• Sonuç bulunamadı

T YENİ YOKSULLUK VE TÜRKİYE’DE SOSYAL YARDIM PARADOKSU

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "T YENİ YOKSULLUK VE TÜRKİYE’DE SOSYAL YARDIM PARADOKSU"

Copied!
28
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

ÖZET

T

ürkiye’de, neo-liberal politika- lar doğrultusunda 1980’lerde başlayan ekonomik yapıdaki dönüşümle birlikte, kamu koruyuculuğunun azalması, çalışma yaşamındaki değişimler ve zorunlu göçler sonucunda ortaya çıkan yok- sullaşma, yeni yoksulluğun temel nedenini oluşturmuştur. Yeni yok- sulluk, eski yoksulluktan farklı ola- rak, daha geniş kitleleri kapsarken, sosyal yardım araçlarını da arttıra- rak çeşitlendirmiştir. Ancak, sos- yal yardım alanındaki bu çeşitliliğe ve düzenlemelere rağmen, yardımlar geçici özelliğinden uzaklaşmış, yok- sulluğun giderilmesinden çok, yok- sulluğun yönetilmesine dönüşerek, kalıcı hale gelmeye başlamıştır. Bu biçime bürünmüş sosyal yardımlar, yoksullukla mücadele etmenin geri- sinde, onu sürdürülebilir bir düzeyde tutarak, siyasi devamlılığın ve hayır- severliğin bir aracı haline getirmiş-

tir. Bu çalışmada da, paradoks ola- rak nitelenen bu oluşumun peşinden gidilecek ve sosyal yardım alanın- da yaşanan sorunlar, yeni yoksulluk çerçevesinde tartışılacaktır.

Anahtar Sözcükler: Yoksulluk, yeni yoksulluk, sosyal yardım

ABSTRACT

In Turkey with the transforma- tion of economic structure toward the neo-liberal policies started in 1980s, decrease in public secure- ment, changes in work life and po- verty as a result of forced migration have formed the main reasons of the new poverty. As distinct from the old poverty, new poverty has increa- sed and diversified the social aid me- ans while comprising wider crowds.

However, despite these diversities and the regulations in social aid field, the aids have moved away from their temporary character and started to

YENİ YOKSULLUK VE TÜRKİYE’DE SOSYAL YARDIM PARADOKSU

DR. MELEK İPEKH

H SGK-Hacettepe Üniv. İ.İ.B.F Sosyal Hizmet Böl. Öğr. Görevlisi KARATAHTA / İş Yazıları Dergisi

Sayı: 1 Nisan 2015 (s:77-104)

(2)

become more permanent while be- ing transformed to the administra- tion of the poverty, rather than era- dication of it. Also, these remodeled social aids have made the poverty becoming a device of charity and the political durability while keeping it in a sustainable level rather than allevi- ating it. In this study, this constituti- on which is generally described as a paradox will be followed and the en- countered problems will be discus- sed within the frame of new poverty.

Key words: Poverty, new poverty, social aid

Giriş

Son yıllarda yaşanan ekonomik ve toplumsal dönüşümler, toplu- mun bazı kesimlerinin kalıcı nitelik- te yoksulluk tehdidiyle karşı karşı- ya kalmasına, toplumdan dışlanma, marjinalleşme gibi sorunların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu gelişme- ler, yoksulluk konusunun daha çok ilgi görmesini ve farklı yönleri ile ele alınmasını getirirken, sosyal yardım- ları da daha fazla gündeme taşımış- tır.

Türkiye’de 1980’li yılların başın- da uygulamaya konan neo-liberal politikalar ile ekonomik ve toplum- sal yapıda köklü bir değişim gerçek- leşirken, 1990’lı yıllarda arka arkaya yaşanan krizler sonrasında ekonomi küçülmüş, işsizlik artış göstermiştir.

Küreselleşme süreci, neo-liberal po- litikalar ve ekonomik krizlerin bir- leşik etkileri, ülkede gelir dağılımı- nın bozulmasına, toplumsal kesimler arasındaki uçurumun derinleşmesi- ne ve yoksulluğun artarak biçim de-

ğiştirmesine yol açmıştır. Biçim de- ğiştiren yoksulluk, “yeni yoksulluk”

adlandırmasıyla, küreselleşme ile birlikte bireyselleşen, yalnızlaşan, devingenlik içinde olan, göçen, ça- lışma yaşamı içinde yer alsa da geçi- nemeyen, tüketemeyen ve kazana- mayan kişileri tanımlama gibi birçok durumla ilişkilendirilmektedir.

