• Sonuç bulunamadı

1890’da Van vilâyetimizin Başkale kazasında doğmuştur. 1948’lerden iti-baren “Ehl-i Sünnet” isminde aylık İslâmî bir mecmua çıkarmıştır. Büyük İslâm Tarihi, Cenaze ve Temizlik Ahkâmı gibi neşredilmiş kıymetli eserleri vardır. İnşâallah merhumun torunları –oğlu merhum Pertev Zapsu Beyefendi’nin çocukları– dedelerinin diğer eserlerini de neşrederler!

Nur Üstad’ın esaretteki Nikola’ya karşı olan kahramanlık des-tanını Ehl-i Sünnet Dergisi’nde ilk defa yayımlayan, Abdürrahim Zapsu merhumdur. 9 Şubat 1958’de İstanbul’da vefat etmiştir.

Kabri Edirnekapı’da Necati Bey Mezarlığı’ndadır.

Bediüzzaman’ın Akıllara Hayret Veren Bir Seciyesi10 Birinci Cihan Harbi’nde Bitlis mevkiinde yaralı olarak esir olurken, Bediüzzaman da o gün esir düşmüştü.

O, Sibirya’ya gönderilmiş en büyük esirler kampında idi. Ben Bakû’nun Narkün adasında idim. Günün birinde esirleri teftişe gelen ve kampı gezerken Bediüzzaman’ın önünden geçen Nikola Nikolaviç’e ehemmiyet vermiyor ve yerinden kımıldanmıyor.

10 Bu makale Ehl-i Sünnet Mecmuası’nın 15 Teşrin-i Evvel 1948 tarihli nüshasında neşredilmiştir.

Başkumandanın nazar-ı dikkatini geçiyor, yine kımıldanmıyor.

Üçüncü defasında önünde duruyor, tercüman vasıtasıyla arala-rında şöyle bir muhavere geçiyor:

– Beni tanımadılar mı?

– Evet tanıdım. Nikola Nikolaviç, çarın dayısıdır. Kafkas cep-hesi başkumandanıdır.

– O hâlde ne için hakaret ettiler?

– Hayır, affetsinler! Ben kendilerine hakaret etmiş değilim.

Ben mukaddesatımın emrettiğini yaptım.

– Mukaddesat ne emrediyormuş?

– Ben Müslüman âlimiyim. Kalbimde iman vardır. Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir. Ben ona kıyam etseydim, mukaddesatıma hürmetsizlik yapmış olurdum.

Onun için ben kıyam etmedim.

– Şu hâlde, bana imansız demekle benim şahsımı, hem ordu-mu, hem de milletimi ve çarı tahkir etmiş oluyor. Derhal divan-ı harp kurulunda isticvap edilsin.

Bu emir üzerine divan-ı harp kuruluyor. Karargâhtaki Türk, Alman ve Avusturya zabitleri, ayrı ayrı Bediüzzaman’a rica ede-rek başkumandana tarziye vermesi için ısrar ediyorlar. Verdiği cevap bu oluyor:

– Ben âhiret diyarına göçmek ve huzur-u Resûlullah’a varmak istiyorum. Bana bir pasaport lâzımdır. Ben imanıma muhalif hareket edemem.

Buna karşı kimse sesini çıkarmıyor, neticeyi bekliyor. İsticvap bitiyor. Rus çarını ve Rus ordusunu tahkir maddesinden idam kararını veriyorlar. Kararı infaz için gelen bir manga askerin başındaki subaya kemâl-i şetâretle: “Müsaade ediniz, on beş

Abdürrahim Zapsu 81

dakika vazifemi îfa edeyim.” diye abdest alıp iki rekât namaz kılarken, Nikola Nikolaviç geliyor, kendisine hitaben:

– Beni affediniz! Sizin beni tahkir için bu hareketi yaptığınızı zannediyordum. Hakkınızda kanunî muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki, siz bu hareketinizi imanınızdan alıyorsu-nuz ve mukaddesatın emirlerini îfa ediyorsualıyorsu-nuz. Hükmünüz iptal edilmiş, dinî salâhatinizden (sâlihliğinizden) dolayı şâyân-ı takdirsiniz. Sizi rahatsız ettim, tekrar tekrar rica ediyorum beni affediniz!

Bütün Müslümanlar için şayan-ı misal olan bu salâbet-i dini-ye ve yüksek secidini-yeyi, arkadaşlarından bir yüzbaşı, müşahedesine müsteniden anlatıyordu. Bunu duydukça ihtiyârsız olarak gözle-rim yaşla doldu.

Abdürrahim Zapsu, Ehl-i Sünnet, 15 Ekim 1948

1894’te İstanbul-Üsküdar’da doğ-muştur. 1 Temmuz 1973’te vefat etmiş-tir. Eski ve yeni yazı ile kırk beş adet kitabı vardır. Türkiye’de Sosyalist Hareketleri ve Sosyalist Hilmi, ismindeki kitabın-da ilk defa Şehzadebaşı’nkitabın-daki Ferah Tiyatrosu’nda Üstad Bediüzzaman’ı nasıl tanıdığını yazmaktadır. İstanbul Pangaltı’daki evinde muhtelif defalar ziyaret ederek, kendileriyle görüşmelerim olmuştur.

