığımız ve müptelası olduğumuz şeylerle bağdaşık kılmaya kalkışırız. Bilme arzusu yerini anlamı kurmaya ve kabul ettirmeye bırakır. Yaşam sürecinin tamamına yayılan bir çabadır bu (Arendt, Formasyon, 427). Söz konusu kavrayış biçimiyle, anlamaya çalıştığımız her olay ya da fenomen buharlaşır. Çünkü ötekini anlama araçlarından her defasında biraz daha yoksunlaşmamıza neden olur. Arendt’e göre, insanın zihninin ve gönlünün açık tutulması imkânını sağlayan anlama, endoktrinasyonun tersine, bilgiyle kurduğu ilişkinin özgüllüğü çerçevesinde sağlıklı biçimde yürüyebilir. Bu çerçevede Arendt için “anlamanın kendisi, öncesinde tüm bilgilenme süreçlerinin temeli olan ön-anlama (eylem) etkinliği de bilgiyi anlamlı kılarlar (Arendt, Formasyon, 430).

Arendt, bilgiyle ön anlama süreci de dâhil olmak üzere özgül bir ilişkisellik kurulması sayesinde “yönetimin doğası/özü” gibi bir düşünme eğiliminin terk edileceğini savunur.72 Böylelikle ona göre hem numenal hem de fenomenal düzeyde bir hakikat kavrayışı da terkedilmiş olur. Arendt, olgusal hakikat sunumu haline gelmiş olan totalitarizm kavramıyla olan ilişkisini de tam bu bağlamda tartışmaya açar. Onun gelişimine ve yaşanma süreçlerindeki farklılaşmalara değinir. Totalitarizmin ötekiyle konumlanmayı ise yalnızca anlam dünyasını kabullendirme düzleminde düşünür. Sonuçta ise her zaman “doğal” ve “özsel” açıklamalarla onu yüksek ve müdahale edilemez bir kavrayış olarak sunmaya yönelir.

Anlama sürecine yeniden odaklanılırsa, ön anlama ya da anlamanın bütününe hâkim insanın, her daim eleştirel düşünmeye ihtiyaç duyacağını söylemek gerekir. Eğer bilgilenme ihtiyacı eleştirel düşünme alışkanlığı ile birlikte ele alınmazsa, Arendt için, bir diğer sorunlu yönelimi ortaya çıkaracaktır: klişelerle düşünme alışkanlığı.73 Tarihsel anlamda bir insanlık durumunun aktarımı için klişelere yönelim söz konusu ise ve “şimdi”de bulunan “ben”in konumu, ilişkiselliği

72

İlişkisellik ve tanımlama süreçlerinin ortaya çıktığı, sezgilerin de varolduğu bir an kastediliyor Arendt tarafından.

73

“Radikal kötülük” öznelerinden biri olan Eichmann’ı Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı’nda her fırsatta “klişelerle yaşayan bir insan” olarak tanımladığı unutulmamalıdır.

145

kapsamında edinilen bilgilerle bir tartışma sürecinin içine dahil olmaksızın ortaya çıkıyorsa, Arendt’e göre, olgusal hakikatlerin egemenliği burada da söz konusudur. Bunun sebebi orada anlama/anlam biçme olasılığının yok olmasıdır. Bu tür yöntemlerin anlama çabalarını ileri taşımayacağı aşikârdır, çünkü “yöntemler bildik olmayan ve anlaşılması gereken ne varsa hepsini aşinalıklar ve makul olasılıklar yığınına atmaktadır.” Bu, “Nietzsche’nin de bir zamanlar belirttiği gibi, ‘bilimin gelişme’ alanında ‘bilineni bilinmeyen içinde çözündürmek üzere’ bulunmaktır.” Fakat Arendt’e göre “bilim bunun tersini yapmak ister ve bilinmeyeni bilinen bir şeye dönüştürmek için içgüdüden esinlenir” (Arendt, Formasyon, 432).