Yoksulluk ve sosyal yardımlar, öte- den beri birlikte kullanılan bir kavram çifti olagelmiştir. Ancak, kavramsal anlamdaki bu birliktelik, uygulama aşamasında ayrışmakta, yoksullu- ğun içeriğindeki değişimler, sosyal yardımlar açısından önemli bir para- doksa zemin oluşturmaktadır. Kal- dı ki, Türkiye’de yoksulluk ve sosyal yardımlarla ilgili olarak yapılan ça- lışmalar genellikle tanımsal ve kav- ramsal analizler üzerinden yürütül- mekte ve yoksullukla mücadelede uygulanan sosyal yardımların etkile- ri, hedefleme mekanizmaları ve uy- gulanabilirlikleri üzerine geri bildi- rimsel değerlendirmeler, paradoksal olarak daha geriden gelmektedir.

Sosyal yardım alan kitlenin sosyolo- jik profilinin iyi bilinmemesi, yoksul- luğun değişen yapısı üzerine yapılan değerlendirmelerin dikkate alınma- ması, yardım sonrasının izlenme- mesi ve genellikle aynı kesimlerin yardım aldığı gibi tartışmalar sık sık kamuoyu gündemine de taşınmak- tadır.

Yukarıda sözü edilen kaygılarla başlatılan bu çalışmada da, yoksullu- ğun değişen biçimi olarak yeni yok- sulluk olgusu ve sosyal yardım uy- gulamaları, Türkiye örneği üzerinden tartışılmaya çalışılacaktır. Çalışma- nın ilk bölümünde tanımsal ve kav-

(3)

ramsal düzeyde yoksulluk ve yeni yoksulluk üzerinde durulacak, bu alandaki tartışmalara yer verilecek- tir. Sonraki bölümde, sosyal yardım kavramı ve yakın dönemlerde çe- şitlenen sosyal yardım uygulamaları Türkiye özelinde ele alınacaktır. Son bölümde ise hayırsever bir anlayış üzerinde yapılandırılan sosyal yar- dımlar ve hak temelli yaklaşım para- doksu üzerine tekrar düşünmeyi ko- laylaştıracak değerlendirmelere yer verilecektir.

Genel Olarak Yoksulluk

Sosyal bir sorun olarak tartışı- lan yoksulluk, halen 16. yüzyılda Av- rupa’da kapitalizmin ortaya çıkışıyla bağlantılı bir süreç olarak işlemek- tedir. Sanayi devrimi sonrasında ta- rımsal yapıların çözülmesi ile kırsal alandan kentlere olan göçler, ticaret ve imalat sektörlerindeki düzensiz istihdam, modern yoksulluğu tanım- layan önemli gelişmeler olmuştur.

Bütün bunlar, tarım toplumlarında- ki yoksulluktan farklı olarak, insan- lara destek sağlayan sosyal ilişkilerin kentleşme süreci içinde gücünü yi- tirmesi, küreselleşme sürecinin et- kisindeki istihdamın düzensiz ni- teliği ve modern toplumlarda insan hayatındaki belirsizliklerle yakından ilişkili bir yoksulluk biçimini tanımla- yan gelişmelerdir.

Küreselleşmenin tarih boyun- ca ilerlediği ivmeyi belirginleşti- ren neo-liberal politikalar, devle- tin sosyal tanımlamasına da yeni anlamlar eklemiştir. Küreselleşme sürecinde, teknolojiye dayalı işkol- larının ağırlık kazanması ile esnek çalışmaya ve vasıflı çalışanlara olan

gereksinimin artması, yoksulluğu tetikleyen en önemli nedenler ara- sında görülmektedir (Bacak ve Dön- mez, 2009: 89).

Bu doğrultuda, küreselleşmenin yoksullukla bağlantılı olarak toplum- sal yaşama ilettiği en önemli girdiler şunlar olarak sıralanabilir:

n Kaynakların üretim ve dağıtımı- nın ülke ölçeğinden uluslararası öl- çeğe taşınması,

n Teknolojik yenilikler ve geliş- meler,

n Mal ve hizmet üretiminde ileri teknoloji kullanımı,

n Üretim ve işgücü piyasalarında esnekleşme ve taşeronlaşma,

n Sanayi sektörünün öneminin azalarak, hizmet sektörünün ağırlık kazanması,

n Kol işçiliğinden bilgi işçiliğine geçilmesi ve vasıflı işgücüne talebin artması,

n Ücretlerdeki düşüş ve kayıt dışı çalışmada artış.

Yukarıda sözü edilen etkiler bağ- lamında, vasıflı işgücüne olan talebin artması ile işsizliğin artışı, çalışanla- rın ücret ve haklarında yaşanan ge- rilemeler ile birlikte yoksulluğun da artması, yoksulluğun, küreselleşme izindeki istihdamla bağlantılı görün- tüleri olarak ortaya çıkmaktadır.

