• Sonuç bulunamadı

3. ÂYET ve HADİSLER

4.4. Mi’râc

Hz. Peygamberin Recep ayının 27. gecesi Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya gidişine isrâ, oradan da sidre-i müntehâya yolculuğuna mi’râc adı verilmektedir. Türk Edebiyatında bu konuyu müstakil olarak işleyen

manzûmeler vardır. Genellikle manzûm olarak yazılan bu tür eserlere Mi’râc-nâme veya Mi’râciye46 adı verilmektedir.

Nazîr de şiirlerinde, pek fazla olmamakla birlikte, mi’râc hâdisesine yer vermiştir. Hz. Peygamberin Hakk’ın huzuruna varıp onunla görüşmesi, beş vakit namazın mi’râcda Müslümanlara hediye olarak verilmesi ve Hz. Peygamberin Allah’ı görmesi bu nedenle onu görenin Allah’ı görmüş gibi olacağı gibi konular işlenen konular arasındadır.

İdüp mi

Ǿ

rācı dergāh-ı ilāhįye irişmişdüñ

Ĥużūr-ı ĥażret-i Ĥaķķa varup cānā görüşmüşdüñ Śalāt-ı ħamseyi ihdā içün yine görüşmüşdüñ Yeter Ǿuşşāķa müjde men reān

į

kim buyurmışduñ Seni görmeklik ile Ĥaķķı görmeklik berāberdür

Ms 22 / 3

Mi’râc mefhûmunun işlendiği yerlerde öne çıkan diğer bir varlık Cebrâil’dir. O, Hz. Peygambere mi’râc hâdisesi boyunca eşlik etmiştir. Bu nedenle şiirlerde kendisinden Hz. Peygamberin hizmetçisi olarak bahsedilmektedir.

Lûŧf-ı Ĥaķla leyle-i mi

Ǿ

rācda Ġāşiye-dār oldı Cibr

į

l-i Ħuda

Kt 130 / 2

Nazîr İbrahim teşbih sanatını çok usta bir şekilde kullanarak gökteki ayı, Hz. Peygamberin mi’râca giderken ayağından düşürdüğü nalini olarak tasvir etmiş ve onun nûrunun yeryüzünü aydınlattığına işaret etmiştir.

Münevver eyleyen her şeb cihānı Ķamer midür nedür fikrin iderken Didiler kim bırakın na

Ǿ

lidür ol Düşüp kalmışdı mi

Ǿ

rāca giderken

Kt 3 / 1-2

4.5. Hayat ve Ölüm

Hayat, canlı, sağ olma, dirilik ve canlılık anlamlarına gelmektedir. Bir başka anlamı ise doğumla ölüm arasındaki yaşanılan süredir. Hakikî hayat “Hayy” isminin sahibi olan Allah Teâlâ’ya aittir. Onun hayatı, kayıtsız şartsız her şeyi bilen ve her şeye

gücü yeten ekmel bir hayattır.47 Âlemdeki diğer canlılar ise fânîdir yani bir gün mutlaka ölümü tadacaklardır.

Nazîr Dîvânı’nda hayat, hayat-ı ebedî (N 30 / 6) nakd-i hayat (K 12 / 25) âb-ı hayat ( K 20 /11) hayat-ı cāvidân ( Ms 13 / 2) v.b. kavramlarla işlenmektedir. Ebedî hayata ermek isteyenlere, Hz. Peygamberin “ölmeden önce ölünüz”48 hadîsine atfen bu “sûrî hayatı memâta dönüştürmek” tavsiye edilmektedir.

Ebed irmek diler iseñ

ĥ

ayāta

Ĥ

ayāt-ı

śū

r

į

yi irgör memāta İdegör şuġli esmā-i śıfāta Bulunmaz kaǾr-ı deryā-yı źāta Sezāyį lįk anda āşinādur

Ms 35 / 6

Ölüm, hayatın sonu anlamındadır. Hayatın karşıtıdır. İnsan ölünce faaliyetleri durur. Fakat bâkî olan Allah Teâlâ’nın lütûf ve ihsanları nihayetsizdir ve devam eder.

Senüñ cürmüñ nihāyet bulur elbet mevt-ile ammā Anuñ elŧāf u iĥsānı Nažįrā bį-nihāyetdür

Kt 108 / 2

Ölüm temasının işlendiği bölümlerde en önemli kavramlardan birisi de ecel kavramıdır. Bir şey için belirlenmiş zaman dilimine ecel denir. İnsanın veya herhangi bir canlının eceli, kendisine tayin edilen ömürdür. "Ecelin gelmesi" ise, tayin edilmiş bulunan ömrün son bulmasıdır, yani ölümdür.