Bediüzzaman’ı Nasıl Tanıdım?

“Birlik ve beraberliğin âmili, unsuru ve bayraktarı olan Said Nursî tâ Meşrutiyet devrinde isyancıları bastıran, kavgacıları barış-tıran, söz ve fikir hürriyetini temine gayret sarfeden bir zâttı...”

Münir Süleyman Çapanoğlu

En kıdemli gazetecilerimizden biri olan Münir Süleyman Çapanoğlu, Sultan İkinci Abdülhamid devrini, İkinci Meşrutiyet hengâmesini ve ondan sonra gelen devirleri bizzat yaşamış, görmüş bir fikir adamıdır. Son olarak neşrettiği “Türkiye’de Sosyalizm Hareketleri ve Sosyalist Hilmi” adlı kitabında son elli, altmış yıllık tarihimize ait bilinmeyen hatıralar mevcuttur.

Münir Süleyman Çapanoğlu 83

Adı geçen kitaptan, Bediüzzaman Said Nursî ile ilgili bir parçayı aşağıda okuyacaksınız: Vaka İkinci Meşrutiyetin ilânından sonra Şehzadebaşı’ndaki Ferah Tiyatrosu’nda geçmektedir. “Mizan”

gazetesi sahibi Murad Bey’in verdiği konferansta kargaşalık çıkmıştır. Birden dinleyiciler içinden biri ortaya çıkar ve gale-yana gelen halkı yatıştırır. Bu Bediüzzaman’dır. Şimdi hâdiseyi, Çapanoğlu’ndan dinleyelim:

“... Murad Bey konferansı yanda bıraktığı hâlde, gürültü, patırdı, şamata hâlâ devam ediyordu. Tiyatrodan çıkan olmuyor, hatta öyle bir hareket eseri bile görünmüyordu. Bu sefer söz ayağa düşmüştü. Aklı eren de, ermeyen de konuşuyordu. Grup grup münakaşalar cereyan ediyordu. Arada itişmeler, kakışmalar, yaka tutmalar da oluyordu.

İşin bu dereceyi bulmuş olmasına ve tiyatroyu süvari erlerinin sarmış olmasına rağmen, ilgili kimseler içeriye girip halkı sükûta, itidale davet etmediler. Tiyatroyu boşaltmak ve halkı dağıtmak gibi bir hareket de olmadı.

Bu arada kalabalığın arasından biri, koltuklardan birisine gayet çevik bir hareketle sıçradı. Kıyafetinden Kürt olduğu anlaşılıyordu. Külâhlı, şalvarlı, ipek mintanlı, mintanının düğ-meleri gümüş savatlı, beli kuşaklı idi. Ayaklarında çizmeler vardı.

Elinde gümüş saplı bir kamçı, kuşağının arasından kabzası görü-nen gümüş kaplamalı bir kama vardı.

Gençti, esmerce idi. Bıyığı siyah ve dolgundu; hafif tertip yukarı doğru bükmüştü.

Konuşmalar; bağrışmalar devam etmekle beraber, ona bakan-lar da çoktu. Bu adam kimdi?

Koltuğun üzerine neden sıçramıştı? Deli miydi bu? Bir şey mi konuşacaktı?

Kıyafeti dikkati çektiği için, bu adamın bir şeyler söyleyebi-leceğine inanmıyorlardı. Bu çizmeli, külâhlı, alaca kuşaklı adam ne konuşabilirdi? Bundan ötürü herkes hayretle ona bakıyordu.

Fakat hayretleri çok sürmedi. Gür bir sesle:

“Yâ eyyühe’l-müslimûn!..” diye söze başladı. Ve konuşma hürriyetine saygı göstermek lâzım geldiğini, bir hatibin sözünün kesilmesinin ayıp ve hele terbiye sınırlarının dışına çıkmanın ise meşrutiyet ve hürriyeti yeni ilân etmiş bir ulus için utanılacak bir hareket olduğunu, Müslüman dininin fikre saygı göstermeyi emrettiğini anlattı. Sözlerini âyetlerle, hadislerle süsleyerek İslâm tarihinden örnekler vererek, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) müşaverelerini, münakaşalarını, irşadkâr söz-lerini ve hutbesöz-lerini şahit tutarak anlattı. Ve nihayet terbiye ve nezâket dairesinde dağılmalarını tavsiye etti.

Güzel konuşuyordu. İnandırıcı bir anlatışı vardı. Bugünkü anlama göre tam bir hatipti, bir konferansçı idi.

Kimse ne itiraz etti, ne de gık dedi. Biraz evvel bağıranlardan, ortalığı yaygaraya verenlerden hiçbiri ağzını açamadı. Şirretler, külhanlar, küçük beyler, fiyakacılar bile... Hepsi süt dökmüş kedi gibi tiyatrodan çıkıp dağıldılar.

Kısa bir hitabeden sonra, o azgın ve garazkâr grubu yola getiren bu temiz kıyafetli, ipekler içindeki adam kimdi?

1960 yılı Mart’ının 28’inde vefat eden Bediüzzaman Said Nursî bu adam!

... O zaman kapkara bıyıklı, atik, çevik bir delikanlı olan Said Nursî’yi, ilk defa birbirine giren iki partinin mensuplarını yola getirip, dağılmalarını sağladığı bu tiyatroda tanıdım...