İskele çatırdayıp yorgun bir gemi gibi sallandı. Merdiveni teker teker tırmanıp yaralı ayağımı kullanmamak için dizi
mi ahşap parmaklıklara dayayarak çıktım. Çatıya çıkmak
tan daha zor değildi. En üst basamağa geldiğimde külüstür görünümlü platformu test ettikten sonra yatay parmaklık
lardan destek alarak üstüne bastım.
İskele baş döndürecek kadar yüksekti. Yine de burada
ki manzara, çatıdaki pencereden göründüğünden çok daha güzeldi. Nefes almak için dinlenirken ormanın içindeki gölle ardını çepeçevre saran tarlaları ve tepeleri görebiliyor
dum. Çiftliğin ne denli ıssız olduğu burada iyice ortaya çık
mıştı. Birkaç dakika daha durup tadını çıkardıktan sonra ne arandığımı görmek için işe koyuldum.
Evin ön tarafının büyük kısmı ve yanlar iskeleyle kaplıy
dı. Taşların arasından harçlar dökülmüştü ve bazıları tama
men çıkarılıp platformun üstünde bırakılmıştı. Hemen ya
nında bir balyoz ve keski vardı. İkisi de paslanmıştı. Balyoz tuğla kadar ağırdı, ahşap kolu fazla kullanılmaktan düzleş- mişti. Keskinin bıçağı ise aşağıdaki parke taşlarının üstünde duran keskininki gibi dümdüz olması gerekirken çakı gibi köşeliydi. Duvara vurduğumda harç kolayca parçalandı.
Bü-tün ev böyleyse hâlâ ayakta kalabilmesi büyük mucizeydi.
Aniden hata yaptığımı düşündüm. Nasıl harç karılacağı- nı biliyordum. Tuğla dizmeyi de yıllar önce bile olsa dene
miştim. İnşaat alanında işçi olarak geçirdiğim birkaç ayım, beni bu tür olaylara karşı az da olsa hazırlamıştı.
Önümü görmeden duvardan uzaklaşıp platforma yayıl
mış taşlardan birinin üstünde duran koltuk değneğimi ya
kaladım. Yatay iskele parmaklığına tırabzanmış gibi tutu
narak yürümeye çalıştım. Bir süreliğine on metre altımdaki avluyla aramda oluşan boşlukta bocaladım. Sonra kendimi geri çekince kule sanki karşı çıkarcasına gıcırdayıp sallandı.
Hareketlenme yavaşça durdu. Başımı direğe yaslayıp dinlendim.
“Neler oluyor?”
Aşağıya baktım. Gretchen evden dışarı çıkmış, Michel ile birlikte avluda duruyordu.
“Hiçbir şey. Ben sadece... iskeleyi kontrol ediyordum.”
Eliyle gözlerini siper ederken bana bakmak için başını kaldırdı. “Çökecekmiş gibi bir ses çıktı.”
Islak avuçlarımı pantolonuma sildim. “Henüz değil.”
Gülümsedi. Ona bir öğleden sonra buradan gideceği
mi söylediğimden beri benimle çok az konuşmuştu. Ama görünüşe göre beni affetmeye karar vermişti. Yeniden içe
ri girmesini bekledikten sonra titrek bacaklarla platformda ilerledim. Tanrım, ben ne yapıyorum?
Mathilde bana iş teklif edeli iki gün olmuştu. Önce din
lenip gücümü geri kazanacağım için çok mutlu olmuştum.
Üstelik beklenmedik bir barınak bulmam beni çok rahatlat
mıştı. Dün günün büyük kısmını göl kenarında, uçurumun üstündeki yaşlı kestane ağacının altında Madame Bovary'yi isteksizce okumaya çalışarak geçirmiştim. Bazen neden bu
rada olduğumu unutabiliyordum. Sonra hatırlayıveriyor- dum ve bu adeta yüksek bir yerden düşmek gibiydi. Belli bir
süredir düşünceler yeniden aklımı kemirmeye başlamıştı.
Dün gece en kötüsüydü. Uykuya dalmayı başardığım birkaç seferde nefes nefese, kalbim yerinden fırlayacak gibi uyan
mıştım. O sabah çatı katımdaki küçük pencereden gittikçe grileşip aydınlanan günü izlerken, burada bir gün daha boş duramayacağımı biliyordum.
Bedensel çalışmanın işe yarayacağını ummuştum. Şimdi ise yapılacak işlerin büyüklüğü beni korkutuyordu. Nere
den başlayacağımı bilemiyordum. Haydi, başarabilirsin. Yal
nızca bir duvar.