Arendt’in ilerleme konusundaki düşünceleri de bu bağlamda anlaşılmalıdır. Ona göre anlama konusundaki kavrayışın gelişmişliği ile ilerleme koşut biçimde şekillenir: Sonsuz bir anlama ve “anlam”ların toplamı konusunda bir ilerleme. Modernlik ona göre, şimdiye dek bize ne ön anlama ne de anlama olanaklarını yaratıyor olması bakımından bir ilerleme imkânı sunmuştur. Aksine yirminci yüzyılın başından itibaren endoktrinasyon ve totaliter sistemlerin anlamı yok eden kavrayışları nedeniyle bir “gerileme”nin söz konusu olduğu dahi söylenebilir.74 Ona göre burada Paul Valery’nin keşfettiği bir tarihsel adalet söz konusudur. Valery, Arendt’e göre haklı bir tespitle modern dünyada ortak duyunun iflas ettiğini; en çok kabul gören fikirlerin hücuma uğramakta, çürütülmekte, hayretle karşılanmakta ve olgular tarafından izole edilmekte olduğunu belirlemiştir. Arendt için dolayısıyla bizler “hayal gücünün ve anlama ediminin bir tür iflasına” tanık olmaktayız (Arendt, Formasyon, 434).

Buna karşılık anlama bağlamında gerilemenin karşısına Arendt tarihsel olarak bir altın çağı işaret etmez. O, sadece bugünün insanının karşılaşılmamış düzeyde, Kant’ın ifadeleriyle, “ahmaklık”, “iflah olmaz illet” ile boğuştuğunu ifade eder. Bir altın çağ olmasa da geçmişe baktığında ise tersi bir yaklaşımın bulunduğu anları ve o anlara ilişkin kavramları öne çıkarır: “ortak duyu” ya da sensus communis onlardan birisidir.

74

Arendt’in terapiler konusundaki ironik yaklaşımı hayli ilgi çekicidir. Buna göre, Arendt, para vererek kendini anlamana yardımcı olacağını düşündüğün bir etkinlik olarak terapiyi, modernliğin ahmakça yaklaşımlarından biri olarak betimler. Arendt reklam ve daha birçok konuda yaşanan bu gelişmelerin, modernlikte sıradan yaşamın bütün alanlarını işgal etmiş olduğu tespitini yapar (Arendt, Formasyon, 433-434).

146

Ortak duyu modern yaşamda bugün Arendt açısından mantık/mantıksallık ile ikame edilmektedir. Arendt’e göre, ortak duyu kaybı, anlam arayışının ve anlam ihtiyacının kaybıdır Arendt açısından; bir “anlamsız”lık durumudur. Arendt’e göre ideolojilerin etkin konumu nedeniyle ortaya çıkan bu anlayışta ortak duyunun yerine katı bir mantıksallık ikame edilmiştir. Ona göre ortak duyu hepimizin uygun düştüğü, belli duyu verilerini kontrol edip diğer bütün verilere uyarlayan bir duyuya sahip olduğumuz için bir arada yaşadığımız ortak dünyayı önvarsayar. Oysa mantık ve mantıksal akıl yürütmenin kaynaklandığı bütün, kendi kendini ispat, dünyadan ve diğer insanların varlığından bağımsız bir güvenlik iddiasında bulunabilir (Arendt, Formasyon, 438).

