• Sonuç bulunamadı

Levha: Üzerine yazı yazmaya elverişli çeşitli malzemelerin (cam, metal, tahta, vb.) düz ve yassı hale getirilmesiyle oluşan levhalar, yazıldıktan sonra

cam ve çerçeve ile korunaklı hale getirilir ve duvara asılırdı. 19. ve 20. yüzyıllarda bilhassa Osmanlılarda celî sülüs ve ta’lik yazıların yaygınlaşmasıyla artan levhacılık, hüsn-i hattın farklı mekanlardaki duvarlarda

yer bulmasına olanak tanımış, bir güzelliği hem okuma hem de seyretme imkanı vererek, ilginin canlı tutulmasına vesile olmuştur.

Resim 7- Rıdvan Efendi, Besmele, hicri 1343, deri üstüne yazılmış Levh-i Mahfuz

Osmanlı toplumunun kültürel yapısı incelendiğinde hüsn-ü hat levhalarının önemli bir yere sahip olduğu görülür. İnsanların sıkça girip çıktıkları, ayakaltı tabir edilebilecek yerlerle evlerin en güzide yerlerine asılan bu tür levhalardan birisi de "Edeb ya hu!" dur. Edebiyat sözcüğünün kökü de “edeb” tir. Edebiyat ve güzel sanatlar her zaman birbiriyle ilişki içerisinde olmuştur. Söz güzelliği; heykel, mimari, resim, musikiden daha üstün tutulmuştur. Divan şiiri de sözcük oyunlarıyla, edebî sanatlarla, bir tabloyu anımsatan tasvir gücünü bünyesinde barındırmıştır. Bir tabloya bakıldığında hissedilen duyguyu, divan şairleri sözcüklerin gücünü kullanarak başarmıştır. Şâir, resim yapmaktadır. Hayal gücü hafıza ile birleşmektedir. Çünkü insan hafızasında sakladıklarıyla tahayyül edebilir. Hayal edilenlerle gerçek dünya birleşir. İşte hat sanatında da ilahi kelâmlar, aslında görünmeyen âlem ile görünen âlemi birleştirmektedir. Hat levhası “iki dünyanın” bileşkesi kabul edilmelidir. İnsanlar hat levhalarına baktıklarında, ilahi sözcüklerin etkisi altına girmekte, yaratıcı gücü hayal edip onu hatırlamaktadır. Bu nedenledir ki Osmanlı’dan bugüne sosyal hayatın içindeki hat levhaları, estetik sanat değeri taşımasının yanı sıra, toplumun

hafızasına “bu dünyanın faniliğini, geçiciliğini ve gerçek âlemin âhiret olduğunu” kazımak, ölümü hatırlatmak, öte dünyayı unutturmamak amacını da taşımaktadır.

İnsan hafızası da “levh-i mahfuz” ile aynı özellikleri taşımaktadır. Çünkü insan hafızası, baştan geçenleri, yaşanan olayları, hayatın her evresini kayıt altına almaktadır. Kişisel tarih ve düşünce mekanizmasıdır. Bu depolama sistemi sayesinde “zekâ” bir değer kazanır. Hafızanın olmadığı yerde zekâ, işlevini yerine getirememektedir. İnsanoğlu, geçmişte yaşadıkları üzerinden geleceğe yol almaktadır. Kayıt levhası olan hafıza, ahirette günah ve sevaplara tanıklık ve şahitlik edecektir. Ahiret sözcüğü de “son ve sonra” anlamına gelmektedir.