Ayağa kalkıp yüzümü yeniden eve doğru döndüm. He
men yanı başımda bulunan iki yatak odasının da pencerele
ri platforma bakıyordu. Bir tanesi ahşap kepenklerin ardına saklanmışsa da diğeri apaçıktı. Tozlu camın öteki tarafın
da boş bir yatak odası vardı. Yerdeki döşemeler çıplaktı ve duvar kâğıtları soyuluyordu. Gardırop eskiydi ve demir karyolanın üstünde çizgili bir döşek duruyordu. Arkadaki duvarda, üstünde çerçevelenmiş bir fotoğrafın bulunduğu bir şifonyer vardı. Düğün fotoğrafına benziyordu bu; adam siyah bir takım giymişti, kadın ise beyazlar içindeydi. Ay
rıntıları seçemeyeceğim kadar uzakta olsa da onların Arna
ud ile karısı olduğunu tahmin ettim. Çekildiği dönem on
ları işaret ediyordu ve düğün fotoğrafını kullanılmayan bir yatak odasına kapatmak tam ondan beklediğim hareketti.
Koltuk değneğimi koyduğum yere dikkat ederek iskele boyunca ayaklarımı sürüyerek yürürken evin yanma bak
tım. Öndeki yanm kalmışlık ve sekteye uğramışlık hissinin aynısı orada da mevcuttu. Platformun ortasında, katlanmış bir magazin gazetesinin üstünde kocaman bir fincan du
ruyordu. Fincanın içinde, dibindeki kurumuş kahverengi tortuya yapışmış ölü sinekten başka bir şey yoktu. Elime aldığımda gazete bana parşömen kâğıdı kadar gevrek geldi.
Tarih, on sekiz ay öncesini işaret ediyordu. Meçhul
inşa-atçının kahvesini içip, gazetesini de yere bıraktıktan son
ra lıir daha geri dönmediği günden beri buraya çıkan olup olmadığını merak ettim. Belki de yapacak ne kadar çok iş olduğunu gördükten sonra verilecek en iyi kararı vermişti.
Iivin arkasında bir yaygara koptu. Sendeleyerek iskele
nin sonuna gittiğimde kendimi bir bostana bakarken bul
dum. Düzgün sebze dizileri ve fasulyelerin sarıldığı çadır şeklindeki bambular adeta bir düzen vahası oluşturmuştu.
Ardında ise çitlerle örülmüş, meyve ağaçları ve kümes bu
lunan bir otlak uzanıyordu.
Mathilde tavukları besliyordu. Onu seyrederken son bir avuç yemi gagalamaları için savurdu ve boş kovayı yere bı
raktı. İzlendiğinden habersiz bahçenin köşesine doğru iler
lerken korunmasız yüzü yorgun ve üzgün görünüyordu.
Uzaklarda gizlenmiş küçük çiçek tarhı, daha sık kullanılan sebzelerin arasında parlak, renkli bir damla gibi görünüyor
du. Eğilip aralarında biten otları koparmaya başladı. Kula
ğıma yumuşak bir ses gelince kendi kendine mırıldandığını anladım. Yavaş ve melodik bir şeydi bu; ne olduğunu çıka
ramadım.
Sessizce uzaklaştım. Yeniden evin ön cephesine geldi
ğimde güneş göz kamaştırıyordu. Günün bu saatinde is
kelenin hiçbir yerine gölge vurmuyordu ve cildimin açıkta kalan yerleri yanmaya başlamıştı bile. Saatime baktığımda öğleni geçtiğini gördüm; burada biraz daha kalırsam kav- rulacaktım. Merdivene geçip yavaşça aşağı inerken metal iskele direkleri ellerimi yaktı. Aşağıya vardığımda Mathilde ellerini beze silerek evin köşesinden döndü.
“Göz attın mı?” diye sordu. Bahçedeyken yüzünde gör
düğüm hüzün uçup gitmiş, her zamanki sakinliğinin ardına gizlenmişti. “Ne düşünüyorsun?”
“Bence, eee, düşündüğümden daha büyük bir iş bu.”
Mathilde, tıpkı Gretchen gibi gözlerini güneşten
koru-mak için eliyle siper ederek iskeleye baktı. Güneşin altında saçları kardeşininkinden çok da koyu görünmüyordu. San
ki saçlarının bütün ışığı çekip alınmıştı.
“Hemen başlamana gerek yok. Üstesinden gelebilecek gibi hissetmiyorsan yapma.”
Beni endişelendiren sağlığım değildi. Ayağıma ağırlık vermemeye çalışmak hiç de kolay olmuyordu. Üstelik aşa
ğıya inmek yeniden zonklamasına neden olmuştu. Ama da
yanabilirdim ve her şeyi hareketsizliğe tercih ederdim.
Omuzlarımı silktim. “Bunu öğrenmenin tek bir yolu var.”