Arendt’e göre tarih bilimiyle uğraşan bir bilim insanı doğanın sürekli tekrar eden olaylarıyla ilgilenen doğa bilimcisinin aksine yenilikçidir. Bu anlamda tarihçi nedensellikler üzerinde ısrar ettiği ölçüde, olayları nedensellik zincirinin bir parçası olarak açıklıyorsa bu anda manipüle edilmiş olur. O olayların “kendiliğindenlik” dinamiklerini ve “kendine özgü” yapısını böylece dikkate almaktan vazgeçmiş olur. Arendt’e göre, tarih aracılığıyla anladığımızı düşündüğümüz olgular, “önceden tasavvur edilmiş kategoriler içerisinde geri döndürülemez biçimde aynı olan olayın içinde yeniden gerçekleşmez hale gelir; aynılığın ölü monotonluğuna düşer, zaman içerisinde açımlanmaz.” Halbuki tarihselliğin önemi, anlama konusunda özgüllükleri ve sonsuz anlam katmanlarıyla öteki denen kategoriyi önümüze tüm ihtişamıyla sunmasından ileri gelir. Bu ihtişamlı kategori, Arendt’e göre genellemeler aracılığıyla bir harabeye dönüşmüştür bugün. Ona göre “insanın tarihsiliği denilen şey, neredeyse bütün açıklamaları, olsa olsa geçmişin malzemesini düzenleme yolunda işe yarar hipotezler olan kategoriler tarafından çarpıtılmıştır” (Arendt, Formasyon, 442).

Kendiliğindenlik dinamikleri ve kendine özgü karakteriyle tarih, siyasal olanın oluşumunda etkin yeri olan yargı gücünün eylemle olan ilişkisini kurar. Eylem de hatırlanacağı üzere siyasal olanı, mucizelere gebe karakteriyle kuran temel unsurdur. Öncelikle ön anlama biçiminde tezahür eden anlama tam olarak eylemin öbür yüzüdür. Bu noktada özetle denebilir ki eylem siyasal olanı tanımlayan temel unsur olduğu ölçüde anlama olmaksızın da siyasal yargı gücü kurulamaz. Arendt’e göre anlamanın boyutundaki genişlik imgelemin genişliği olarak vurgulanır. Ona

147

göre “anlayan yürek” genişlediği ölçüde “gerçek olan her şeyi kuşatan bir bilinç”in oluşması mümkün olacaktır. Tarih tam da burada kullanılan bir kategori olarak önümüze çıkar.

Arendt, bu şekilde, yeniden Kant’ın estetik kuramının siyasal yorumuna dönmüş olur. Buna göre “imgelemin genişlemesi”, “düşünümün işleyişinin” önemli bir aşaması olarak değerlendirilir Arendt tarafından. “Zihnin genişlemesi” sonucunda ortaya çıkan imgelem zenginliği sayesinde insan zengin anlam dünyasını yakalama olanağına sahip olur.

Arendt, Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Notlar isimli çalışmasında, Kant’ın aktör ve izleyici arasında kurmuş olduğu analojiyi; yurttaş ve politikacı arasında kurduğu ilişki şeklinde okur. Ona göre Kant, yalnızca izleyicinin oyunun bütününü görebileceği bir konumda olduğunu belirtir. Aktör ise oyunun bir parçası olduğu için kendi rolünü oynamalıdır ve bakış açısı, tanımı gereği taraflıdır. İzleyici ise tanımı gereği tarafsızdır –ona hiçbir rol verilmemiştir; bu anlamda yargı kurabilir. Bu nedenle, oyunun içinde yer almaktan çıkarak, oyunun dışındaki bir bakış açısına geçmesi mümkündür. Arendt bu durumda yargı oluşması için sine qua non koşul izleyici olmaktır. İkinci olarak, aktörün ilgilendiği doxadır, ündür –yani başkalarının kanılarıdır (doxa sözcüğü hem “ün” hem de “kanı” anlamına gelir). Ün başkalarının kanıları aracılığıyla edinilir. Bu nedenle, aktör için belirleyici soru başkalarına nasıl göründüğüdür; aktör izleyicinin kanısına bel bağlar; (Kant’ın deyişiyle) özerk değildir; aklın doğuştan gelen sesine göre değil, kendini izleyicilerin ondan bekledikleri doğrultuda yönlendirerek hareket eder. Ölçü izleyicidir ve bu ölçü özerktir (Arendt, Kant, 355).

