• Sonuç bulunamadı

Anlatılır ki, Şeyh’in ilçesine yakın Erkilet adlı yakın bir köyün sakinleri Şeyh’i köylerine çağırdılar. Şeyh ile beraber yola çıktık. Şeyh, ormanlık bir yerde büyük bir ağacın arkasına gitti. Ben abdest ihtiyacı söz konusu oldu düşüncesiyle ibrik ile arkasından gittim. Ağacın arkasına vardığımda birisiyle konuştuğunu gör-düm. Bu konuşma bir süre devam etti. Sonra ağacın arkasından çıktı. İbriği takdim ettim, gerek olmadığını söyledi. Renginin kırmızıya değişmiş olduğunu gördüm.

“Kiminle konuştun? Sana ne söyledi?” diye sordum. “Uzak sefere emrolunduk.” dedi.

Davetten döndükten sonra hastalandı ve Kerim olan Rabbine seferde bulundu.

Allah Teâlâ’nın rahmet ve merhameti O’nun üzerine olsun.

Burada şu işaret vardır ki, Allah dostlarına Allah Teâlâ’dan bir rahmet ola-rak salih rüya veya bir melek aracılığıyla vefatları önceden haber verilir. Bu, onların borçlarını ödemeleri, yanlarında olan emanetleri vermeleri, kul haklarını iade

etme-94

leri, tevbe ve istiğfarlarını yenilemeleri içindir ki, bu şekilde Gaffâr olan Rablerine temiz bir halde dönsünler.

Kıssaya dönecek olursak, Merhum üstadım (ks) der ki; Şeyhim Muslihuddîn Halife (ks) vefat edince eşi ölmüş, kıymeti kalmamış, koruyucusu olmayan, yüzünden peçesini açmış, çarşafını çıkarmış, elbisesini sırtından atmış, dilediği yerde sabahlayan, dilediğini kabul eden, dilediği yerde akşamlayan utanması kalmamış bir kadına döndüm. Bu hal dolayısıyla günden güne azar azar manevî işaretler kaybolarak marifetim gitti. İşi olmayan ve tembel kimselerle düşüp kalk-maya başladım. Öyle ki sahra, bahçe ve dağlarda onlarla dolaşır hale geldim. Tazı ve köpeklerle av faaliyetlerine başladım.

Burada bir kimsenin yol gösteren şeyhi vefat ettiğinde başka bir yol göste-rici şeyhe intisap etmesi gerektiğine dair bir nükte vardır. Yaşayan bir şeyh, vefat etmiş bir şeyh gibi değildir. Ölmüş şeyhin hayattaki şeyh gibi tesiri olmaz. Menakı-bında geçtiği gibi Hallac-ı Mansur (ks), vefatından yüz elli yıl sonra Ferîdüddîn-i Attâr’ı (ks) irşat etmişse de bu gibi örnekler azın azı konumundadır.70

TEMBİH

Burada bir tembih de vardır. Halktan bazıları, falanca oğlu filan diyerek sa-ğını solundan, semizi arıktan ayırt edemeyen kimseleri şeyh olarak kabul etmekte-dirler. Bunlar, insanları ve sadakaları toplayan, oruç, namaz, zekât ve hacları olma-yan kimselerdir. Onların gayretleri yiyip içmek; gayeleri güzel elbise ve kadın; nazar, zevk ve istekleri değerli atlarla inip hızlı köpeklerle avlanmak gibi heveslerdir. Bu sıfatlarla şeyh olmak onların haddine mi? Şaşılacak bir husus da bu bozucu sıfatlara sahip kimselere cahillerin inanması ve onların gayb ilimlerine nüfuz ettiklerine itikat etmeleridir.

