• Sonuç bulunamadı

"Bir daha ne zaman buluşuruz?" "Bilmem," dedi Hanife boynunu eğerek.

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share ""Bir daha ne zaman buluşuruz?" "Bilmem," dedi Hanife boynunu eğerek."

Copied!
14
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

BALLI’NIN BAYRAM

Gözün görebildiği pelit ormanı aralarına eğrili bürülü açık kahverengi tarlalar serpilmişti. Çakıralan tepesi üzerinde bulutların hiç eksik olmadığı, yemyeşil pelit ağaçlarının çevrelediği, oldukça yüksek, dik, masallarda devlerin,

cücelerin, kurtların, perilerin dolaştığı ormana benziyordu. Tepe öyle ihtişamlıydı ki, Bafra'nın, Kavak'ın, Vezirköprü'nün köylerinden bile gözüküyordu. Köy evlerinin bir kısmının altı taş, üstü karaağaç tahtaları arasına yatay tuğlarla örülmüştü. Evin içi sıvalı dışı sıvasızdı. Bazı evler ise ahşaptı. Evler pelit ormanının eteklerine yol boyunca tren katarı gibi

sıralanmıştı. Evlerin hemen arkasında yıl boyu suyunu hiç eskitmeyen küçük bir dere akıyordu. Derenin kıyısında, yamaçta köyün su ihtiyaçlarını karşılayan çeşmeler güldür güldür akıyordu. Köyün kazları Hindistan'da kutsallaşan ineklere benziyordu, insandan kaçmadığı gibi günün her saatinde köy içinde efe edasıyla dolaşıyor, çoluk çocuğu tıslayarak

kovalıyordu. Kovalamaca hava kararana kadar gün boyu sürüp gidiyordu.

Kazların yanından sopasız geçmek imkânsız gibi bir şeydi. Yaşlılar boş yere dememişler, "Kapında köpek besleyeceğine kaz besle" diye.

Karadeniz'de gelenekti, düşman sahibi olanlar köpek yerine kaz

besliyorlardı. Köpeği kandırmak çok kolaydı, zehirli eti, ekmeği önüne at ondan sonrası kolaydı. Ama kazları atlatmak deveye hendek atlatmaktan zordu. Verilen yeme pek itibar etmiyorlardı. Sezgileri çok güçlüydü. Kaz gece olsun, gündüz olsun küçük bir sesten ortalığı hemen ayağa

kaldırıyordu. Köyün geçim kaynağı hayvancılık, buğday, arpa, siyezdi.

Siyez arpaya benziyor, içi çift taneli yabani buğdaydı.

Ballının Bayram, çeşme başında gördüğü köyün güzeli Hanife'ye

vurulmuştu. Garip son günlerde yemekten, içmekten kesilmişti. Nereye baksa Hanife'yi görüyordu. Dağların üzerinde, bulutların içinde, buğday tarlalarında hep Hanife vardı. Boş zamanlarda evin penceresinin kıyısına oturur, saatlerce dışarıya bakıp hayal kuruyordu. Hayallerinde hep Hanife vardı. Kuracakları mutlu yuva, kerpiç evin avlusunda oynayan çocukları hayallerini süslüyordu. İlk buluştukları günü hatırladı, Ay'ın ışığındaki güzellik, parlaklık Çakıralan Tepesindeki ormanın üzerine dökülmüştü.

Önce ay ışığında gözleri, konuştu, sonra sustular. Bir müddet sonra Bayram ellerini tuttu, heyecan ikisinin vücutlarını sardı, titremeye başladılar. Yan yanaydılar, sözleri, düşünceleri gökteki yıldızlar arasında kaybolup gitti.

Gece ay ışığını sevdalılara cömertçe sunuyordu. Kumral, dalgalı ipek

(2)

saçları, kara gözleri, siyah yaya benzer hilal kaşları, dudağındaki hafif tebessüm duruşuna güzellik katıyordu Hanife'nin. Yüce Yaradan gök kubbeyi bu gece emirlerine vermişti, yıldızlar koyu mavilikler içinden elleriyle tutacak kadar yaklaşmıştı üstlerine. Yeşil ormanın üstüne nurdan ışık olup saçılmıştı üzerlerine. Orman, yıldızlar sevdalarına şahitlik

yapıyordu. Yıldızların altında ateş böceklerinin bıcırtısı her yere hâkimdi.

