• Sonuç bulunamadı

3. İSTANBUL ADALARI’NIN TARİHSEL ANLATISINA YENİDEN BAKMAK

3.5. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI ADALAR: "ZENGİNLERE NEŞ’E,

3.9.3. Adalar Kimin?

“Yassıada ile ilgili bir proje hazırlıyoruz. Hemen hemen bitti. Adını Yassıada’nın

Sivriada’nın Demokrasi ve Özgürlükler Adası koyduk. Bir grup gitmiş o mahkemenin olduğu salona ‘Adının Demokrasi ve Özgürlükler Adası’ olmasını istiyoruz diye yazmış.

Bir ayrı grup da ‘Adamıza el dokundurtmayız. El sürdürmeyiz. Yassıada bizimdir’ yazmış. Sen kimsin ya?” (Recep Tayyip Erdoğan, 18 Eylül 2013)39

Şekil 3.4. Gezi sonrası forumlar tarafından hazırlanmış afişler Kaynak: Burgazada Forumu

Gezi sürecinden sonra bir sivil insiyatif olarak Adalar forumlarının oluşturduğu Adalar Savunması’nın verdiği mücadele, kent hakkı savunuları içerisinde önemli bir yere sahiptir. Adalar Savunması’nın eylemleri içerisinde en çok ses getireni Yassıada ve Sivriada eylemleri olmuştur. Bu süreçte öne çıkan sloganlardan biri olarak“ Adalar Bizim, İstanbul Bizim!” söylemi, Adalar’ın kime ait olduğunun cevabını tüm açıklığıyla vermektedir. İfade, ada ve aynı anda bir kentsel mekân olarak, kamusal bir değerin gaspına dönük tepkiyi dillendirmektedir. Bu, adalılarla anakaralıların kentlilik temelinde ortaklaştığını da

vurgulamaktadır. Ancak burada Adalar’da yaşayanların “aidiyet” duygusuna dayanarak inşa ettikleri ‘adalı’ kimliğini yeniden ele almak ve tanımlamak gerekmektedir. Adalar ve adalıların oluşturduğu toplumsal mekânın, içsel dinamiği, İstanbul anakarasındaki dinamiklerden farklılaşmaktadır. Burada, “ada merkezli kültürel kimlik oluşumu, başka

yerlerde olduğundan daha yüksek sesle telaffuz edilen yoğun ve dolaysız bir hal alır”

(Hay, 2009, s. 1). “Adalar Bizim! İstanbul Bizim!” sloganı, gezi isyanı sırasında “Taksim Bizim! İstanbul Bizim!” sloganından türetilmiş bir slogan olarak, kent hakkı talebi ve kent savunusu içinde yer alır. Adalar’ın bu savunusunu kentin bir savunusu olarak, adalılar içindeki kategorizasyonda hangi grubun daha yüksek sesle ve daha açık bir biçimde ortaya koyduğu önemlidir. Çünkü Adalıların büyük bölümünü, orta ve üst sınıfların oluşturduğu yazlıkçılar ile yaz-kış adada oturan ve ada içi hizmet sektörünün sağlayıcısı olanlar oluşturmaktadır. Birinci grubun adası ada mekânında ekonomik ve mülkiyete dayanan bir üstünlüğü yaz aylarında görünür kılan; dinlence ve boş zaman kategorilerinin teşvik ettiği biçimiyle tüketilen adadır.40 İkinci grubun adası ise, yaz mevsiminin ekonomik

hareketliliği sonrası kış mevsiminin durgunluğunu (mevsimlere göre değişen iki ‘ada’yı) her sene tekrar eden biçimde deneyimleyenlerin adasıdır. Birinci grubun adayla, ikinci grubun ise kent ile ilişkisi oldukça sınırlı çerçevelerde kurulmaktadır. Ayrıca birinci grup, kentteki yağma ve talandan alt sınıfların etkilendiği denli etkilenmemekte ve her zaman ikinci, üçüncü seçenekleri ellerinin altında rezerv olarak bulundurmaktadır. O halde, böyle bir kent hakkı talebinin kimden geldiği sorusu yeniden sorulmalıdır. Bu iki kategorinin dışında yer alan ve çoğunluğu 2000’lerde kent merkezinden Adalar’a taşınmış olan üçüncü grup, adalık ve adalılığı, kentin ve kentliliğin yarattığı kuşatmanın farkındalığı ile bir

mümkün-nesne/ ütopya olarak inşa etmekte ve bunu herkes için eşit ölçüde önemli bir hak

talebine dönüştürmektedir.

