• Sonuç bulunamadı

3.3. KUR’ÂN’A GÖRE MÜNÂFIKLARIN KİŞİLİK ÖZELLİKLERİ

3.3.1. FERT OLARAK MÜNÂFIK

3.3.1.5. Şüphecilik ve Korkaklık

Şüphe, herhangi bir olay veya durum karşısında gerçeğin ne olduğunu kestirememekten dolayı olan kararsızlık hâlidir. Kur’ân’da “kalplerinde hastalık vardır” (Bakara, 2/ 10) şeklindeki ifadeye bakıldığında bu hastalığın konumuzda bahsi geçen şüphe ve tereddüt olduğunu söyleyebiliriz. İlâhî buyruklar ve Peygamberin nübüvveti karşısında duyulan şaşkınlık ve şüphe hem inanmalarına engel olmuş hem de hastalık olarak nitelendirilmiştir.

Münâfıklardaki şuursuzluğun, hileciliğin sebebi kalplerindeki yok edici manevî ve ahlâkî rahatsızlıklardır. Maraz (hastalık), bedeni sağlam alışkanlığından döndürüp, dengesini bozan ve görevini istenilen şekilde yapmamasına sebep olan bir aksama durumudur. Maddi hususlarda kullanıldığı gibi, manevî hususlarda da kullanılır. Kalplerin ilk yaratılışı sağlamdır, ama kalplerinin sıhhatini muhafaza edemeyenlerin kalpleri büyük bir hastalığa mübtelâ olmuştur. Bu hastalık müfessirlerin çoğuna göre şek, şüphe, kuşku yani münâfık hastalığıdır. Bütün kötü niyet ve amellerin başıdır. Fıtrî olan inanç, şüpheye düşmek için değil şüpheden kurtulmak içindir (Yazır, t.y.: 206-208). Kalbi hasta olan insana bir şey öğretemez, onu herhangi bir konu üzerinde yoğun bir şekilde düşündüremezsiniz. O hasta kalbinin meseleleri ile yoğundur. Meselenin özünü anlayamadığı gibi küfrü de artar. İnkâr eden kalp hastalanır, hastalanan kalp küfrünü daha da artırır (Bayraklı, 2003: 212). İnkâr ile manevî kalp hastalığı arasında derin bir ilişki olduğu da böylece kendini göstermektedir.

Din psikolojisinde ise şüphe, apaçıklık ve kesinlik arzusunun önceki inançla ya da sebepleri karşılıklı ve denk olan iki inancın birbiriyle çatışması sonucu ortaya çıkan, kararsız ve sabit olmayan bir ruh halidir. Şüphe, duruma ve şartlara göre şuurlu iman ya da kararlı inançsızlığa geçişi bulunan iki gelişme yoludur. Hökelekli, 2003: 195).

Münâfığın imânda şüphe içinde olduğu Hadîd Sûresi 14. âyetinde şöyle bildirilmiştir:

“Münafıklar onlara: Biz sizinle beraber değil miydik? diye seslenirler (Müminler de) derler ki: Evet ama, siz kendi başınızı belaya soktunuz; fırsat

beklediniz; şüpheye düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. O çok aldatan (şeytan) sizi, Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah’ın emri gelip çattı!”

Buna mukâbil Kur’ân Müslümanların şüphe içinde olmamaları gerektiğini de belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır: “O halde sen, şüphe edenlerden olma.” (Bakara, 2/ 147).

Münâfığın içinde bulunduğu zihnî karışıklık, onun duygusal yapısı üzerinde de tesir ederek orada güvensizlik hali şeklinde ortaya çıkar. Bu etkileşimin tek yönlü değil, karşılıklı olduğu gerçeğini düşündüğümüzde, zihniyetin iç dünyasını etkilediği gibi, duygusal yapının da zihnî faaliyetlere ve davranışlara tesir ettiği görülür (Alper, 2001: 18).

Böyle bir tereddüt içerisinde olan münâfıklar her şeyden ürken, korkak bir kişiliğe sahiptirler. Kur’ân’da bu durum şöyle bildirilir: “Kesinlikle sizden olduklarına dair Allah’a yemin ederler. Oysa onlar sizden değillerdir. Fakat onlar korkudan ödleri patlayan bir topluluktur.” (Tevbe, 9/ 56).

Cesaret ve atılganlık gösterilmesi gereken durumlarda ileri atılmaktan çekinme hâli korku olarak tarif edilmektedir. Bu hal üzere olan kişiler telaşlıdır, ruhî zaafları vardır. Kur’ân’da “havf” kelimesi ile karşılığını bulan korku; daha çok ahlâkî ve dinî sebeplerden dolayı hissedilen şuurlu endişeyi, Allah’a karşı gelmekten, O’nun koyduğu yasakları ihlal etmekten ve bunun sonucunda cezalandırılmaktan duyulan endişe olarak da ifade edilir (Çağrıcı, 2002: 203). Korkaklık hali, mü’minin özelliklerinden olan cesaret (şecaat)’in karşıtı olan bir kişilik özelliğidir. Münâfığın korkusu, şüphe ve vesveselerinden kaynaklanmaktadır. Korkak insan hayatta doğru kararlar alamaz, başarısızdır. Karşısına çıkan güçlüklere karşı koyamaz. Mü’min ise Allah’ın yarattıklarından değil, sadece Allah’tan korkar. Allah’a olan güven ve ümidi onun korkularını giderir. Kim Allah’tan korkarsa yaratılmışlardan o derece korkuları azalır. Allah’tan korkmayan münâfıklar her şeyden korkarlar.

Münâfıkların yemin edip yalandan mü’minlerle olduklarını söylemeleri korku psikolojisidir. Münâfıklar korktukları için, sevmedikleri insanlarla beraber olduklarını yeminle söylerler.