Burada çok büyük bir fayda vardır. Meşayihin nesebî/maddî ve manevî olmak üzere iki türlü evladı vardır. Nesebî olan evlatları, malına vâris olmak, evlat ve torunlarına bakmak ve nesilden nesle soyunu sürdürmek içindir. Manevî evlatları ise yüzyıllar boyunca sünnet-i seniyyeyi ihya ve irşat içindirler. Meşayihin hilafet makamına geçmeye layık olan ve daha faziletli olan evlatları bu sonuncu gruptaki-lerdir. Çünkü onlar, hikmet sahibidirler. Ayet-i kerimede Yüce Mevla şöyle buyur-muştur: “Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.”71 İsa (as) şöyle buyurmuştur: ‘Hikme-ti layık olandan başkasına vermeyin ki zulüm yapmasın.’ Hz. Ebubekir (ra) vefatı yakla-şınca birçok evladı özellikle Abdurrahman gibi oğlu olmasına rağmen halifeliğin Hz. Ömer’e (ra) verilmesini vasiyet ettiğini duymadın mı? (Abdurrahman) cesur ve ilim ehli birisiydi. Fakat mertebesi Hz. Ömer’e (ra) ulaşamamıştı. Hz. Ömer (ra) de birçok evladı ve özellikle sahabenin en iyi bilenlerinden olan Abdullah gibi bir oğlu olmasına rağmen altı kişiden oluşan bir danışma meclisine halife seçimini havale

―――――――――

70 Bu süre belki daha fazladır. Çünkü Hallac-ı Mansur (k.s), 309 senesinde şehit edilmiş, Ferîdüddîn-i Attâr (k.s) ise altı yüzlü yıllarda yaşamıştır.

71 Bakara, 2/269.

etmişti. Çünkü Abdullah’ın derecesi Hz. Osman (ra) ve Hz. Ali’nin (ra) derecelerine ulaşmamıştı. Allah Teâlâ, hepsinden razı olsun.

Menkıbeye dönecek olursak, merhum Şeyhim dedi ki: Bana gelen manevî ilmin kesildiğine şahit olunca bir gece sabaha kadar halimi düşündüm. Kendimi ışığı sönmüş bir ev, sakini kalmamış bir belde, ağaçları kurumuş, meyveleri dökülmüş bir bahçe, suyu kesilmiş, işlevi bitmiş, un öğütmeyen bir değirmen gibi buldum.

Bâtınından feyiz nurları kesilmiş sâlik böyle olur. Kalbinde yakarış, dilinde inilti kalmaz. Ama salikin kalbine bâtından rahmet nehri çok güçlü bir şekilde dökülür.

Vâridât-ı ilahî ve temiz işaretler şiddet ve hararetle onun kalbine yönelir. Salik, bu durumda nefsine sahip çıkamaz. Elinde olmadan kalbi deprenir ve heyecana kapılır.

Bedeni, elinde olmadan, bir sağa bir sola devrilip durur. Eğer, Cemal tecellisinin bir eseri olarak bu varidatlar kişiye gelirse kişi sürura erer. Celal tecellisinin bir göster-gesi olarak bu varidatlar gelirse salik ürperir, korku duyar. Bu hale sahip kimseleri kınamamak gerekir. Bu durumda aşk çok güçlüdür, karşı konulamaz bir haldedir.

Her şeyin üzerinde, karşı konulamaz ve galiptir. Kocaman değirmen taşının nasıl döndüğünü görmez misin? Onun durumu da aynen böyledir.

Burada bir işaret vardır. Bu işaret, tarikat mensuplarına seyr-i sülûk süreçle-rini ve meşreplesüreçle-rini bilmeden onlara tan edenleredir. Tarikat ehlinin gayesi, Allah Teâlâ’nın emrine yapışmak ve bidatle hareket etmeksizin Hz. Peygamber’in (sav) sünnetini ihya etmektir. Onların bu hali saf vecd veya sadık tevacüdden kaynak-lanmaktadır. Bu iki halin dışında olanlar münafıklardır. Onlar, riya ve desinler dü-şüncesiyle hareket eden kimselerdir. Onların işi Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Allah Teâ-lâ, Hz. Nuh’tan (as) hikâye ederek şöyle buyurmuştur: “Onların hesaplarını görmek ancak Rabbime aittir. Bir anlayabilseniz! Ben inananları kovacak değilim.”72