“Levha” kelimesinin etimolojisine bakıldığında da bu düşüncelerin doğrulandığı görülmektedir. Çünkü “levh-i mahfuz, tamlamasında “levh”, levha; “mahfuz” ise hıfz edilmiş, “korunmuş” demektir. Allah’ın takdir ettiği, olmuş ve olacak bütün şeylerin üzerinde yazılı bulunduğu kabul edilen kader levhasına denir. Sûfilere göre Allah, “Hâfız” (koruyan), sıfatıyla kullarını günah işlemekten korumaktadır. Ayrıca korunmuş, (mahfuz) olarak nitelenmesinin bir diğer nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak olmasındandır. Esmaül Hüsna yani Allah’ın doksandokuz isminden biri olan hâfız kelimesi, “hafıza” nın da köküdür. Allah, yerleri ve gökleri yaratmadan önce levh-i mahfuz kitabına her şeyi yazmıştır. Kainâtın, kader defterine yazıldığı, programlandığı bu levha, aynı zamanda ilahî ilmin de aynası kabul edilmektedir. Allah’ın “ilim” sıfatıyla da ilgilidir. Her şey yaratanın ilminde, bilgisindedir. Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette bu levhadan söz edilmektedir:

"Allah (o yazıdan) dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Ana kitap (olan Levh-i Mahfûz) ise O’nun katındadır." (Rad, 39) "Şüphesiz ki biz, her şeyi (Levh-i Mahfûz’da yazılmış) bir kadere göre yarattık." (Kamer, 49)

"Çünkü gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfûz’da) bulunmasın!"(Neml, 75)

Hat levhaları, insan hafızasının dışavurumu olarak kabul edilebilir. Hafızada saklanan ilahi cümle ve dualar, hat levhalarında açığa çıkarılmıştır. İlâhi kelâmlar, hat levhalarında korunarak toplumun hafızasında öte dünyayı çağrıştırmayı hedeflemiştir. Bu noktada batılı resim anlayışı ile bir paralellik göstermektedir. Çünkü Bizans ikonalarından bu yana Batı sanat tarihi Hrıstiyan dini üzerine temellenmiştir. Günümüzde bile Hollywood sineması din temasını tüm filmlerinde işlemektedir. Doğu’da da Batı’da da görsel sanatların temel kodları, din temelli olmuştur.

İslam görsel sanatları “yazı”; Batılı resim anlayışı “figür” temellidir. Hz. İsa ve Hz. Meryem figürleri üzerinden dini göndermeler yapılmıştır. İslâmî sanatlar “söz” temellidir. “Kelâm” sözcüğü de etimolojik olarak “söz, hat, işaret” anlamlarına gelmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi Allah, nefesinden üflemiş ve Hz. İsa doğmuştur. Yani Hz. İsa aslında “Tanrı’nın kelâmı”dır. İslamiyet’in bu yönü yani Hz: İsa’nın söz (logos) olduğu batı resminde yerini “figür” e bırakmıştır. Hz. İsa “kelâm” dan “figür” e dönüşmüştür. İşte bu nedenle Batı resmi figürle başlamıştır. Suret ya da başka bir deyişle figür, (zahirî) görünenin temsilcisidir. Söz, yazı (batınî) mânâ âlemini temsil etmektedir. Mutasavvıflar iç âlemi keşfetmek isteğinde olduklarından (soyut) mücerret olan “yazı” ya yönelmişlerdir. İslâmi temsil ile Batılı temsil anlayışı bu noktada kopmuştur. Batının temsil merkezi “figür” ü, görüneni resmetmek olmuştur. Oysaki İslâm tefekküründe, kâinatın kendisi bir tablodur. Ve onu yaratan güç, tekrar bir temsile ihtiyaç duymaz. Çünkü varlıkların her biri ayna parçacıklarından ibarettir. Varlık âleminin bütün parçaları birleştiğinde mutlak varlığa yani Allah’a ulaşılmış olur. Esrarlı sözcükler aynadakı “sır” rın tamamlayıcısıdırlar. Evren tekrar tekrar Tanrı’yı temsil ettiğine göre, İslam sanatçısının yeniden bir temsil aracına ihtiyacı kalmamış bu nedenle de görünenin resmini yapmamıştır. Allah nakkaş; tabiat

nakış kabul edilmiştir. Divan edebiyatında da aynı düşüncenin yer alması dikkat çekicidir:

“Levh-i Mahfûza ne lâzım dûde ile resm-ü-nakş

Anda hôd esrârı kevnün âşikârâdur yine” (Necati Bey)

(Levh-i Mahfûz’a çıranın dumanıyla resim ve nakış yapmaya ne gerek var; onda olan kendi sırları aynı zamanda bellidir, açıktır.) Beyitte geçen ‚levh-i mahfuz, Allah tarafından takdir edilen şeylerin yazılı olduğu manevi levha anlamındadır. Bu levhada olup biten açıktır ortadadır, o yüzden çıranın dumanıyla resim ve nakış yapmaya gerek yoktur. Bilindiği gibi İranlılar Kur’an-ı Kerim ve diğer dinî kitapları resimlerle süslemişlerdir. Ancak Osmanlılar, insanın dikkatini başka şeylere çekebileceği endişesiyle böyle bir uygulamaya gitmemiştir. Beyit, bu düşünceyle paralellik göstermektedir. (Kardaş:2012)

Önceleri dini hikâyeleri anlatan batı resmi, “izlenimcilik” ten sonra non- figüratif anlayışa yönelmiştir.

Batı’da Rönesans’tan sonra din dışı konular da resme dâhil edilmeye başlanmıştır. Her akım sanata farklı nüanslar katmış, arayışını sürdürmüştür. Doğayı, olduğu gibi incelemek ve tuvale aktarmak perspektif tekniğinin gelişmesini sağlamıştır. 1945'lerde ortaya çıkan Soyut Ekspresyonizm akımı ile resim sanatı, tamamen insanın iç dünyasına inerek somut dünyadan, kurallardan ve kalıplardan uzaklaşmış; mutlak gerçeği aramaya başlamıştır. Osmanlı sanatına baktığımızda da dini menkıbelerin, aşk hikâyelerinin minyatür resmi ile hikâyelendirildiği dikkati çekmektedir. Minyatür resminin içerisinde, resmi anlatan yazılar da görülmektedir. Minyatürü açıklayıcı, tasvirin eksiklerini tamamlayıcı yazılardır bunlar. Zaten minyatür sanatında da hat sanatı gibi istifleme söz konusudur. Amaç, görüneni resmetmek değil; bir hikâyeyi anlatmaktır. Her figür bir harfe denk düşmektedir.

Hristiyanlık, İsa, Meryem ve havarilerin, meleklerin resim ve heykellerini kiliselerde, ibadet yerlerinde doğal hale getirmiştir. 8. yüzyılda Hıristiyanlık içinde heykelleri kırma ve iconoclasm tepkisi meydana gelmiştir.

İslam’ın resme karşı olan tutumunu Yunan Ortodoks Kilisesi’ninkiyle karşılaştırmak yararlı olacaktır. Bizans Kilisesi’nin, muhtemelen İslam örneğinden etkilenmeksizin, bir ikonoklast krizi yaşadığı bilinmektedir. Şüphesiz, kilise kutsal imajın, yani ikonun rolünün tanımlanması üzerinde bir daha düşünmek durumunda kalmıştı ve Yedinci Ekümenik Konsül, imaj (resim) hayranlarının zaferini onaylayarak, gerekçeli kararını aşağıdaki sözlerle ilan etti: Tanrı, Bizatihî, mümkün olan tüm tasvir ve temsilin ötesindedir; ama İlahî kelam beşeri bir mahiyete büründüğüne göre ki o, onu ilahi güzellikle doldurarak tekrar kendi aslî suretiyle birleşmiştir; Tanrı’ya İsa’nın beşeri görüntüsü (image) vasıtasıyla ibadet edilebilir ve edilmelidir.‛ Bu ilahi tecessüm doğmasının uygulanmasından başka bir şey değildir ve bu durum meseleyi böyle görmenin İslam’ın bakış açısından ne kadar uzak olduğunu gösterir (Burckhardt 2005: 33 Alıntılayan:Kardaş: 2012)

6) Hilye: İslamiyette, özellikle putlaştırılma ihtimaline karşı, önemli