Allah indinde her canlı için tayin edilmiş bir ecel vardır. Eceli geldiğinde dünya hayatı son bulur. Bu vaktin değişmeyeceği, zamanı geldiğinde her hâlükarda gerçekleşeceği Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık vurgulanmaktadır. “Eğer Allah, insanları yaptıkları her haksızlıkta cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar erteler. Ecelleri (süreleri) geldiği zaman da bir an dahi ne geri kalırlar, ne de ileri geçerler”49 “Eceli geldiği zaman bir kimsenin ölümünü Allah geciktirmez.”50

47 Hayy ismi hakkında bkz: Tatlısu, a.g.e., s. 168-170. 48 El-Aclûnî, a.g.e., C.II, s. 291.

49 Nahl, 16 / 61 50 Münâfikûn, 63 / 11

İnsan bu dünyada rahat edemez. Bu husus Arapça “lâ râhata fi’d-dünya” darb-ı meselinde dile getirilmiştir. İnsan rahata kavuşmak amacıyla sürekli çalışır fakat bir gün ansızın ölüm gelip çatar ve ecel kapıya dayanır.

Bezm-i fānįde ecel cāmını sundılar aña Ādemi kor mı felek ire kemāl-i rāĥata

Tr 85 / 4

Âşık, sevgilisine kavuşamadan ecel câmının sunulmasından korkmaktadır. Bu nedenle sürekli olarak ecel gelmeden vuslatı dilemekte, aşk acısından ölmek üzere olan âşığa, sevgilinin bir nazarla da olsa iltifat etmesini istemektedir. Ecel şâhine teşbih edilmekte, şâhinin diğer kuşları avlayışı bu teşbihe konu olmaktadır.

Yoħsa bize hengām-ı sefer mi gelür āħir Bilmem ki ecel gelmeden ol yār gelür mi

G 765 / 5 Elümden kapdı şāhin-i ecel dildārumı ĥayfā Derūnum yakdı baġrum ütdi göñlüm itdi āvāre

Kt 101 / 2

4.6. Şeytan

Şeytan, daha önce cennette bulunan meleklerden biri olduğu hâlde, Allah Teâlâ’nın Âdem’e secde edin emrine uymadığından, cennetten kovulmuş ve lanetlenmiş bir varlıktır. Şeytan âsî ve âsîliğinde ısrarlı ve iddialı yaratık tipidir. Âdem ise günahkâr ama suçunu kabul edip özür dileyen varlık tipidir. Biri bencilliği ve kibri diğeri tevazu ve mahviyeti temsil eder.51

Şeytan, yol kesen bir eşkiya gibi insanlarının yollarına çıkmakta, onları günaha sevk edebilmek, iyilik ve güzelliklerden alıkoyup, fenâlıklara götürebilmek için her türlü hile ve tuzağı kuran varlıktır. Nefs ona yardımcı olmaktadır. Zaten şeytanın aslî vazifesi de budur. Burada iş insana düşmekte, şeytana uymaması gerekmektedir.

Cürm ü Ǿiśyān-ile ālūdelerüz Ǿālemde Yolımuz urdı bizüm nefs-ile şey

ŧ

ān u hevā

N 10 / 5

Zâhidler Hakk’ın birliğine inanan insanlar olmakla birlikte, nefs ve şeytana en çok uyan tiplerdir. Bu nedenle zâhidler şeytanın kendini beğenmiş (hod-bîn) sıfatıyla

muttasıftırlar. Onlarla münakaşa etmek doğru değildir. Çünkü onlarla münakaşa edenler de şeytana uymuş sayılırlar.

Zāhidleri çok gördüm birligine ider ıžhār Her biri yine uymış nefsi ile şey

ŧ

āne

G 698 / 3 Zāhid-i ħod-bįn ile biz itmezüz aślā cedel Nefs ü şey

ŧ

āna uyanlar oldılar merdūdımuz

G 390 / 3

Âşık mâşuk ve rakîb üçlemesinde âşık ile rakîbin birbirlerini hiç sevmedikleri bilinen bir gerçektir. Bu nedenle birbirleri hakkında olumsuz sıfatlar kullanırlar. Aşağıdaki beyitte de âşık rakîbi şeytan olarak, hatta şeytandan daha kötü olarak vasıflandırır. Rakîb bu sıfatı, âşığı gammazlayıp sevgiliden hışım görmesine sebep olduğu için hak etmiştir.