Bu durumda olan fakirlerin dev(e)ran yapmalarını birçok şeyhülislam ve imamların kendilerine tabi olduğu âlimler (Allah Teâlâ, onlara mükâfatlarını ihsan etsin) fetva vermişlerdir. Onların hali saf vecd, sahih bir tevacüd halidir, demişler-dir. Bu âlimlerin kalbi saf ve itidal sahibidemişler-dir. Bu konuda fetva verenlerden Ahmed b. Süleyman b. Kemal Bey, Müftü Ali Çelebi, Müftü Mevlana Sa’düddîn Efendiler yer almaktadır. Allah Teâlâ, onların derecelerini yüksek eylesin. Allah’ım, bizleri yakîn ehlinden eyle.

Kıssaya dönecek olursak merhum üstadım demiştir ki; “Halimi düşündüğüm-de yakîn ve hakikat ehli bir ârif bulmaya karar verdim.”

Bu hal, ezelî hidayet ve ebedî inayete ulaştırılmış kimselerden başkasına na-sip olmaz. Çünkü bir kimse gerileyişini bilmezse buna aldırmaz ve bu durumu düzeltmeye yönelmez. Kalbinde zulmet meydana gelir. Şeytana yaklaşır, haddi aş-makla isyan ve büyük günaha gider. Bu kimse, tarikattan çıkmış sayılır. Tarikattan çıkan şeriattan çıkmaya yakındır. Allah Teâlâ, bizi ve sizleri korusun. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Herhangi biriniz ister mi ki, içerisinde her türlü meyveye sahip bulundu-ğu, içinden ırmaklar akan, hurma ve üzüm ağaçlarından oluşan bir bahçesi olsun; himayeye

―――――――――

72 Şuara, 26/113-114.

96

muhtaç çocukları var iken ihtiyarlık gelip kendisine çatsın; derken bağı ateşli (yıldırımlı) bir kasırga vursun da orası yanıversin? Allah, düşünesiniz diye size ayetlerini böyle açıklıyor.”73 Kâdı Beydâvî, bu ayet-i kerimenin tefsirinde şunları söylemiştir: “Bu ayet-i kerime, âlem-i nura yükseldikten sonra âlem-i zûra düşüşü ifade etmektedir.”

Kıssaya dönecek olursak, merhum üstadım demiştir ki; “Zile’de sülûk ehli ve Esmâ’dan iki zat vardı. İkisi de ümmiydi. İlmî birikim ve kalem karası onlara gitmeme engel oldu. Tokat’ta (Allah Teâlâ, her türlü afetten orayı muhafaza etsin) Mustafa Kirbâsî adında yaşı yüz civarına ulaşmış, âlim, fâzıl, takva sahibi büyük bir şeyh vardı. Ona ulaştığımda, huzuruna çıktım ve kalbimin şaşkın halinden dolayı ona intisap etmek istediğimi söyledim. Bana şöyle dedi: “Evladım! Sen güçlü bir genç-sin. Ben zayıf bir ihtiyarım. İki tarafın birbirine denk olması ülfetin/ünsiyetin şartıdır. Genç bir gelin, kocasını kendisi gibi güçlü ister. Hâlbuki ben zayıf ve yaşlıyım. Bu şekilde aramızda netice nasıl hâsıl olabilir? Ben, “Senin irşat halkana dâhil olmak ve terbiyen için gelmiştim. Benim halim ne olacak?” dedim. Bana “Niyetinde samimi misin?” dedi. Ben de ‘Allah Teâlâ’nın izniyle samimiyim.’ dedim. “Sen talip misin?” dedi. Ben “Evet.” dedim. “Sen sadık mı-sın?” dedi ben “Evet. dedim. Mübarek başını eğdi. Bir müddet başını kaldırdı ve şunu söyledi: “Allah Teâlâ sana kâmil hizmet yapanı gönderir.” veya “Allah Teâlâ, altı ay içerisinde senin terbiyen için bir kâmil şeyh gönderir.” buyurdu. Bana dua etti. Sonra vata-nım Zile’ye döndüm, evime çekildim. İlim ve amel ile meşgul oldum. Altı ay sonra bir iş için ve Arakiyeci-zâde olarak tanınan üstadım Şemsüddîn en-Nahvî’yi (Allah Teâlâ, ona güzellikler ihsan etsin ve güzelliklerini artırsın) ziyaret için Tokat’a git-tim. Beni görünce; “Ey Şemsüddîn! Ben de senin gelmeni arzuluyordum. Aklının sağlamlığı ve anlayışının üstünlüğü vardır. Beldemize dışardan, Şirvan’dan seccade sahibi ve irfan ehli bir zat geldi. Vaaz ve nasihat ediyor ama sözlerinde herkesin kolayca anlayabileceği meseleleri değil, kuts-i cevherler ve ilahî hakikatlerden bahsediyor. Sözlerini âlimlerimiz ve seçkinlerimiz anlamı-yorlar.” Merhum Şemsüddîn-i Sivâsî (ks) derdi ki; “Şeyh-i Şirvanî (ks), ez-Zâtü’l-Ehadiyye ehliydi. Lâhût, Ceberût ve Melekût âlemlerinde dolaşırdı. Bundan dolayı Nasût âle-minden çok az bahsederdi.’ Arakıyeci-zâde, “Kalk, birlikte ona gidelim.” dedi. Aradan uzun zaman geçtiği için Mustafa Kirbâsî’nin (ks) bana söylediklerini unutmuştum.