“Sana her şeyin yerini göstereyim.”
Arnaud’nun birkaç gün önce benimle yüz yüze geldiği kapı eşiğine doğru ilerledi. Eğri kapı açılırken menteşeleri gıcırdadı. Işık içeriye süzülünce küçük, penceresiz bir ardiye gördüm. Etrafa soğuk ve ıslak bir hava dalgası yayıldı. Gözle
rim karanlığa uyum sağlayınca kum ve çimento torbalarıyla dolu bir yığın pis inşaat malzemesini fark ettim. Tıpkı iske
lenin üstündeki platformda olduğu gibi, öylece bırakılmış her şeyde bir The Marie Celest* havası vardı sanki. İçinde hâlâ mala duran kâğıt torbadaki yarıktan çimento akmıştı.
Kaya gibi sert harç tepeciğinden fırlayan kürek ise bir in
şaatçının Excalibur’unu andırıyordu. Her şeyin üstündeki örümcek ağlarından, aylardır buradaki hiçbir şeye el sürül
mediğini anlamıştım.
Kapı, arkamızdan kapanmak üzere sallanıp ışığı keser
ken menteşelerinden bir inilti çıktı. Durdurmak için arka
ma döndüğümde orada birinin olduğunu fark edip sıçra
dım. Ama gördüğüm sadece çiviye asılı bir çift tulumdu.
En azından Mathilde gerginliğimi fark etmemişti. Kapının bir tarafında duruyordu ve daha fazla ilerlemek istemiyor gibiydi.
* 1872 yılında, A tlantik O kyanusu’nda terk edilmiş hâlde b u lu n a n ve sırrı hâlâ çözülem eyen İngiliz ticaret gemisi, -en
“Orada her şey olmalı. Çimento ve kum var, su için de musluğu kullanabilirsin. Neye ihtiyacın varsa kullan.”
Küçücük odanın içindeki dağınıklığa baktım. “Bu işi daha önce baban mı yapıyordu?”
“Hayır, kasabadan bir adam.”
Kim olursa olsun aceleyle bırakıp kaçtığı belliydi. Küre
ğin sapını çektim. Ses çatalı gibi titredi. Sertleşmiş harcın içine sertçe sıkışmıştı.
“Neden işini bitirmedi?”
“Bir anlaşmazlık oldu.”
Konuyu açmadı. Çimentoyu incelemek için yakınlaştım.
Nem, yank torbadan akan gri pudranın topaklaşmasına ne
den olmuştu. Açılmamış torbaları dürttüğümde taş gibi sert
leştiklerini gördüm.
“Daha çok çimentoya ihtiyacım olacak. Nem yüzünden mahvolmuşlar.”
Mathilde, kollannı göğsünde sıkıca kavuşturmuş öylece duruyordu. “Şimdi mi lazım? Yapabileceğin başka bir şey yok mu?”
“Eski harçtan biraz karabilirim galiba,” dedim, şüphe içinde.
“O hâlde onunla başla,” dedi ve avluya geri çıktı.
Terk edilmiş aletlerle dolu karanlık odaya son bir kez daha baktıktan sonra güneş ışığına doğru peşinden gittim.
Mathilde avluda bekliyordu ve yüz ifadesi her zamanki ka
dar anlaşılmaz görünse de rengi epey solgundu.
“Her şey yolunda mı?” diye sordum.
“Tabii ki.” Elini saçma götürüp dalgın bakışlarla kulağı
nın arkasına attı. “Şu an ihtiyacın olan başka bir şey var mı?”
“Şey, sigaram bitti. Yakınlarda alabileceğim bir yer var mı?”
Bu yeni zorluğu şöyle bir düşünüp tarttı. “Bir benzinlik var ama çok uza-”
Ön kapı açıldı ve Gretchen avluya girdi. Tek kolunun üstüne Michel’i oturtmuştu. Bizi görünce dudaklannı sıktı.
Beni yok sayarak ablasına aksi bir bakış attı.
“Babam onu görmek istiyor.” Şeytani bir memnuniyetle çenesini kaldırdı. “Tek başına.”
Su istediğim günden beri ilk kez içeri girmiştim. Mutfak alçak tavanlı ve karanlıktı. Yaz sıcağında içerinin serin kal
ması için duvarlar kalın, pencereler küçük inşa edilmişti.
Balmumu, pişmiş et ve kahve kokusu vardı. Duvarlardan birine eski bir ocak hâkimdi. Ağır ahşap mobilyalar sanki nesiller boyunca buradalarmış gibi görünüyorlardı. Buzdo
labının ve buzluğun çizik dolu beyaz kutulan, bu ortama gözü rahatsız edecek derecede modem kaçmıştı.