Kim bilir bıkmadan usanmadan ne konuşuyorlardı aralarında? Kimin ayağını çekiştiriyorlardı, kimin dedikodusunu yapıyorlardı? Belki de iki aşığın sevdalarını kıskanıyorlardı. Gecenin tek eksiği olan melodiyi

kulaklarına fısıldıyorlardı. Aşağıda yamaçta Karakol'un sönük ışıkları altında avluda belirsiz karaltılar hareket ediyor, anlaşılmaz boğuk sesler öksürüğe karışıyordu. Belki de ailesinden uzaklarda gözüne uyku girmeyen asker nöbetçiyle dertleşiyordu. Ara sıra aşağıdan isteksiz kalın köpek havlamaları gecenin sessizliğini bozuyordu.

Birbirlerine sarıldılar tek bir beden gibi sarmaş dolaş. Saatlerce

konuşmadan gökyüzüne bakarak öylece beklediler. Gece ay, yıldızlar

sevdalılara ışıklarını saçarak buluşmalarını sağlamıştı, yıldızların da sabaha kadar bekleyecek halleri yoktu. Artık gidin der gibi ışıklarını söndürmeye başlamışlardı. Birbirlerine sarılıp ayrıldılar. Önce Bayram,

"Bir daha ne zaman buluşuruz?"

"Bilmem," dedi Hanife boynunu eğerek.

El ele bayır aşağı doğru yürüdüler. Köye yaklaştıklarında ayrıldılar. Sabahın habercisi horozların sesi çoğalmaya başlamıştı. Seher vaktinde horozlar, köpekler, Hanife, Bayram'dan başka herkes sıcak yatağında, uykunun koynunda kim bilir kaçıncı rüyalarını görüyorlardı. Sadece birkaç evin

penceresinden sönük ışıklar dışarıya yansıyordu. Hanife içinden, "Bu sabah namazına hazırlık yapan yaşlılar olmalı" diye geçirdi. Gökte mavilikler içinde yıldızlar iyice küçülmüştü. Bayram, Çakıralan imamının "Allahü ekber,

Allahü ekber" dokunaklı sesiyle Müslümanları namaza çağırdığını işitince ta içinin bir yerlerindeki ses, "Camiye koş, imamın arkasından saf tut" diyordu.

Biraz sonra köpeklerin, horozların sesi, imamın güzel, içli çağrısı birbirine karıştı. Hoca, "Essalatü hayrün minennevm!" Namaz uykudan daha hayırlıdır derken, Hanife açık bıraktığı pencereden ayağını içeri attı, hiç dışarı çıkmamış gibi elbiseleriyle yatağına uzanmıştı bile. Biraz sonra

(3)

gözleri kapandı. Geceler hep böyleydi, çirkinlikleri, günahları yorgan gibi örtüyordu. Çakıralan da güneş doğmadan önce kirli sis dumanı çöker, yalnız güneşin doğduğu tarafta sisin rengi menekşeye benzerdi. Güneş Çakıralan tepesinde sini gibi yükseldiğinde artık herkes yorganının altından başını kaldırırdı. Bayram'ın anası çoktan kalkmış, bakır bakraç elinde

inekleri sağmak için ahıra gidiyordu. Bayram'ı avlu kapısında görünce hayret etti, bağırdı.

"Bayram hayrola kuzum sen bu saatte kalkar mıydın?"

"Uyku tutmadı da."

"Git biraz daha yat."

Yat demesi kolay ama gözüne uyku girmiyordu. Bayram gözlerini bir süre pelit ormanından ayıramadı. Tepenin üzerinde uçan bir çift kartala bakmaya başladı. Sonunda ona bakmaktan da usandı, canı sıkıldı, yüzüne bir iki avuç su döküp avludan dışarı çıktı, pelit ormanına doğru yürüdü. Ağaçlar şaşılacak biçimde aynı boy basamak basamak dizilmişlerdi. Orman yosun, birde çürümüş ağaç kokuyordu.

Son günlerde Hanife ile bu buluşmaları sıklaşmıştı. Buluşmazlarsa ne onun gözüne uyku girerdi, ne öbürünün. Köy' de sevdalarını duymayan

kalmamıştı. Hanife'de gözü olanlar gizliden gizliye etrafa dedikodular yaymaya başlamışlardı. Dedikodu değerli olduğu için hızlı yayılıyordu.

Alıcısı da çoktu. Dedikoduyu değerli kılan ise içinde herkesin bilmediği bilgileri barındırmasıydı Ah dedikodu fırından yeni çıkmış ekmek gibi henüz ağızlara düşmemiş söz, dilde tutulmayacak kadar sıcak, bir kenara

bırakılmayacak kadar albeniliydi. Zaten dedikodu yayılmak için vardı. Hele yüreği yanık sevdalıyla ilgiliyse önemi daha büyüktü. Her köyde olduğu gibi çekememezlik, haset burada da alıp başını yürümüştü. Hanife'yle

komşuluktan da öte akrabaydılar. Aynı zamanda kapı bir komşuydular.