Şeyh-i Şirvânî’nin (ks) huzuruna vardığımızda ilk olarak bize ikramda bulundu ve bizi rahatlattı. Sonra mana denizinin incilerinden, mana cevherlerinden bahsetmeye başladı. Sanki beni tarif ediyor, işaretlerle bana tavsiyelerde bulunuyordu. Sözün sonunda, “Vatanımı ve malımı terk edip vadi ve dağlarda bunca sıkıntıya katlanmam senin halin için ve senin terbiyeni gerçekleştirmek içindir.” buyurdu. Bu söze şaşırdım. Şeyh Mustafa Kirbâsî’nin (ks) verdiği müjdeyi hatırladım ve bir hesaplama yaptım ki aradan tam altı ay geçmiş. O an kalbimden ağyar sevgisi gitti ve onun yerine sırlarla doldu. Hemen ona intisaba yöneldim ve istiğfar ettim. Allah Teâlâ’ya hamd ve şükrettim. “Kaybettiğimi buldum.” dedim ve geçen ömrüm için pişman oldum. Allah Teâlâ, “Alîm”, “Gaffâr”, “Kerîm” ve “Settâr”dır.

Burada dikkat çeken iki durum ortaya çıkmaktadır. İlki, Mustafa Kirbâsî’nin (ks) kerametinin ortaya çıkmasıdır. Çünkü tıpkı onun dediği gibi tam

―――――――――

73 Bakara, 2/266.

altı ay sonra hadise aynı şekilde gerçekleşmiştir. İkincisi, Abdülmecîd-i Şirvânî’nin (ks) Allah Teâlâ’nın emriyle Şirvan’dan Rum diyarına gelmesidir.74 Allah Teâlâ, dilediğini yapmaya muktedirdir. Bazen hastayı doktorun kapısına bazen de doktoru hastanın kapısına gönderir. Bu, talip, sadık ve kendilerini hazır hale getirenlerin mükemmelliğinden kaynaklanan Allah Teâlâ’nın ikramına matuftur.

Şemsüddîn-i Tebrîzî (ks) ve Mevlana (ks) da bu şekilde olmuştur. Tebrîzî, keşf, kemâlât ve kerâmet sahibi Baba Kemal ile karşılaştığında Baba Kemal başını öne eğip bir müddet mana âlemine daldıktan sonra başını kaldırıp şöyle demiştir:

“Ey Şemsüddîn! Muhakkak ki Allah Teâlâ, senin terbiyene âlim ve fâzıl bir kimseyi verecek ki bu kişi ashâb-ı enfastandır. İnsanların hepsi onun marifet nehrinden içecekler. Afakta meş-hur olacak, ledünnî ilimlerde herkesi geride bırakacak ve kapalı ifadeleri açacak.” Şems, “Bu adam nerededir?” dedi. Baba Kemal, “Ara, bul!” cevabını verdi. Şems, bu gaye ile yola çıktı ve üç yıl yeryüzünde dolaştı. Aradığını Konya’da buldu: Celâlüddîn-i er-Rûmî (ks). İkisi birbirlerini bulmuş ve Şems bir nazar ile Celâlüddîn er-Rûmî’yi (ks) tekmil etmiştir.