Bizi ġamz eyleyüp ħışm itdiren aġyārdur yāre Aña hįç şübhe itme cürmi yokdur bunda şey

ŧ

ānın

G 600 / 4

4.7. Günah

Allah’ın buyruklarına aykırı düşen, dinen suç sayılan davranışlara, İslam dininin ve temiz insan fıtratının yapılmamasını emrettiği hususlara günah denilmektedir. Arapça’da günahın karşılığında; İsm, zenb, isyan, cürm kelimeleri kullanılır. İsm, günahın tam karşılık anlamıdır. Zenb veya cürm, insanın Allah’ın rızâsını kazanmasını engelleyen fiil, isyan ise, Allah'a itaat etmemek demektir.

Nazîr Dîvânı’nda günah kavramı da sevgiliyle ilişkilendirilen kavramlardan biridir. Âşığın mâşukuna her gün cevr ü cefa etmesinin günah olduğu hatırlatılarak, artık biraz merhamet etmesi ve sevgilisine acıması tavsiye edilmektedir.

Gāhį nigāh-ı lûŧfı dirįġ eyleme şehā Her gün cefa vü cevr ile zįrā günāh olur

G 219 / 4

Bazı büyük günahlar dışında küçük günahların bağışlanacağı, Allah tarafından va’d edilmektedir. Bu nedenle âşık bilerek ve sevgilinin kendisine acıyarak iltifat etmesi maksadıyla günah işlemektedir. Sevgilinin güzelliği karşısında çekilen ahların günahları yakıp, yok edeceği de savunulan düşünceler arasındadır.

Ser-i kūyında dildāruñ mükerrer āh āh itdüm Vesįle maġfiret-hˇāh olmaġa birkaç günāh itdüm

G 568 / 1 Her gören rūyuñı cānā ider ol demde bir āh Komadı kimsede ĥālāt-ı ĥüsn ġayrı günāh

G 755 / 1

Bazen de günahların çokluğundan af ümidinin azaldığı görülür. Şâir kendisini çok günahkar gösterir ve bağışlanmaya dair taşıdığı ümitler kırılmıştır. Fakat o, bu ümitsizlik içinde bile aczini itiraf ederek yine de af istemektedir.

Benüm çok maġfiret düşmez günāhum var Nažįr ammā Ya Ǿafv-ı cürm ü Ǿisyān u mürüvvet kande ben kande

G 721 / 5

4.7. Tevbe ve İstiğfâr

Tevbe, günahtan pişmanlık duyma hâlidir. İstiğfâr da günahlara karşı Allah’tan mağfiret dilemektir. Tasavvufî olgunluk yolunda yetmiş makâmdan bahsedilir. İlki tevbe sonuncusu kulluk (abd) makâmıdır. Tevbe sırf Allah rızâsı için yapılır ve samimi tevbeye tevbe-i nasûh adı verilir. Allah’ın esmâ-i hüsnâlarından biri “Tevvâb”dır. Tevvâbın anlamı ise, tevbeleri çok kabul edendir.52

Dil ile yapılan, gönülden gelmeyen tevbenin kabul edilmeyeceği (G 393 / 3) Ancak tevbe edildiğinde günahların bağışlanacağı (G 393 / 4) Sünbülün pişman olarak günahlarına tevbe etmesi dolayısıyla yüce makâmlara erdiği (K 9 / 14) ve İnsanın Hakk’ın dergahına sığınarak tevbe etmekten başka çaresinin bulunmadığı gerçeği, değinilen konulardandır.