Kapıyı açsalar, pencereden uzanıp baksalar evlerini görüyorlardı. Son günlerde kardeşi birkaç kere Bayram ile görüştüğünü duymayacağım diye sıkı sıkıya tembihlemişti. Hanife bir gün Bayram'a,

"İstet beni babamdan."

(4)

"İyi ama bu günlerde kardeşinin bakışlarını, hareketlerini hiç beğenmiyorum."

"Sen ona aldırış etme, biraz tez canlıdır. Duyduklarının etkisinde kalır."

"Peki, sen öyle diyorsan bize de istetmek düşer."

Hanife'nin anası oğluna "akşama dünürlüğe gelecekler var" dedi. Camgöz Şerif Bayram'a istemeye geleceklerini duyunca önce öfkelendi. Sonra anasına öfkeyle döndü,

"Bayram kim, ben kimim? Bu iş için kapımızı çalmaları itibarımı düşürür.

Ana davul bile dengi dengine çalarmış. Ana ben bu kızı ne yapayım sen söyle şimdi? Vallahi bu kız beni katil edecek."

"Oğlum dünyanın sonu değil ya, ne bileyim ben vermiyorum dersin, yokuşa sürersin olur biter."

Ellerini uzattı titriyordu.

"Şu halime bak. Sinirden ellerim ayaklarım tutmuyor. Yok, ana bu evin eşiğinden içeri adım atamazlar. O çulsuz kim oluyor ki bizden kız isteyecek, o ilkin aç karnını doyursun."

"Oğul, eve gelene gelme denir mi hiç? Bize yakışır mı? Gelsinler, bir bahane uydurursun vermezsin. Olur biter."

"Ana nasıl bir bahane uydururum?"

"Ne bileyim ben başlık parasını denkleştirmeyecek bir şey söylersin.

Yapamayacağı takı istersin. Bunca aklımı sana mı vereyim?"

"Tamam, içime sinmiyor ama gelsinler."

Sonra anası onu yatıştırdı. Hanife'nin kardeşi zengin, Bayram ise fakirdi.

Evde Camgöz Şerif'in sözü geçiyordu. Babası ona sormadan adımını dışarı atmıyordu.

(5)

Akşam sevinçle Hanife'yi istemeye gittiler. Eve girdiklerinde bakışlarından, hareketlerinden şüphelendiler, yüzlerinden düşen bin parçaydı, zoraki selamlarına karşılık aldılar. Bu insanlarla bugüne kadar sokakta, bağda, bahçede hiç karşılaşmamışlardı sanki. Bakışlarında, davranışlarında sahtecilik göze çarpıyordu. Görülmüş şey değildi, bırak tanıdık olmayı hiç tanımadığın kişinin evine gitsen böyle davranılmazdı. Geldiklerine de, geleceklerine de pişman olmuşlardı ama iş işten geçmişti bir kere. Hanife, gözü kulağı içeriden gelecek güzel bir haberi bekliyordu odasında. Camgöz sonunda her adamın denkleştiremeyeceği başlık parasını istedi. Ballı

paranın miktarını duyunca dudakları uçukladı. Belli ki bu evliliğin olmaması için mazeretler ileri sürüyordu. Çaresiz kabul ettiler.

Bayram yakışıklı, yiğit, gözünü budaktan sakınmayan birisiydi, ama fakirdi.

Elinden tutacak, destek olacak kimsesi yoktu. Bileğine sağlamdı, bu zamanda bileğine sağlamlık bir işe yaramıyordu. Başlık parası nice

sevdalıların arasına karabasan gibi girip ayırmıştı. Törelerinde babaya karşı gelmek diye bir adet yoktu, mecburen isteklerine boyun eğiyorlardı.

Hırslarını, sinirlerini kimsenin görmediği bir kıyıya çekilip, karşısında ne bulursa ağaç mı, hayvan mı, taş mı, onlara ağlayıp içlerini döküp teselli bulmaya çalışıyorlardı. Büyüklerine göre aşk gelip geçici heveslerdi, önemli olan paraydı. Aileler için başlık parası sevdalarından önce geliyordu.

Çocukların mutluluğunun bir önemi yoktu, yeter ki babaları mutlu olsundu.