Burada şu mesaj vardır: Evliyanın nefesleri/sözleri yalancı çıkmaz ve çe-lişmez. Hadis-i şerifte “Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdü-ğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum.”75 Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya mahsustur.

Kıssaya dönecek olursak, merhum demiştir ki; “Allah Teâlâ, beni Şeyh-i Şirvânî’ye (k.s) kavuşturmakla ‘Anka-yı Mağrib’i avlamayı nasip etmiştir. Üzerime ay ve güneş doğdu. Muhabbet çoğaldı ve irade güçlendi. Akrabalarım ve ailem onun bereket ve cezbesine ulaşsın düşüncesiyle Şirvânî’yi (ks) beldem Zile’ye davet ettim. Daha önce ben çeşitli beldelerde vaaz eder, talebe ve çocukları okuturdum.

Akranlarım ve benzerlerim arasında özel bir yere sahiptim. Meydanda büyüklenerek dolaşırdım. Şeyhim Zile’de bir müddet bulunduğunda bana vaaz, nasihat ve dersi terk etmemi emretti. O esnada beldemizden ve dışardan yaklaşık otuz talebem vardı. Bana inzivaya çekilmemi, susmamı ve sükût üzere bulunmamı, Allah Teâlâ’yı zikir dışında konuşmamamı ve avamdan uzak durmamı emretti. Bundan sonra sükût ve konuşmamayı tercih ederek ayak ve ibrik hizmetine başladım. Günlerden bir gün kasabanın seçkinleri toplanmış halde bana geldiler ve şunları söylediler:

“Senin işine hayret ediyoruz. Sen bize nasihat ediyor, dinimizi bize öğretiyor ve çocuklarımıza hocalık yapıyordun. Be ne haldir? Herkes sana hizmet ederken ve sen başta otururken (şimdi) ne dediğini anlamadığımız birisinin ayak ve ibrik hizmetlerine bakıyorsun?” Onlara şöyle cevap verdim: “Allah Teâlâ size rahmet etsin, ey kardeşlerim ey dostlarım! Siz benim ilmimi ve kemalimi biliyorsanız, böyle bir zata sebepsiz yere hizmet etmediğimi de bilirsiniz. Çünkü onda büyük bir lâhûtî cevher, kuvve-i galebe ve ilim var. Onda benzeri görülmemiş öyle olaylar gördüm

―――――――――

74 Abdülmecîd-i Şirvânî (ks), Tokat’ın doğu tarafındaki kabristanda medfundur. Şu an kabri, ziyaret edilen ve dua edilen meşhur bir yerdir.

75 Buhari, Rikak 38.

98

ki, ilmimin onun ilmine nispetle denizden bir damla şeklinde, cevherimin ise onun cevherine göre inciye nispetle kum gibi olduğunu anladım. Yemen akiki gibi olan sıradan taşımla onun paha biçilmez cevherini bir arada dizmek, ilmimi onun ilmine ulaştırarak iki denizin kavuştuğu gibi yapmak istedim.” Bu cevap üzerine şaşırdılar ve “Bu şeyh bu mertebede midir?” dediler.

Ben de “Evet, hatta daha da fazladır.” dedim. Sonra Allah Teâlâ’ya yöneldim ve sa-mimi bir şekilde niyetimi yeniledim. Kalbimden beklentileri/hevesleri çıkardım.

Böylece gayretli ve iştiyaklı bir salik oldum.