Sıġınup dergeh-i Bārįye niyāz eyleyerek Śıdķ-ile başlayalum tevbe vü isti

ġ

fāre

Kt 25 / 2

II. TASAVVUF

Tasavvufun neliği üzerinde pek çok farklı görüşler ileri sürülmektedir. Örneğin tasavvuf, “Hakk’ın hoşnutluğunu kazanmak ve ebedî saadete ermek için nefisleri temizleme, ahlâkı tasfiye, iç ve dışı tenvîr, sûret ve sîreti tezkiye hâllerinden bahseden

bir ilim” 53 olarak görülmektedir. Tasavvuf, bazen mistisizm ile aynîleştirilerek bir felsefî sistem olarak kabul edilmektedir.54 Bir felsefî sistem olmaktan öte bir yaşam tarzı olarak da tarif edilebilecek55 olan tasavvufun Türk edebiyatı içerisindeki yansıması da oldukça güçlü olmuştur. Onun özellikle vahdet-i vücûd anlayışı, Türk edebiyatını derinden etkilemiştir.56 Tasavvufu manzûm şekillerle tarif eden mutasavvıf şâirlerin varlığı da bilinmektedir. Halvetî şeyhi, Dede Ömer Rûşenî ve Olanlar şeyhi İbrahim Efendi’nin şiirleri bunlardan birkaçıdır.57

Nazîr İbrahim, Gülşenî tarîkatına mensup mutasavvıf bir şâir olarak, tasavvufî düşüncelerini veya bağlı olduğu tarîkatın esaslarını şiirler vasıtasıyla anlatma gayreti içerisindedir. Fakat tasavvuf kavramı Dîvân’da hiç geçmemektedir. Bunun yerine bazı kaynaklarda58 tasavvuf kavramı karşılığı olarak kullanılan ilm-i ledün kavramı kullanılmaktadır. İlm-i ledün Nazîr Dîvânı’nda, pîr-i tarîkat İbrahim Gülşenî hakkında yazılmış bir methiye dolayısıyla geçmektedir. Nazîr burada tasavvuf ve tarîkatların en temel esaslarından biri olan tevârüs yöntemine vurgu yapmaktadır.

Vāriŝ-i

Ǿ

ilm-i ledündür Gülşenį ǾĀrif-i esrār-ı kündür Gülşenį

Kt 23 / 1

1. TEVHÎD ve VAHDET-İ VÜCÛD

Mutasavvıf şâirlerin hemen hemen hepsinde hakim bir düşünce olan vahdet-i vücûd, varlığın birliği esasına dayanır.59 Bu sisteme göre âlem tek hakikat ve vücûddan ibarettir. Allah mutlak ve tek varlıktır. Onun varlığının sebebi, başlangıcı ve nihayeti

53 Mâhir İz, Tasavvuf, Mahiyeti, Büyükleri ve Tarikatler, (Haz: M. Ertuğrul Düzdağ), Kitabevi Yay.,

İstanbul 2000, s. 27.

54 Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarîkatlar Tarihi, Dergah Yay., İstanbul 1985, s. 12. 55 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, MÜİF Vakfı Yay., İstanbul 1994, s. 13.

56 Agah Sırrı Levend, Dîvân Edebiyatı Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve Mefhumlar, s. 13-15. 57 Bu şiirler için bkz: Cebecioğlu, a.g.e., s. 689-696. Tasavvufun diğer tarifleri için bkz: Ethem

Cebecioğlu, “Prof. Dr. Nicholson’ın Kronolojik Esaslı Tasavvuf Tarifleri”, AÜİFD, C.XXIX, Ankara 1987, s. 387-406.

58 Mustafa Tatçı, Yunus Emre Dîvânı, Kültür Bakanlığı Yay., C.I, Ankara 1990, s. 218.

59 Vahdet-i vücûd hakkında bkz: Ferit Kam, Vahdet-i Vücûd, (Sad: Ethem Cebecioğlu) Diyanet İşleri

Başkanlığı Yay., Ankara 1994; İ. Fenni Ertuğrul, Vahdet-i Vücûd ve Muhyiddîn-i Arabî, (Haz. Mustafa Kara), İnsan Yay., İstanbul 1991; Câvid Sunar, Vahdet-i Vücûd-Vahdet-i Şuhûd Meselesi, Ankara 1960.; Ebu’l-Ala Afîfî, Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesi, (Çev: Mehmet Dağ), Ankara 1975.; Mustafa Aşkar, Molla Fenârî ve Vahdet-i Vücûd Anlayışı, Ankara 1993.

yoktur. Kendi zatıyla var olup, bütün zamanları ve mekanları kaplayan bir nûrdur. Âlem, O’nun tecellî ve zuhûrundan ibarettir.60