Bayram'ın babası güngörmüş, yol yordam bilen o köy senin bu köy benim dolaşıp alışveriş yapan birisiydi. Katır, eşek ticareti yapıyordu. Boyabat'tan, Vezirköprü'den aldığı küçük sıpaları, katırları köy köy dolanır beş-on lira karla satardı. Kendi yağıyla kavrulup gidiyordu işte. Uzun seyahatleri sonucunda yakın köy, kasabalarda çokça dostları olmuştu. Ağzından kötü söz bugüne kadar çıktığı görülmemişti. Konuşurken yüzünde tebessüm hiç eksik olmazdı. Elindeki satacağı mala müşteri bulabilmek için özelliklerini abartarak anlatmasından olacak ki adı Ballı 'ya çıkmıştı. Sizin anlayacağınız ballandırarak anlatırdı. Alışverişte her adam eline su dökemezdi. Öyle güzel anlatımı vardı ki katırdan söz ederken zannedersin ceylanı tarif ediyordu. O günden sonra ismi "Ballı" kalmıştı. Asıl adı Mehmet'ti. Çakıralan köyünün bir özelliği de her insanın bir lakabı vardı. Lakapsız insan yok gibiydi, köyde herkes lakabı ile çağrılırdı.

(6)

Oğlunun durumuna o da üzülüyor ama elinden bir şey gelmiyordu.

Buralarda başlık parası toprak satın almaktan daha pahalıydı. Hanife'de Bayrama sevdalıydı, ailesini karşısına almak istemiyor, bu işin tatlılıkla çözülmesini bekliyordu. Herkes ikna oluyor, kardeşi Nuh diyor Peygamber demiyordu. Ballım neyi var, neyi yok sattı, dostlarından bulup buluşturdu parayı denkleştirdi. Bu sefer Hanife'nin kardeşi "Bizde size verecek kız yok"

demez mi? Ballının başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. Ancak ağzından, "Bir kusurumuz mu oldu yeğen?" diyebildi. Camgöz Şerif karşısına geçti ellerini belinde onu küçümsercesine, "Ulan Bayram kim oluyor da benim ablamı istiyor. Önce aç karnını doyursun" dedi. Söyledikleri yenilir yutulur sözler değildi. İnsan düşmanının hakkında bile böyle

konuşmazdı. Aralarındaki inatlaşma büyüdükçe büyümüştü. Bir orta yol bulmak için araya girenler sonuç alamıyordu. Bayram kaçalım diyor, Hanife razı olmuyordu.

Son günlerde Hanife'nin uzak-yakın köylerden taliplileri çoğalmaya

başlamıştı. Söylentiler Bayram'ın kulağına geldikçe düşüncelerini kontrol edemiyor, içi içini yiyordu. Bir gün kendi kendine, "Yok bu iş böyle

olmayacak, alıp götüreceğim" dedi. Kafasında planlar kurmaya başlamıştı.

İnsanlar ikiyüzlü olmuştu, kimseye güvenilmiyordu. Söylediklerinin yanına birkaç kelime daha ekleyip hemen Hanife'nin kardeşine yetiştiriyorlardı.

Herkesten uzaklaşmıştı. Köyde dertleşeceği, sırtını dayayacağı Yaşar isminde bir arkadaşı vardı. Yaşar ile bir gün samanlıkta buluşmuşlardı.

Yerden kalkan kar tanecikleri yüzlerini yakıyordu. Rüzgâr samanlığın seyrek tahtaları arasından girip, diğer taraftan çıkıyordu. Zehir gibi acı bir soğuk vardı, sığınacak sıcak, şefkatli bir kovuk arayan samanlık kuşları da

kendilerine eşlik ediyordu. Fırtına kurt sürüsü gibi uluyordu. Kalın paltosunu üzerine sıkı sıkıya örtmüş, yalnız ağzından burnundan ak bir soluk

çıkıyordu. Yüzü soğuğun acısından kızarmış, solmuştu. Yaşar, duyduklarını Bayram'a pat diye söyleyiverdi,

"Seninkinin sözünü akşam vermişler."

"Doğru mu söylediklerin?"

"Aşk olsun Bayram. Bugüne kadar ağzımdan yalan konuştuğumu duydun mu hiç? Pes doğrusu. Sana hayret ediyorum. "

(7)

"Kusuruma bakma Yaşar, çok bunalıyorum. Ne yapmalıyım?"

"Eğer şu garibi dinlersen sana birkaç söz söylemek isterim. Bu iş öyle Camgöz'e yalvarıp yakarmakla olamayacak gardaşım."

"Ya nasıl olacak?"

Yaşar'ın önce yüz hatları gerildi sonra gülümsedi.

"Bunun bir tek yolu var kardeşim, sadece bir tek. Başka yolu da yok. Var diyen yalan söyler."

"Neymiş hele, sen bir de ben de bakayım. Kafama yatıyor mu?"

"Diyeyim mi?"

"Hadi de bakayım."

Önce ensesini kaşıdı, söylemek istemiyormuş gibi yaptı. Bayram onun ne diyeceğini çok iyi biliyordu ama yine de onun ağzından duymak istiyordu.