Arnaud, iz dolu ahşap masanın üzerinde tüfeğini temiz
liyordu. Burnuna inmiş yarım ay şeklindeki gözlüğü ona aykırı bir bilgelik katmıştı. Onu, beni tekmeleyip merdiven
lerden atan adamla bağdaştırmak çok zordu. Sanki orada yokmuşum gibi kafasını kaldırıp bakmadan tüfeğiyle ilgi
lenmeye devam etti. Tüfeğinin namlusuna minicik bir baca temizleyicisini andıran uzun bir tel fırça sokarken burnuma barut olduğunu tahmin ettiğim bir şeyin ve tabanca yağının kokusu geldi. Fırçayı çektiğinde yivli bir fısıltı duyuldu.
Ağırlığımı koltuk değneğime verdim. “Beni mi görmek istedin?”
Tüfeği indirmeden önce gözlerini kısarak namlunun ucundan sakince baktı. Gözlüğünü katlayıp göğsündeki cebe koydu ve arkasına yaslandı. Anca şimdi bana bakabil- mişti.
“Mathilde iş aradığını söyledi.”
Ben öyle hatırlamasam da onu düzeltmekle uğraşma
dım. “Eğer varsa.”
“Sorulması gereken bu, değil mi?” Arnaud’nun çenesi,
sanki ceviz kırmaya çalışıyormuş gibi hareket ediyordu. Çe
nesinin hemen altındaki boynu, eski bir haltercininki gibi ihtiyarlıktan sarkmıştı. “Kızım sana istediğini söyleyebilir ama burada kimin çalışacağına ben karar veririm. Hiç çift
likte çalıştın mı?”
“Hayır.”
“İnşaat tecrüben var mı?”
“Çok değil.”
“O hâlde sana neden fırsat tanıyayım ki?”
Aslında aklıma bunun için bir neden gelmiyordu. Tü
feğe bakmamaya çalışarak sessizliğimi korudum. Arnaud burnunu çekti.
“Neden buradasın?”
Dilimin ucuna kapanlar yüzünden olduğunu söylemek geldi ama bu onu yalnızca kışkırtmaya yarardı. Artık beni vuracağı konusunda endişeli olmasam da herhangi bir iş fırsatının onun keyfine bağlı olduğunu bilmek rahatımı ka
çırıyordu.
“Ne demek istiyorsun?”
“Yabancı bir ülkede neden bir serseri gibi geziyorsun demek istiyorum. Öğrenci olamayacak kadar yaşlısın. Ne iş yapıyorsun?”
Sanki konuşan Gretchen’mış gibi hissetmiştim. “Birkaç iş yaptım.”
“Yalnızca birkaç tane mi? Kendinden bahsetmeyi pek sevmiyorsun, değil mi? Saklayacak bir şeyin mi var?”
Kendimi bir an boşlukta gibi hissettim. Kan yanaklarıma hücum ettiğinde rengimin bana ihanet ettiğinin farkmday- dım ama kendimi gözlerine bakmak için zorladım.
“Hayır. Neden olsun ki?”
Amaud’nun ağzı, ya söylendiği ya da dişlerinin arasında bulduğu bir lokmayı çiğnediği için hareket etti, “insanlar
dan mahremiyetime saygı duymalarını beklerim,” dedi en
sonunda. “Aşağıdaki ambarda kalman gerekecek. Yemekle
rini orada yiyebilirsin. Seni gerekli zamanlar dışında gör
mek istemiyorum. Hak ettiğini düşünürsem haftada elli euro ödeyeceğim. İster kabul et ister etme.”
“Tamam.”
Bu çok düşük bir ücretti ama para umurumda değildi.
Yine de Arnaud’nun gözlerindeki parıltı, bu kadar kolay tes
lim olduğuma beni pişman etmişti. Ona karşı herhangi bir zayıflık göstermek büyük hataydı.
Beni şöyle bir ölçüp tarttı. “Bu Mathilde’in fikriydi, be
nim değil. Hoşuma gitmese de yapılması gereken işler var ve işe borcunu ödemek isteyen bir İngiliz almamız gerektiğini düşündüğü için buna razı oldum. Gözüm üstünde olacak.
Bana bir kez karşı gelirsen pişman olursun. Anlaşıldı mı?”
Anlaşılmıştı. Sözlerinin kafama girmesini bekleyip bir süre daha beni süzdükten sonra tüfeğine uzandı.
“Haydi, dışarı çık.” Yağlı bir bezle tüfeğini silmeye başla
dı. Kapıya doğru topallayarak ilerledim. Aşağılanmıştım ve öfkeliydim. “Bir şey daha var.”
Arnaud’nun gözleri tüfeğinin üstünden bana bakarken buz gibiydi.
“Kızlarımdan uzak dur.”