Tevhîd, her yerde ve her şeyde kalbini yalnız Allah ile meşgul etme hâli ve yaşayışıdır. İmam-ı Rabbânî tevhîdi, vücûdî ve şuhûdî olmak üzere iki kısımda mütalaa eder. Vücûdî tevhîd, mümkün olan şeylerin vücûdunu, Allah Teâlâ'nın vücûd denizinin dalgasını görmektir. Varolan şeyler Allah Teâlâ’nın varlığının tezahürüdür. Bu makâma ulaşmış olanlar Hakk’ın vücûd denizine daldıklan için (Fenâ-fi’llâh) orada denizden ve dalgadan başka birşey göremez. Kendini de bu deryadan bir damla kabul ederler. Vücûdî tevhîd, latife-i kalbin seyrinde meydana gelir. Önce imkan dairesinde seyreder. Hallâc-ı Mansûr bu istiğrak hâlinde “Enel-Hak” dediği için idam edilmiştir.

Vahdet-i vücûd düşüncesine yakın bir düşünce olan Panteizm batı kaynaklı bir fikir akımıdır. Vahdet-i vücûddan onu ayıran en bariz özelliği, âlemdeki her şeyi Tanrı konumuna çıkarmasıdır. Hâlbuki vahdet-i vücûdda âlem, Allah’ın bir yansıması ve onun varlığının en büyük delilidir. Fakat bu varlıkların hiç biri Tanrı hükmünde olamaz.61

Nazîr Dîvânı’nda vahdet-i vücûd telakkîsi, hakim konulardan bir tanesidir. Hakk’ın vücûdu, vâcibü’l-vücûd (varlığı zorulu)’dur. (Ms 35 / 3) Buna karşın diğer varlıklar mümkün varlıklardır ve aslında yokturlar. Onlar ancak Allah’ın bir yansıması veya bu tek ve vâcib varlığın bir zuhûru konumundadırlar. Bu yüzden zıll(gölge)dirler ( G 335 / 6) ve bir gün mutlaka yok olacak, vâcibü’l-vücûda geri döneceklerdir. O hâlde onlara pek itibar edilmemelidir.

Vahdet-i vücûd telakkîsini ifade eden en önemli formlardan birisi de katre-ummân; zerre-güneş teşbihidir. Burada ummân (bahr) ve güneş (şems) vâcibü’l-vücûd varlığı; katre ve zerre ise diğer varlıkları yani mümkinü’l-vücûdı temsil etmektedir. Katre ve zerre daima asılları olan ummân ve güneşe kavuşmak istemekte ve bu yolda gayret göstermektedirler. Zerrenin güneş olmaya çalışması ve katrenin ummâna dönüşmesi, diğer varlıkların mükemmele ulaşma yolundaki serüvenlerini ifade etmekte ve bu hareket takdir görmektedir.

Ź

erreñi şemse ulaşdur

ķ

a

ŧ

reñi ba

ĥ

re yüri Yüz sürüp dergāh-ı yāre her dem-i esĥārda

G 658 / 2

Feyż-i Ǿaşķın mažharı oldı Nažįrā çün bu gün

Ź

erre-veş maĥv oldı şems-i źāt-ı pāk-ı yārda

G 658 / 5

Dolayısıyla âlemde bir tevhîd (birlik) vardır. Herşey o bir’den neşet etmiştir. Öyleyse bu âlem değişik formlarla da karşımıza çıksa, bir birlik içerisinde olduğu bilinmeli, baktığımız her yerde bu tevhîd aranmalıdır. Çünkü tevhîd her şeyde nümâyân olmaktadır.

Lisān-ı ĥāl ile dā’im Nažįrā Heme şeyde nümāyān oldı tev

ĥį

d

G 107 / 5 Tev

ĥį

d-i źāta mažhar olam dir iseñ Nažįr Fikr it Ħudāyı ħāŧırına gelmesün sivā

G 1 / 5

1.1. Vahdet-Kesret

Tevhîd anlayışı içerisinde vahdet-kesret meselesi de önemli bir yer tutmaktadır. Vahdet-i vücûdun bir başka ifadesi anlamındaki kesretde vahdet anlayışı, çoklukta birlik anlamındadır ve bir varlığın farklı formlarda yansıması esasına dayanır. Kesrette vahdet olduğu gibi vahdette kesret de vardır. Vahdet ehline göre vahdet gerçek, kesret ise hayaldir. Bir olan varlığın çok görünmesi sadece bir görünüş meselesidir. Gerçek sûfî kesrette vahdeti yani çoklukta birliği görür.62 Buna göre tüm âlem aslında bir olan varlığın, zuhûr ve tecellîlerinden ibarettir. Âlem bir yansımadır. Âlemdeki varlıkların her biri Hakk’ın ayrı bir tecellîsidir. Bu yansımalar kesreti ifade etmektedir. Hakk’ın dışındaki bu varlıkların bir başka adı mâsivâdır. Kesretteki varlıkların aslî değerleri yoktur. Zaten bir gün yok olacaklardır, yani fânîdirler. Buna mukâbil vâcibü’l-vücûd olan Bir varlık bâkîdir ve yok olmayacaktır. Nazîr Dîvânı’nda âlemin bir ayna ve bu âlemdeki varlıkların onun aynadaki yansımaları olduğu şu şekilde ortaya konulmuştur:

Mir’ātı oldı Ǿālem-i imkān çü vācibüñ Mir’āt-ı vech-i pāke nažar eyle bul śafā

G 1 / 3

Diğer pek çok mutasavvıf şâirde olduğu gibi Nazîr de, kesretde vahdet anlayışına Dîvân’da önemli bir yer ayırmıştır. Mürîd ve sâliklerine öğüt maksadıyla yazdığı pek çok şiirinde onların bu anlayışı kesb etmelerini, özendirici beyitlerlerle ortaya koymuştur.

Bir temāşādur Nažįrin ĥāli bu Ǿālemde kim Kūşe-i va

ĥ

detde yāri ile ke

ŝ

ret istemez

G 381 / 6

Ke

ŝ

retde va

ĥ

det eyleyegör yoħsa ey göñül Vefretle virme ħāŧırına źerre infiǾāl

G 531 / 4

Bu kesret âleminden dışarı çıkmak mümkün değildir. Kesret âlemi, imtihan gereği Hakk tarafından bu şekilde düzenlenmiştir. Öyleyse kesretle birlikte yaşamak, hiçbirine iltifat etmeyip, onların arkasındaki aslî varlığı aramak ve birliği (vahdeti) görmek gerekir. Bu da ancak maddeden ziyade manaya itibar etmek, varlıkların mahiyetlerini anlamaya çalışmakla mümkün olabilir. Çünkü esas olan sûret değil sîrettir.

S

į

ret ehli olalum

śū

rete meyl itmeyelüm Žāhir ek

ŝ

eret ile maǾnįde va

ĥ

det idelüm

G 548 / 4 O ke

ŝ

retden görinür vech-i va

ĥ

det anı farķ iden Degildür lafža Ǿārif vāķıf-ı esrār-ı maǾnādur

G 117 / 3

Kesretde vahdet anlayışına sahip mutasavvıfların düşünceleri bir köşeye çekilip, münzevî bir hayat sürmek ve sürekli bu hâlde kalmak değildir. Mutasavvıfların ekserisi kesretde vahdeti bu şekilde anlamamışlardır. Onların hâl tercümelerine baktığımızda belli tasavvufî ritüeller (örneğin çile veya itikâf) dışında inzivaya çekilmediklerini, aksine insanlar arasında yaşayarak bir işle meşgul olduklarını görürüz. Fakat onlar hiçbir zaman yaşadıkları ortamda kesretde vahdet anlayışından ayrılmamışlar, hatta bu hususu halvet der encümen (çokluk içinde yalnızlık) şeklinde sistemleştirmişlerdir.

Encümende bulınur

ħ

alvet-i dil ālemde Dā’imā anlar olur vaĥdete zįrā nāil

G 530 / 4

Kesretde vahdet anlayışı tasavvufî öğretide çok önemli bir anlayıştır. Bu anlayışa hakkıyla ulaşabilmiş olanlar gerçek mürşiddirler. Gerçek bir mürşidin elinde yetişmeden kesretde vahdet sırrına erişilemez.

Sāġar-ı pür-şārı dest-i mürşidāndan kim alur Va

ĥ

dete māil olur ke

ŝ

retden ol nefret ider

G 248 / 3

Kesretde vahdet anlayışına ulaşmış bir sûfî, tüm âlemdeki varlıkları bir görür ve ona göre hareket eder. Artık onun için yar da birdir ağyâr da. Sâgar da birdir sâkî de. Önemli olan onları meydana getiren yed-i kuvvettir.

Yār u aġyārı bir eyle bezm-i va

ĥ

detde Nažįr Sāġar u sāķįye bakma bāde-i ĥamrāyı gör

G 216 / 5

Bazen kelime-i tevhîddeki lâ ve illâ kelimelirinin delalet ettiği nefy ve ispat meselesi kesretde vahdet ile birleştirilmiş, bazen de toplumun kesretde vahdet anlayışına yabancılaşması sorgulanmıştır.