"Hadi insanı çatlatmadan söyle."

"Bak Bayram kız çeşmeye geldiğinde, bakraçları doldururken..."

Bayram etrafına bakındı, kimsenin olup olmadığını kontrol etti. Elini dudaklarına götürerek,

"Yavaş konuş, bir duyan olacak. Yerin kulağı var derler. Duyarlarda hemen yerine ulaştırırlar. O zaman temelli yandım demektir. Sonra Allah

göstermesin Camgöz külümü savurur ta uzaklara."

"Tamam, endişelenme duymaz kimse."

"Gardaşım zaman kötü. Yerin altında konuşsan yine duyan duyar. Hem büyüklerimiz boş yere söylememiş, "İki kişinin bildiği sır değil" diye."

Bayram heyecandan boğulacak gibiydi. Yaşar sesini alçaltarak,

(8)

"Bu kızın sende gönlünün olmadığını bilsem, git işine derim. Ama çeşmenin başında sana nasıl baktığını gördüm. Diyeceğim o ki gardaşım elini çabuk tut, al götür kızı, yoksa havanı alırsın."

"Kaçmaya ikna edemiyorum. Şaşırıp kaldım."

"Sen bekle, bekle. Başkası kızı alsın, sen de avucunu yalarsın."

"Yaşar Hanife'yi bilmez gibi konuşma. Tutturmuş güzellikle olsun diye."

"Kuş kafesten kaçsın, ondan sonra oflayıp poflarsın."

" Yahu sen benim dostum musun, düşmanım mı? Ne edeyim ben? Sen de beni anlamazsan kim anlar beni?"

"Aslanım sen benim dediğimi yap, pişman olmazsın. Ben derim ki aşağı çeşme önünde kaçırmayı düşün. Kızı al git buradan büyük şehre. Orada kim kime dum duma."

"Jandarmalar beni bulamazlar mı?"

"Delinin söylediğine bak. Kim seni gelip bulacak. Hükümetin işi gücü yokta gelip Bayram'ı mı arayacak? Aslanım sen beni dinle gerisine karışma.

Ananı babanı merak etme. Sonra bir ara haber gönderirsin olur biter. Biz ananı açta açıkta bırakmayız, hem tarlanı ekeriz de biçeriz de."

Yaşar'ın anlattıkları Bayram'ın kafasına yattı, ciddi ciddi düşünmeye

başladı. En uygun yer çeşme başıydı. Çeşme köye beş dakikalık mesafede, ormanın eteğindeydi. Onu düşündüren kış mevsiminde ağaçların

yapraklarını dökmesiydi. Gerçi çeşme biraz çukurdaydı. Eğer Hanife'yi kaptığı gibi Erikbelen sapağındaki dereye kazasız belasız ulaşırsa işi kolaydı. Bu kışta kıyamette kim cesaret edipte onları izleyecekti? Dereyi takip ederek güneye doğru gidecekti. Yaşar bağdaş kurduğu yerden Bayram'a yavaşça seslendi.

"Dalıp kaldın be gardaş. Planım kafana yattı mı?"

Bayram hiç ses vermeyince parmağıyla omzunu dürttü.

(9)

"Kulaklarını açta beni iyi dinle."

"Dinliyorum işte.

"Bak çeşmenin üst tarafındaki ormanda saklanacaksın. Yanına tabancanı al, birde uzun ip almayı unutma."

"Tabancayı anladım da ipi ne yapacağım?"

"Aslanım kız ya zorluk çıkarırsa?"

"Midyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olma diyorsun. Kafama takılan bir şey daha var."

"Neymiş o?"

"Ya karşı çıkarsa o işten hayır gelmez."

"Deli olma."

"Zorla mı götüreceğim?"

"Tabi. Kız tam çeşme başına geldi mi, yıldırım gibi üstüne atılıp beline sarılacaksın. Kaçırdıktan sonra yakın bir yerde bir iki gün saklanacaksın sonra ver elini büyük şehir. Zaten bu iş duyuluncaya kadar sen kayıplara karışırsın."

"Zorla güzellik olur mu? Ya bu işin sonunda benden soğursa ne yaparım?"

"Düşünme sen geçici tepki verebilir. Sonra her şey düzelir."

"Asıl beni Karakol düşündürüyor."

"Sen niye düşünüyorsun? Camgöz Şerif deyyusu düşünsün. Hem bu işin buraya gelmesine sebep o değil mi? Delilensin dursun deyyus."

Bayram, Yaşar'ı dinlerken sanki Hanife'yi kaçırıyormuş gibi heyecandan zorlukla nefes alıyordu.