TAKRÎB

“Ey sıdıkklar! Siz, “Bizler talipler, rağıplar ve sâlikleriz.” diyorsunuz. Talibe ta-lep ettiği, rağıba rağbet ettiği ve salike de sülûk ettiği bir şey gerekir. İstenilen, rağ-bet edilen ve sülûk edilen şey nedir?’ dediler. Gerçeğin ortaya çıkması için Allah Teâlâ’nın yardım ve tetkiki ile deriz ki, maksadımız Allah Teâlâ’dır. Allah ismi, ilahî isimlerden birisidir. İsimlerden maksat ise müsemmalarıdır. Müsemmadan kastedi-len ise ikilikten uzak/mücerret/münferid, ikilik düşünülmeksizin hakikatü’l-ğaybiyye olan zâtü’l-ehadiyyedir. O, mekân ve keyfiyetten yüce, nerede ve nasıl olduğu tasavvur edilemeyen nihayetlerin nihayeti, gayetlerin gayeti ve cem’in cemi-dir. İlimler ve akıllar oraya ulaşmaz. Fehim ve anlayışlar burada hayrette kalmıştır.

Ancak “İşte bu, Allah’ın lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, büyük lütuf sahibi-dir”76 ayet-i kerimesi gereğince dilediğine kudretiyle lütfeder. Bu makama dair ko-nuşanlar ancak gizli işaretler ve ince remizlerle bu makamdan bahsedebilirler. “Göz-ler onu idrak edemez. O, göz“Göz-leri idrak eder.”77 Bu âleme “Lâhût Âlemi”, bu âlemin ehli-ne de “Ehl-i Lâhût” denir. Bu âlemin aşağısı “Tevhîd-i Sıfat’ ve âlemi “Ceberût Âlemi”dir. Bu derecede olanlara “Ehl-i Ceberût” denir. Bunun altında “Tevhîd-i Ef’âl’ vardır ki âlemi “Âlem-i Melekût”tur. Bunun altında ise “Âlem-i Mülk’ vardır.

Burası “Cisim” ve “Müşâhedât” âlemidir. Bu âlemin sakinlerinin sıralanan üç âlem-den nasipleri yoktur. Sülûkleri, talepleri ve hazları yoktur. Bu âlemin ehli olanlar, zahirî ibadetler ve akılla anlaşılabilen meselelerle yetinirler. Bu kimseler âlim ve salih kimselerdir. Bunlar, ebrarların efendileri, ashâb-ı yemin ve ahyardan sayılırlar.

Âlem-i Mülk’ün aşağısı “Âlem-i Nâsût”tur. Bu âlemin ehli, Allah Teâlâ’nın kitabın-da dile getirdiği sahih inanç ilkelerine bağlı müminler de olsalar, bunlar, emirleri yerine getirmez, yasaklardan alıkoymazlar. Onlar, şehvetleri ve tabiatları-nın/nefislerinin istediği şekilde/dilediği şekilde inanırlar. Onlar, Allah Teâlâ’nın kitabında bildirdiği sahih itikatla iman eden müminler olsalar da acizlik, fısk ve günahlardan dolayı zulüm içerisindedirler. Onlara hakiki inayet yetişirse iman ile hayatlarını sona erdirebilirler. Onların işi, Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Dilerse onları fazlı ve keremiyle affeder, dilerse dilediği şekilde dilediğine adaleti ve hakkaniyetiyle azap eder. Sonra fazlı ve keremiyle onları ateşlerden cennetlere çıkarır. Onlardan masiyette inat edenleri, kötü son beklemektedir ve onların hataları onları kuşattığı halde onlar Cehennemde ebedi kalırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Sonra fenalık yapanların akıbetleri, Allah’ın ayetlerini tekzip etmeleri (yalanlamaları) ve onunla alay

―――――――――

76 Cuma, 62/4.

77 En’âm, 6/103.

etmiş olmaları sebebiyle çok kötü oldu.”78 Bir başka ayet-i kerimede de Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Hayır (sandığınız gibi değil), kim, günah kazanmış da hataları kendisini kuşatmışsa, işte onlar artık ateş ehlidir ve orada devamlı kalacak olanlardır.”79 Bu ayet-i kerimelerde dile getirildiği gibi, Allah korusun, bu kimseler hayatlarını küfür ve şekavetle sona erdirirler. Onlar “Ashâb-ı Şimâl”den olan kimselerdir. Onlar azapta ebedi kalırlar. Bu, Allah Teâlâ’nın adaletinin gereğidir. Allah Teâlâ, Kebîr ve el-Müteâl’dir. “Allah’ım! Ggazabından rızana, azabından afiyetine, Senden Sana sığınırım.”80