Keyder (2006), İstanbul’u bölünmüş bir kent olarak değerlendirir. Bir tarafta küresel maddi akışların içinde yer alan, sınıf oluşumu, tüketim kalıpları ve yaratılan istihdam ile formel ya da enformel biçimde beklenen sonuçları üreten yerler vardır. Diğer tarafında ise bu akışlardan büyük ölçüde kopuk, kentin çevresinde neredeyse ayrı bir kasaba oluşturan maddi yaşamın çevredeki toplumsal ağlar aracılığıyla sağlandığı yerler vardır. Adalar

kendi başına bir bütün/bir başka yer olarak, Keyder’in tarif ettiği iki kategoriyi de mevsimsel döngü içerisinde var eder. Yaz mevsiminde Keyder’in bahsettiği biçimiyle sınıf oluşumu, tüketim kalıpları, istihdam, küresel akışların beklentilerini karşılamakta ve kış mevsiminde olduğundan bambaşka bir mekânsal durum olarak ortaya çıkmaktadır. Kış mevsiminde ise bu akışlardan kopuk ve kendi içsel bütünlüğünü yaşayanların onunla kurduğu ilişki dahilinde hissettiren, anakaraya karşı muhalefetini yaşayanlarıyla birlikte doğal koşullar içinde görünür kılan bir mekânsal durum olarak var olur. Etrafını çevreleyen sularla kentten ayrılıyor olması, onu doğal bir biçimde kentin doğrudan doğruya ürettiği ve maruz kaldığı akışlardan koparmaktadır. Hız, rekabet ve akışın mekânı olan İstanbul anakarası ile Marmara Denizi’nin ortaklaştırdığı bir bütünde yer alan takımada, denizel ortamdaki ayrıksı sabitesi nedeniyle anakarayı niteleyen bu özelliklerin dışında yer alır. Yerelliğin bir başka biçiminin varlığı ya da mümkünlüğü her zaman açık bir soru olarak bırakılmalıdır. Ada yerlisi olmayan fakat İstanbulluluk temelinde adalılarla ortaklaşan günübirlikçiler Adalar’ı var eden toplumsallığın bir parçasıdırlar. Kentten Adalar’a birkaç saatlik dahi olsa ‘nefes alma talebi’ ile gelip giden günübirlikçi için Adalar, kent içerisinde yer alan bir bahçe, bir açık alan, 80’li yıllarda planlandığı gibi bir rekreasyon alanıdır; kentseldir.41

Küresel akışlarla mekânsal ilişki, zamanı ve mekânı kısıtlı olan hareketli bir ‘aracı’ olan vapur mekânı tarafından karşılanır. Vapur, kitleleri anakaradan, gün aşırı Adalar’a taşır ve geri götürür. Dolayısıyla hareketin kendisi mekânsal içeriğin bir parçası olarak düşünülmeli ve özgün içeriği ile belki de Keyder’in tanımladığı alanın dışında, bu harekete bağlı olarak yeni bir yer olarak tanımlanmalıdır.

Günübirlikçinin ‘ada’sı, küresel akışın içinde ve ona tabidir. İstanbul’dan sabah binilen vapurla başlayan ada, akşam yine aynı kitleyi taşıyan vapurla, anakaraya ait iki yakadan birinde sona erer. Adada ikamet eden ve İstanbul anakarasına ekonomik bağlarla tabi olan adalı tipi içinse kentle kurulan ilişki akışın tersi yönündedir. Ada’nın bu biçiminin, Keyder’in bahsettiği ‘küresel maddi akış’ın dışında yer aldığını söylemek güç olsa da

41 Adalar, İstanbul’u ziyaret eden herhangi bir turist için de, İstanbul’a ait bir bahçe, kentsel alan olarak

akıntıya karşı kürek çektiği söylenebilir. Sabah gelen ve geldiği yeri bir bahçe olarak gören kentli tipiyle, adalı deniz üzerinde birbirlerini teğet geçerler. Bu iki ada asla aynı zaman- mekânsal içeriği taşımaz.

Mekânla kurulan ilişki biçiminin niteliğine göre, bu ilişki biçimleri içinde de mevsimlere göre bölünen, dönüşen bu birden çok adayı birilerinin diğerlerinden daha çok hak ettiğini söyleyemeyiz. Eğer bir hak talebinden bahsedilecekse adalılık ve kentlilik temelinde uzlaşarak, ‘yeni adalılar’ın çağrısına kulak vermeli, insanları adaya taşıyan harekete geri dönmeliyiz: yeniden doğuş ve yeniden başlangıç (Deleuze, 2009).