(10)

"Sonunda Hanife'yi ebediyen kaybetme tehlikesi olsa da aklıma yattı bu iş deneyeceğim."

Bayram söylenenleri ciddi ciddi düşünmeye başlamıştı. Ama anasını babasını köyde bırakacak olması kendisini endişelendiriyordu. Hanife'nin kardeşi Camgöz Şerif hırlı bir adam değildi. Camgöz şeytana pabucunu ters giydiren cinsindendi. Aklından geçenler şeytanı bile kıskandırırdı. İçten pazarlıklıydı, insanın yüzüne gülüp arkasından dalavere çevirenlerin önde geleniydi.

"Bayram gardaş Allah aşkına sözlerimde yanlış var mı? Ben senin iyiliğini istiyorum."

"Bana müsaade et, bir kaç gün bir düşüneyim hele."

Köy yerinde kız kaçırma oluyordu ama uzun zamandır köylerinde

olmamıştı. Çıvar köylerde ara sıra olduğunu duyuyorlardı. Ballının Bayram eve geldi, ayakuçlarına basarak odasına girdi, yatağına uzandı. Sanki soğuk evin içine gizlenmişti. Ellerini ensesine kenetledi, düşündü de düşündü. Anasını, babasını, kardeşini, evini, tarlasını, eşeğini, katırlarını, her şeyi gözünün önüne getirdi. Gözlerini tavana dikti içinden,

"Ben Hanife' siz yaşayamam. Allah'ım ne olur bana bir yol göster!

Hakkımda en hayırlısı ne ise onu ver!" Dedi.

Çok zor işti. Kendisini tuhaf hissediyordu. Başarırsa arkasında bir isim bırakacaktı, peşinden destanlar yakacaklardı. Kim bilir belki de

öldürülecekti. Yatağına oturdu kendi kendisine,

"Ne vardı Hanife'yi verseydin? Ahh..Camgöz Şerif ah! Hanife'yi iyilikle

verseydin de bu işler olmasaydı, kötü mü olurdu? Domuz herif. Bakalım sen mi kazanacaksın, ben mi?" Diye mırıldandı.

Bayram'da çok şey kaybedebilirdi. Belki de Bayram'ı tutup mahpushaneye koyacaklardı, kim bilir? Kendisine bir şey olursa anası, babası ne yapardı?

Gözyaşları sel olup akacaktı. Ya arkasından beddua ederlerse, bedduaları tutarsa hali ne olurdu? Cami'de Cemek Sakal sürekli, "ana-babanın

bedduası daha dudaklarından yere düşmeden tutar" demiyor muydu? Yüce

(11)

Kitabımız da öyle yazıyormuş." Kafasındaki bu düşünceler canını sıktı.

Yatağından kalktı, tabancasın, mermilerini anasına göstermeden alıp beline soktu. Kemerini iyice sıktı, salona çıktı. Bayram evin dar penceresine doğru yürüdü. Sıcaktan buğulanmış pencereyi elleriyle sildi. Dışarıya baktı, birkaç gün önce yağan karı rüzgâr etrafa saçıyordu. Kar açık alanlarda kürtük yapmıştı. Orada uzun süre dikilerek beyazlar içinde çatısından buzların sarktığı Hanife'nin evine, yapraklarını dökmüş pelit ormanına baktı. Döndü birden oda da volta atmaya başladı. Ellerini siyah saçları arasında

gezdirirken huzursuzdu. Aklı hep dışarıdaydı. Anası ocağın başında yayık yayıyordu. Anasına seslendi,

"Ana."

"Ne var oğlum?"

"Bu gece ben biraz geç gelirim, sakın meraklanma."

"Oğlum bu karda kıyamette nereye gideceksin? Aklı olan bu havada ocağın başında kedi gibi kıvranıp yatar."

"Arkadaşlarla buluşacağım."

"Sen yine de erken gelmeye bak. Ortalık karışık."

" Sen meraklanma güzel anam benim."

Anasıyla biraz sohbet ettikten sonra hızlı adımlarla dışarı çıktı. Dönüp eve, bahçeye son bir kez daha baktı. Büyük şehre giderse kim bilir bir daha ne zaman geri gelirdi. "Ya nasip" diye mırıldandı. Aceleyle uzaklaştı evin

yanından. Doğruca Ilıca köyüne gitti, çocukluk arkadaşından at aldı. Kilimle üzerini sıkıca örttü. Köye dönerken yamaçtaki çeşmenin önüne geldiğine atın dizginlerini çekti "brıss dur oğlum" dedi. Terlemişti, elini, yüzünü yıkadı, atıyla birlikte su içti. Sırtını rüzgâra döndü, çeşmenin oluğuna oturdu,

uzaktan onu dinleyen, iki insanın birbirleriyle kavga ettiklerini sanırdı. "Yeter ama" diye söylendi yüksek sesle. O kadar öfkelenmişti ki, elindeki kamçıyla oluğun içindeki suya rast gele vurmaya başladı. Oluktan sıçrayan sular üstünü başını sırılsıklam etmişti. Karşısında biriyle konuşuyormuş gibi bağırıyordu,