Ke

ŝ

retde va

ĥ

det eylemedür kārımuz bizüm Nefy ile kārı terk idüp illāya gelmişüz

G 337 / 2

Gerçi kim ke

ŝ

retde va

ĥ

det muǾteber idi velį Geçdi ol demler cihānda iĥtilālüñ vaķtidür

G 129 / 4

1.2. Mâsivâ

Mâsivâ, Allah’tan başka her şey anlamına gelir ve kesreti ifade eder. Oysa ki âlemde birlik vardır ve her şey Allah’ın yansımasından ibarettir. O hâlde mâsivâ sevgisi taşımak bir mutasavvıf için olumsuz bir durumdur. Onu kalpten silip atmak ve Allah’tan başka bir şey bırakmamak gerekir.

Nazîr de Dîvân’ında bu hususa yer vermiş, mâsivâ sevgisinin kalpten çıkartılması gerektiğini savunmuş ve bu âleme mâsivâ olarak bakmak gerektiğini söylemiştir. Mâsivâyı gönülden söküp atmanın yolu olarak da Hakk’ı çokça zikretmek olarak gösterilmiştir. Muhabbet mâsîvâya değil, Hakk’ın zatına olmalıdır.

Mā-sivā ĥubbını bi’l-cümle çıkar ħāŧırdan Ĥubb-ı źātı ile ol kim o muĥabbet yolıdur G 331 / 3 Źikr ü fikr-i Ĥaķ ile meşġūl olup

Mā-sivāyı levĥ-i dilden sen de sil G 515 / 4

Mâsivâ olan şeyler fânî ve çeşit çeşittir. İnsanı kandırmak için kurulmuş tuzaklar gibidirler. Mutasavvıflar bunun bilincindedir. Bu nedenle yüzleri fânî olandan bâkî olana çevirmeyi, hatta tüm mâsivâdan hicab duymayı tavsiye ederler.

Ĥicāb eyler o dem naķş-ı sivāya iltifātından Bilür kim cümle fānįdür śafā yokdur liķāsında

K 11 / 4

Mâsivâ sevgisi taşıyanlar bu dünyada belalara dûçâr olurlar. Her daim sıkıntı içerisinde yaşarlar. Fakat bundan kurtulmuş olanlar “lâ havfün aleyhim” “onlar için korku yoktur”63 zümresine nâil olurlar.

Lûŧf-ı Ħudāyı fikr ile mesrūr olur göñül Fikr-i sivāda şübhemi var ibtilā olur

G 209 / 4

Ki lā

ħ

avfün

Ǿ

aleyhim zümresine Olup vāśıl sivāyı cümle yād it

G 78 / 3

Âlem mâsivânın tecellî ettiği yer, yani Allah’ın yansıdığı bir ayna mesâbesindedir. Gönül ise bu tecellîlerin hakkıyla bilinip idrak edildiği yerdir. O hâlde Allah’ın güzelliğinin daha iyi yansıması için kalbi âh saykalı ile cilalamalıdır. Mâsivâ sevgisini gönülden silip atmak için Kur’ân-ı Kerîm’deki “seni rabbine karşı aldatan şey nedir”64 âyetini hatırlamak gerekir.

Levĥ-i dil mir’āt-ı ŧabǾ Ǿaks-i cemāl-i yār içün Mā-sivādan sayķal-ı āh ile pāk olmış turur

G 293 / 4

Sivā ĥubbını terk içün bu gün lûŧf-ı ilāhį-ile Dil-i zāra tilāvet eyledüm çün āyet-i mā

ġ

ar

G 302 / 4

İnsana bütün dünya mülkü verilmiş olsa bile mâsivâya meyl etmemelidir. Çünkü dünyada edinilen her şey aslında insanı dünyaya bir kat daha bağlar. Daha çok kayd u taalluka sokar. Bu ise Allah’ı unutturur ve sâliki yolundan alıkoyar. Bu nedenle sivâ düşüncesi, rakîb veya ağyâr konumundadır. Onlardan kurtulmak gerekir.

63 Âyet Kur’ân-ı Kerim’de pek çok yerde geçmektedir. Bunun için bkz: Bakara, 2 / 38, 62, 262, 274,

Benzer Belgeler