Arendt’in söz konusu Kant okumasına göre iki koşulun öne çıkarılması özellikle son derece önemlidir. Birincisi; “oyunun dışındaki başkasının bakış açısına geçmek”, ikinci olarak “ötekinin beklentileri doğrultusunda hareket etmek”. Arendt’e göre güzel sanatlarda nesnelerin varlığının temel koşulu, bu bağlamda izleyicinin yargısıdır. Bu tür bir yargının olmadığı koşulda güzel bir nesnenin varlığından söz edilmez. Üretim tek başına zorunlu olarak güzeli ortaya çıkarmaz: en azından yargının olmadığı yerde ortaya çıkamaz. Söz konusu bakıştaki önemli nokta yargının izleyicinin anlam(a) dünyasının genişliği ile şekilleniyor olmasıdır. İşte, bu genişlik

148

Arendt tarafından kamu alanı olarak adlandırılır: “Kamu alanını eleştirmenler ve izleyiciler oluşturur, aktörler ya da üreticiler değil” (Arendt, Kant, 363).

Açıktır ki izleyici olarak estetik anlayışın gelişmişliği ölçüsünde oluşan yargı gücü, anlama eyleminin genişliğine bağlıdır. Öyleyse anlama eyleminin genişliği konusunda önemli bir diğer konu da anlama eğilimindeki insanın ön anlama etkinliğini onaylamasıdır. Arendt bu kritere iletilebilirlik ya da ortaklık kriteri der. Kamusallık konusundaki örneğini babası ölen bir kişi üzerinden verir. Kişi babasının ölümü karşısında sevinç göstermeye ya da nefret ve kıskançlık duygularını belli etmeye hevesli olamaz, der. Öte yandan bilimsel araştırmayı sevdiğini beyan etmekten de kimse suçluluk duymaz, ya da sevdiği kocasını kaybeden bir kişi acısını gizlemez. Eğer böyleyse “kriter iletilebilirlik, karar vermenin ölçüsü ise ‘ortaklık’, sağduyudur” ona göre (Arendt, Kant, 365).

Sonuç olarak Arendt’e göre, ötekinin varlığının ve iletilebilirliğin garanti altında olduğu oranda güçlenen siyasal yargı gücü, anlamlı ilişkilerin genişliği ölçüsünde ilerlemenin söz konusu olduğu bir tarihin kurulmasına yol açacaktır. Arendt’e göre, ortak duyuların zenginliğinin, genellemelere tercih edildiği bir yaşam, “dünya vatandaşlığı”na ulaşma konusunda atılan dev bir adım olacaktır. Arendt, bu bağlamda, Kant’ı toplumsallığı, insanın, insanlığının hedefi olarak değil, kökeni olarak görmesi konusunda haklı bulur. Burada hedef ihtiyaç ve istekler olabilir. Ancak kökeni düşünüldüğünde, Kant’a göre, söz konusu ihtiyaç kuramlarından kopuş yaşanır. Arendt’in paylaştığı bu kavrayışta izleyicinin varlığının ve anlam dünyasının genişliğinin bizim için öneminin altı özenle çizilir.

Arendt açısından Kant zihinsel yetilerimizden en azından birinin, yargı yetisinin, başkalarının varlığını önkoşul kabul ettiğini vurgular. Yani yargı yetisi, deyim yerindeyse, tüm ruh aygıtımızla birlikte bulunmaktadır. İletilebilirlik, açıkça genişletilmiş zihniyet anlayışına dayanır. İnsan ancak başkasının bakış açısından bakarsa iletişim kurabilir; yoksa asla başkasıyla biraraya gelemez ya da onun anlayacağı şekilde konuşamaz” (Arendt, Kant, 374). Öyleyse, bu bakış açısına göre siyasal olanın kurucu unsuru, yargı gücünün çeşitliliğini ortaya çıkaran, anlam katmanlarının çeşitliliği ve genişliğidir. Çoğulcu toplumsal bir sürece dahil olunmasının koşulu anlama(ya) biçilen değerin yüksekliğidir.

149