(12)

"Keçi inatlı herif, ne olurdu sanki olayları bu noktaya getirmeseydin? Elin yabancısından benim neyim eksik? Para her şey demek mi? İstediğin parayı getirmedik mi? Öyleyse bizden daha ne istiyorsunuz? Hanife'yi zengin birisine verince başın göğe mi değecek? Evliliği kâğıt para

tomarlarında arayan Camgöz şimdi rahatladın mı? Gördüğün gibi bizde kimseye el açmadan kendi yağımızla kavrulup gidiyoruz işte. Allah göstermesin başına bir şey gelse, ne bileyim hastalansan, evin ocağın yansa beklediğin yardım gelene kadar ölürsün. Ama ben burada "Hızır" gibi yetişirim, çiftini çubuğunu sürerim, hayvanlarınıza bakarım, sizi doktora götürürüm. Elin adamı bir gün yanında durur, bilemedin iki gün durur, üçüncü gün çeker gider. Tabi siz yabancı hastasısınız, ne buluyorsanız bu yabancılarda? Ben kimim ki köyden Bayram."

Biraz sustu, sonra yine başladı;

"Tamam, kabul ediyorum, benimde kusurum vardır, haşa ben

seçilmişlerden değilim ki. Ben de insanım, ne yapayım yani Hanife'ye gönlümü kaptırdıysam? Ama sen gör kaçıracağım Hanife'yi. Alıp başımı buralardan gideceğim. Bana başka bir yol bırakmadın, nereden inceliyorsa oradan kırılsın, anasını satayım. Bu saatten sonra ben eşkıya da olurum, Köroğlu'da" dedi.

İçinden bir ses "Gidemezsin, sen Camgözden korkuyorsun" diye sesleniyordu. O da "niye korkacağım?" diyordu. Ses sürekli "Seni yaşatmaz" diyordu. Biraz içindeki sesle boğuştu. Sonunda sese teslim olmak üzereydi ki, "Ulan bana bir şeyler oluyor herhalde" dedi. "İnsan burada durup ta kendi kendisiyle konuşur mu hiç, aklımı mı yitiriyorum galiba?" dedi. İnsan öfkelenince aklı duruyor, gözleri kararıyordu. Bunu yaşadığı müddetçe hep yaşayarak tecrübe etmişti. Atına bindi, Çakıralan'a doğru sürdü.

Kimseye görünmeden çeşmenin üst tarafındaki ormanda beklemeye

başladı. Birkaç ardıç, cam ağacı gizlenmesine yardımcı oluyordu. Titreyen elleriyle cebinden Birinci sigarası çıkardı, yaktı. Derin derin nefes alıyor, durmadan etrafına bakınıyordu. İkide bir kafasını dalların arasından çıkararak aşağıdan yukarıya ip gibi uzanan beyaz patika yola bakıyordu.

İkindi geçmiş görüş mesafesi azalmıştı. Köyde üç pınar vardı. İçimi en güzel su "Orta Pınar'dı. Pelit ormanının içindeki kayaların altından geliyordu.

(13)

Yaşlılar yazın suyu soğuk, kışın ılık olan pınarın değerli olduğunu

söylerlerdi. Birde büyüklerin yıllarca tecrübelerinden süzerek getirdikleri fikirleri vardı ki, kayalıktan, pelit ormanının altından çıkan suyun içimine doyum olmadığını sıkça konuşurlardı. Yüzlerce yıl geçse de halkın tercihleri böyleydi. Genç kızlar ellerinde bakraçlar gün boyu "Orta Pınar'dan evlerine içme suyu taşırlardı. Asıl amaçları su taşımaktan çok bir araya gelip

arkadaşları ile sohbet etmekti. Günyüzü görmemiş dedikoduların birini bırakıp öbürüne geçerlerdi. Sohbetler o kadar uzardı ki sormayın. Dönüşte her birkaç adımda mola verip elleri koynunda dakikalarca konuşuyorlardı.

Bir süre daha bekledi, köyden gelen kimseyi göremedi. Umudunu kaybetmemek için kendi kendine mırıldanmaya başladı.

"Yok, yok gelir herhalde."

