• Sonuç bulunamadı

Ömrü Uzatma Adına Yapılan Gayretler

Bu mülâhazalarımızdan, onları suçlama gibi bir niyet ve kastımızın olduğu anlaşılmamalıdır. Zira yaşanan böyle bir süreç, bir yönüyle bizim de kabul etmemizde mahzur olmayacak “belli bir yere kadar muayyeniyet” veya başka bir ifadeyle “şartlı determinizm” olarak değerlendirilebilir. Tabiî bir süreç olan bu tür bir karbonlaşma toplumlar için kaçınılmaz gibi görülmektedir. Fakat hâzık hekimlerin elinde bir ömür uzatma meselesi her zaman için mümkündür.

Bu takdirde Allah’ın bu mevzudaki kazası da muâlecelere bağlı olarak değişebilir. Belki de, İbn Haldun ve diğer bazı Batılı sosyal tarihçilerin gözden kaçırdıkları nokta burasıdır.

Şimdi söylediğimiz bu hususu biraz daha açmaya çalışalım: Cenâb-ı Hak tarafından toplumların diriliş, yükseliş ve çözülüş dönemleri için kaderî planda belli bir zaman takdir edilmiştir. Fakat biz takdir edilen bu zamanın süresini bilemeyiz. Mesela, hayatlarını başkalarını diriltmeye vakfeden, “âlemi diriltmezsek bizim de dirilmeden nasibimiz olamaz” mülâhazasına kilitli bulunan iman ve aşk u şevk kahramanlarının yaşadığı dönemi birinci fasıl olarak ele alalım. Şimdi biz, kaderî planda bu fasıl için takdir edilen zamanı bilemediğimizden dolayı, “bu faslın ömrü elli senedir; yüz senedir” gibi bir değerlendirmede bulunamayız. Çünkü kader, ilm-i ilâhînin bir tezahürüdür. Biz

ise bu ilmî programı bilemeyiz. O hâlde bize düşen, ister birinci, ister ikinci, isterse üçüncü fasıl olsun, hangi dönemde bulunursak bulunalım, irademizin hakkını vererek o dönemdeki hayır ve güzelliklerin ömrünü uzatmaya çalışmak olmalıdır.

Mesela hakkınızda, “Şayet şöyle davranırsanız, çok ciddî bir kırılmaya maruz kalır ve bir daha asla belinizi doğrultamazsınız.” şeklinde hüküm takdir buyruldu ve bu takdirin emareleri görülmeye başladı. Fakat siz her şeye rağmen bu mevzuda çok ciddî bir kıvam sergilediniz. Mesela dünya ayağınızın dibine kadar geldiği, müsteşarlıklar, genel müdürlükler, bakanlıklar… size tebessüm ettiği hâlde siz, “Ben Allah’ın rızasına kilitlenmiş ve onu bir âbide halinde ikâme etmeye çalışırken bu insanların bana teklif ettikleri şeye bak!” dediniz, ihlâs ve samimiyetinizin gereği olarak bütün bunlara karşı müstağni davrandınız. İşte ihtimal ortaya koyduğunuz bu kıvamı koruma cehdi sayesinde, hakkınızdaki kaza atâya çevrilir ve siz çözülüş sürecinde yeni bir diriliş faslı yaşarsınız. Bir misal olması açısından dile getirdiğim bu ifadelerimle yukarıdaki vazifeleri hafife aldığım zannedilmesin. Elbette ki bunlar toplum hayatı açısından önemli makamlardır. Bir milletin devlet hayatında bunlara mutlaka ihtiyaç duyulur. Ne var ki çok önemli bir mefkûreye dilbeste olmuş insanlar yaptıkları hizmetler karşılığında hiçbir zaman makam ve mansıp arzusunda olmamalı, dünyevî-uhrevî herhangi bir beklentiye girmemeli ve asla bu tür arzular karşısında bir kırılma yaşamamalıdırlar.

Evet, insanlar, kıvamlarını koruduğu sürece hayat ve canlılıklarını muhafaza edebilir ve toplumların ömrü olan bu zamanı uzatabilirler. Mesela adanmış ruhların, yerlerinden fırlayıp maratona başladıkları döneme şahit olup,

“Allah’ın izniyle, bu insanlar, bu performansla elli sene bu işi sürdürürler”

diye bir tespitte bulundunuz. Fakat onlar, kıvamlarını korur, iyi ve doğru beslenir, oturup kalkıp hayatlarını sohbet-i cânana bağlı götürür, Allah rızasına kilitlenir ve yürekten Allah’a bağlılıklarını korurlarsa, bakarsınız elli sene gibi görünen bu süre, yüz sene olur. Hatta heyecan devam eder ve onların hayatına alabildiğine bir metafizik gerilim hâkim olursa, bakarsınız bu süre yüz elli seneye çıkar. Bundan da öte, iktisadî, siyasî ve kültürel hayatın içine girildiği, değişik yönleriyle dünyevîliğin hâkim olduğu, bir mânâda sanat vb.

aktivitelerle teselli olunduğu yani kültür faslının yaşandığı dönemde bile insanlar, belli ölçüde hâlâ kıvamlarını koruyorlarsa –ama düşerek ama kalkarak, ama oksijen çadırında ama yoğun bakımda– bakarsınız yüz elli sene daha yaşayabilirler. Bu fasıldaki yeni bir hamle ve yeni bir teveccüh, Cenâb-ı Hakk’ın ayrı bir atâsı ve ekstra bir lütfuna vesile olabilir.

Asıl konumuz olan Osmanlı Devleti’ne dönecek olursak, esasında bu kadar

çok hasımlarla muhat olan bir devletin yıkılmasına değil, nasıl bu kadar uzun ömürlü bir hayat sürebildiğine hayret etmek lazım. Çünkü biz, yirmi beş senedir dağdaki bir avuç eşkiya ile başa çıkamadık. Düşünün ki, koskocaman hasım bir cephe, denizler de dahil, dört bir taraftan Osmanlı’yı çepeçevre sarmışlardı. Bu hasımlarla mücadele ederken onun yeniden kendi olarak ayağa kalkması, derlenip toparlanması oldukça zordu. Fakat o, her şeye rağmen varlığını sürdürdü ve belli ölçüde tarihî misyonunu eda etti. Bütün bunları göz önünde bulundurarak Osmanlı’nın faziletlerini ilân ve itiraf etmek, mehâsinlerini hayırla yâd etmek ve Allah’tan onlar için mağfiret dilemek gerekir. Altı asır ayakta durabilmek dünyada başka hiçbir “imparatorluğa”

nasip olmamıştır. –Roma İmparatorluğu’nun da böyle uzun bir dönem varlığını sürdürdüğü iddia edilebilir. Ancak bildiğiniz üzere Roma’nın başına altı-yedi sülâle gelmiş ve farklı süreçler yaşanmıştır. Mısır’daki Firavunlar da tek sülâle değildir; onlar da iki, üç asırda bir değişmişlerdir.– Dolayısıyla bir taraftan Doğu’dan-Batı’dan büyük bir hasım cephenin sürekli hücum ve taarruzlarına maruz kalmalarına, diğer taraftan memerr-i akdâm olan çok tehlikeli bir noktada bulunuyor olmalarına rağmen Osmanlı Devleti’nin altı asır payidâr olması kanaat-i acizanemce hayret edilmesi gereken bir husustur.

Benzer Belgeler