Onlar, bu vesveselerle bütünleşmiş bir ruh haline sahip oldukları için meydana gelen her şeyi kendi aleyhlerine zannedip korkarlar. Her olayda, kendileri aleyhine bir durum varmış gibi tavır çıkarırlar. Dolayısıyla onların inananlara karşı hissettikleri korku, Allah’â hissettiklerinden kat kat fazladır. “…her gürültüyü kendi aleyhlerine zannederler...” (Münafikûn, 63/ 4), “Onların içlerinde size karşı duydukları korku, Allah’a olan korkularından daha şiddetlidir. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” (Haşr, 59/ 13) âyetleri bu durumu açıkça belirtmiştir. Onların bu korkakça tavırları en çok savaşlarda kendisini göstermektedir. Münâfıkların savaşlara katılmamak için türlü türlü bahaneler ileri sürdükleri, savaştan geri kaldıkları ve samimiyetsiz tavırlarına Kur’ân’da yer verilmiştir. Biz de Tevbe Sûresi’nin ilgili âyetlerine daha önce değinmiştik.

Korku reaksiyonu, insanın bütün bünyesini tesir altına alan etkili bir tedirginlik halidir. İnsanın korktuğu şeyler çoktur. Korkma olgusu, insan tabiatının koruyucu ve sakındırıcı özelliklerindendir. Kur’ân ayetlerinde de insanın farklı şeylerden korkup ürperdiğine değinilir (Necati, 2004: 64-69). Korku halini en yoğun yaşayanlardan münâfıkların durumu ise şöyle örneklendirilmiştir:

“Yahut onların durumu, gökten yoğun karanlıklar içinde gök gürültüsü ve şimşekle sağanak hâlinde boşanan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir. Ölüm korkusuyla, şimşek (gök gürültüsü) seslerinden parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.” (Bakara, 2/ 19).

Münâfıkların manevî ışık olan Kur’ân-ı Kerîm karşısındaki durumlarını anlatan bu âyetlerde kastedilen karanlıklar, kuşku ve ikiyüzlülük karanlıklarıdır. Ara sıra parlayan şimşek de onların kalplerinde zaman zaman beliren imân ışığıdır. Biraz Kur’ân ışığında yürürler ama kuşku ve nifâk bulutları kalplerindeki nuru kapatınca karanlık içinde kalırlar (Ateş, t.y.: 114).

Yazır’a göre ise, İslâm dini hayat sebebi olmakla kuvvetli yağmura, peygamberimizin gönderildiği zamanda dünyanın hali ve her zaman İslâm’a karşı olan kâfirlerin şüpheleri karanlıklara, dini vâ’di ve korkutması şimşek ve gök gürültüsüne, kâfir ve münâfıkalrın namzet oldukları musîbetler ve ceza yıldırımlara benzetilmektedir (Yazır, t.y.: 230).

Nifâkları kalplerindeki imân, irade zayıflığı ve şüpheden kaynaklanan, kuşkuları helâklarına sebep olan münâfıklar, hadis-i şerifte şöyle anlatılır:

“Resulullah (s.a.v.) mü’min, münâfık ve kâfiri nehre atılmış üç kişiye benzetir. Mü’min suya atılır ve hemen karşıya geçer. Sonra münâfık suya atılır, tam mü’mine ulaşacağı sırada kâfir ona, “Yanıma gel! Senin durumundan endişe ediyorum” diye seslenir. Bunun üzerine karşıda bulunan mü’min, münâfığa, “Benim yanıma gel! Hakikaten benim yanımda çok şeyler var” diyerek yanında olanları sayar. Bu durumda münâfık, mü’min ile kâfir arasında gelip gitmeye devam eder. En sonunda bir su dalgası gelir ve onu alır götürür. İşte münâfık kimse bunun gibidir. Ölene kadar şüphe içindedir. Küfür ile imân arasında bocalar durur. Nihayet ölüm ona gelip çatar ve o hal üzere ölür gider.” (İbn Kesir, 1990: 1970).

Münâfıkların temel ruh halini yansıtan tedirginlik ve onun getirdiği korkaklık duygusu ümitsizliği de beraberinde getirmektedir. Kur’ân’da “ye’s” kavramı ile ifade edilen ümitsizlik; bir şeye olan güvenini kaybetme, beklentinin kalmaması, olaylar sonunda hemen karamsarlığa kapılma olarak tanımlanabilir.

İnsanın nankör olduğu ve hemen ümitsizliğe düştüğü “...insana katımızdan bir rahmet tattırsak, sonra da onu kendisinden çekip alsak, hemen [önceki lütfumuzu] nankörce unutup umutsuzluğa düşer.” (Hud, 11/ 9) âyetiyle açıkça belirtilmektedir.

“...Ey kendilerine karşı haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin: Allah bütün günahları bağışlar; çünkü yalnız O, çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır!” (Zümer, 39/ 53) âyetiyle de yukarıda belirtilen kişilik özelliği eleştirilmekte, Allah’tan ümit kesilmemesi gerektiği, O’nun merhamet sahibi olduğu vurgulanmıştır.

Münâfıklar mü’minlerin tevekkül ve teslimiyetlerine karşı, ümitlerini yitirmiş, tereddütlerle dolu ve mutsuz bir hayat sürmektedirler. Ama onlar, ikiyüzlülüklerini burada da gösterirler ve bu git-gellerle dolu hayatlarını dışarıya yansıtmak istemezler. Dışarıdan çok mutlu, kendilerine güvenen insanlar olarak görünme çabasındadırlar. Ama kalpleri vesvese ile doludur. Sürekli rol yapmaktan yorgun düşerler. Bazen rollerini unutarak nifaklarını gösterirler.