Başını, bulunduğu yerden uzatarak tekrar baktı patikaya. Düştüğü duruma şaşırdı. Kendi kendisine,

"Bu havada dışarı çıkanın aklından zoru vardır, oğlum Bayram bula bula bugünü mü buldun. Allah'ın günlerine kıran mı girdi" diye söylendi.

Yukarıdan üç-dört kadının bakraçlar ellerinde geldiğini görünce, birden yüzü ışıldadı. Soğukta üşümemek için zıplama hareketleri yapmaya başladı.

Ağzından kesik kesik buharlar çıkıyordu. Gelenler yaklaştıkça heyecanı arttı, beyni ellerini ayaklarını kontrol edemiyor, zangır zangır titriyordu, heyecandan, soğuktan. Ağzından soba bacası gibi beyaz nefes çıkıyordu.

Artık yere de oturamıyordu. Tekrar yola baktı. Hanife'yi içlerinde gördü. Onu yürümesinden tanıdı, kalın üstlükler giymişti. Omuzluğunda iki bakraç

sallanarak geliyordu. Ayaklarını bastığı yerden kalkan kar tanecikleri etrafa savruluyordu. Hanife, kızlar olacaklardan habersiz, her günkü gibi bakraçlar ellerinde yama aşağı yürüyorlardı. Bayram heyecandan boğuluyordu. Eli, ayağı boşalmış gibiydi. Vücuduna bir titreme sarmıştı. Onu yenmek için uğraşıyor, bunu belli etmemeye çalışıyordu. İçinden, "Tüh yanında kızlar var, zor olacak" diye geçirdi. Kızlar çeşmeye vardıklarında Bayram atıyla yanlarına indi. Hanife Bayram'ı karşısında görünce yüzü parladı. Hanife'ye başıyla "gel" anlamında işaret etti.

"Ne o Bayram?"

(14)

"Az konuşalım. Bak Hanife bu ağabeyin varken bizim kavuşmamız zor."

"Biraz sabret."

"Sabredecek zaman mı kaldı. Hadi kaçalım."

Fırtına konuşmalarına mani oluyordu. Hanife kesik, kesik konuştu,

"Bu da nereden çıktı şimdi karda kıyamette? Delirdin mi sen?"

Hanife'nin ayakları titremeye başladı. Bayram'ı hiç böyle suratı kararmış görmemişti. Hanife'nin elini tuttu.

"Ağabeyin vermezse işte böyle..."

Sözünün sonunu getiremedi. Hanife, nefes alamıyor, yüzü bembeyaz olmuştu. Sözünü kesti.

"Yapma! Bırak beni gideyim! Sonra kardeşim ikimizi de öldürür."

"Vız gelir bana."

Hanife onu vazgeçiremeyeceğini anladı. Oyalamak istiyordu.

"Çekiştirip durma, canımı acıtıyorsun. Gel seninle biraz konuşalım."

"Ne diyeceksen de."

Hanife biraz düşünür gibi yaptı.

"Bak beni kaçırırsan vallahi kardeşim ikimizi de bulup öldürür, bunu düşündün mü hiç?"

"Öldüremez. Seni alıp büyükşehre gideceğim. Orada şeytan bile bulamaz bizi."

"Bulurlar Bayram bulurlar."

Referanslar

Benzer Belgeler

The aim of this research study was to find out - through the CAH, similarities and differences which exist between the linguistic systems of Marghi and

On the other hand, Preparatory School 2 uses the communicative approach with a skill-based syllabus design where students are evaluated according to their skills. The aim

Şafiî, yüce Allah‟ın çocuklara acı ve elem çektirmesini, hayvanları da karşılıksız olarak insanın emrine (musahhar) vermesini, O‟ndan sadır olan güzel ve adil

Hanife'nin konuyla ilgili olarak Vasıyye'de istişhad ettiği ayetler de şunlardır. "Onlar cennelliklerdir, orada ebedi

sağlıklı ve dengeli beslenme ilgili bilgiler duyurulması Şubat Evet Sağlıklı Beslenme ve Hareketli Yaşam Okul panosu Okul Sağlığı Yönetim Ekibi’nin denetiminde her

‘Alî Melik et-Ṭûsî el-Beyhaḳî el-İsferâyînî olan Şeyḫ Âẕerî (ö. 866) Timurlular devrinde çoğunlukla Horasan’da faaliyet göstermiş ve yaklaşık beş yıl

Tek renk çözgü iplikleri ve desene göre boyanmış atkı iplikleri ile yapılan dokumalara atkı ikatı (weft ikat), hem çözgü iplikleri hem de atkı ipliklerinin desene göre

Bu çalışmada öncelikle Derviş Muhammed Yemînî ve Fazîletnâmesi hakkında bilgi verilmiş, daha sonra Mühürnâme-yi Caferî şekil ve içerik bakımından