Size, “Diyorsunuz ki, makamların en yücesi, Tevhidü’z-Zâti’l-İlâhiyye’ye ulaşmak diyorsunuz. Evet, bu çok güzel ve mutluluk verici bir haberdir. Fakat buna ulaşmak mümkün mü? Kul nerede Rabbü’l-erbab nerede?” denilirse ben derim ki, “Siz ahiret yurdunda, baka ve safa yurdunda, beşer hükmü ve tabiatının yok olması ve fenâ ile Allah Teâlâ’nın görüleceğine inanıyorsanız, cefâ âleminde neden bu mümkün olmasın?

(Sûfîler) Cihadın her türlüsünü yerine getirip hakkını vermek için çeşitli riyazetler ve meşakkati tercih etmekle mücahede yaptılar. (Onlar) yeme-içmeyi terk etmek, süs, şöhret, güzel görünme ve dünya malı biriktirmeye meyletmemek suretiyle te-miz olana ulaşmak için sabrı kuşandılar. (Yine onlar) Zenginliğe karşı fakirliği, ra-hatlığa karşı meşakkati seçerek aşk ateşiyle vücudun çeşitli tasallutlarından kurtuldu-lar. Taşlardan kaleler yaparak hayatlarını mekruh görülen hususlardan dahi temizle-dir ki, bunu nefs ineğini ve hayvanî sıfatları boğazlayıp onları öldürerek, şeriat-i Muhammediyye’ye uygun davranarak himmet bıçağı ve mücahede kılıcıyla bu kötü sıfatları öldürmek ve şeytanî sıfatları kovmakla yaptılar. Onlar, Cemâl ve Celâl as-habıdırlar. Onlar, zorunlu ölüm gelmeden önce ihtiyarî ölümle nefislerini öldürdü-ler. Muhakkak ki onların kıyameti dünyada kopmuştur ve onlar ebedî hayatın dirile-ri olmuşlardır. Onlar, aşkın şehitledirile-ridirler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ve Allah yolunda öldürülenleri, sakın ölüler sanmayın. Hayır, (onlar) diridirler Rablerinin katında rızıklandırılırlar.”81 Onlar, ahlâk-ı hamîde ile ahlaklandıklarından ve razı olunan sıfatlarla donandıktan, Allah Teâlâ’nın zikriyle kalpleri mutmain olduktan, çeşitli ibadetlerle bâtınları aydınlandıktan ve kötü huyları iyi huylara dönüştükten sonra onlar safâ ve cila ile gayret gösterirler. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, renkler ve şüpheler onların kalp aynasından silinir. Sonra kudsî ruh ile dolaşır ve Ceberût Âlemi’ne yükselir. Böylece “Kâbe kavseyni ev ednâ”82 makamına ulaşmış olur. Sonra, Allah Teâlâ’nın dilediği yere dilediği kadarına… Onlar, Allah Teâlâ’da fânî olurlar ve Allah Teâlâ’da bâkî olurlar. Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu duymadın mı:

“Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”83 Ümmetin kendisine uyduğu Pey-gamber (sav) için gerçekleşen şey, ümmeti için de gerçekleşmiştir. “Her davet edici,

―――――――――

78 Rûm, 30/10.

79 Bakara, 2/81.

80 Müslim, Salat 222.

81 Âl-i İmran, 3/169.

82 Necm, 53/9.

83 İsra, 17/1.

100

gördüğü ve ilmiyle ulaştığı şeye davet eder.” gerçeğinden dolayı bu böyledir. Ancak

gördüğü ve ilmiyle ulaştığı şeye davet eder.” gerçeğinden dolayı bu böyledir. Ancak