Bugün Türkiye’de, buna benzer ge- lişmeler sonucu ortaya çıkmış çok cid- di bir yoksulluk yaşanmaktadır. 1980’li yıllardan başlayarak, Türkiye’de uygu- lanan Neo-liberal politikaların yarat- tığı en önemli sorunlardan birisi, gelir dağılımının alt gelir grupları aleyhi- ne daha da bozulması ile, yoksullu- ğun etkilerinin son 30 yıl içinde daha da belirgin hale gelmesidir. Özellikle

(4)

büyük kentlerde var olan sosyo-me- kansal eşitsizlikler derinleşirken, en- formalleşme ve gecekondulaşma sü- reçleri çeşitlenerek karmaşık hale gelmiş ve yoksulluk kentlerin belirli alanlarında yığılırken, gelecek nesil- lere aktarılmak durumunda kalmıştır (Buğra,2007:75). Türkiye, kendine ye- ten geçimlik tarım ekonomisine sa- hip olduğu ve dolayısıyla kendi ayak- ları üzerinde durabildiği bir noktadan, insanların çoğunluğunun her türlü dayanışma ağından yoksunlaşarak, en temel ihtiyaçlarını gidermekte zorlandıkları bir yoksullaşma süre- cine doğru evrilmiştir. Bu yoksun- laşma, salt maddi/parasal olmayıp, Bourdieu’cu anlamda beşeri, sosyo- kültürel ve manevi alanları da kap- sayan çok boyutlu bir niteliğe sahip- tir (Özdemir, 2012:155).

Yoksulluk, geleneksel anlamıy- la daha çok bireylerin emek piya- sanın dışında kalması/çalışmama durumu ile tanımlanırken, çalı- şan yoksullar kavramı bu anlayışın uzağında kalmaktadır. Geçmişteki yoksulluğun işsizlik tehdidini içer- meyen güvenlikli özelliğine kar- şın, günümüzde yoksulluğun ça- lışanlar arasında da yaygın olarak deneyimlenen bir olgu olması ise, sorunun boyutlarını ortaya koy- maktadır.

Artan ve derinleşen yoksulluk, aynı zamanda bütün uluslararası kuruluşların üzerinde dikkatle dur- dukları, çekindikleri ve bu neden- le çözümü için çalışmalar ve rapor- lar hazırlattıkları bir konudur. Bu çalışmalarda, konunun yeni dün- ya düzeni politikaları çerçevesinde ele alınması dikkat çekicidir. Bu ra-

porlardan yola çıkarak, küresel yok- sulluğun boyutlarını ortaya koymak da mümkün olmaktadır (Sapan- calı,2005:51-70). Birleşmiş Milletler Kalkınma programı (UNDP), her yıl İnsani Gelişme Raporu adı altında bir rapor yayınlamaktadır. Bu raporlar- da, dünyada yoksulluğun hızla arttı- ğı ve eğer önlem alınmaz ise dünya- nın “zenginler” ve “yoksullar” olmak üzere iki ayrı kutuba ayrılacağı ifade edilmektedir.

Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’nun son “Dünya Sosyal Koru- ma Raporu”nda ise, dünya nüfu- sunun %27’sinin kapsamlı bir sos- yal güvenlik sistemi ile korunduğu, geriye kalan 4/3’ün ise ya hiç ko- runmadığı ya da yetersiz korun- duğu vurgulanmıştır (ILO, 2014).

OECD’nin yayınlanan son gelir da- ğılımı ve yoksulluk istatistikleri- nin yer aldığı raporunda, gelir da- ğılımı adaletsizliğinin en yüksek olduğu beş ülke arasında Türkiye de bulunmaktadır. Aynı raporda, Türkiye’de göreli yoksulluk ora- nı %19,3 iken OECD ortalamasının

%11,1 olduğu belirtilmiştir. Rapo- ra göre ayrıca, Türkiye nüfusunun en zengin %10’luk kesiminin sa- hip olduğu gelir, en yoksul %10’luk kesimin elde ettiği gelirin 15 katı- na denk gelmektedir. Bu oranın OECD’deki ortalaması ise %9,8’dir (Kılıç,2014). Türkiye’deki yoksul- luğun niteliği TÜİK verileri ile in- celendiğinde ise, nüfusun %15’inin yoksulluk riski altında bulundu- ğu görülmektedir. Kentlerde yok- sulluk riski altında bulunanların oranı %13,6 iken, kırda ise bu oran

%14,3’tür (TÜİK,2013).

(5)

Yoksulluğa Tanımsal ve Kavramsal Yaklaşımlar

Yoksullukla mücadele politikala- rı, yoksulluğun kavramlaştırılması ve ölçülmesine bağlı olarak üretilmek durumundadır. Bu nedenle, yoksul- luğun nasıl ortaya çıktığını, nasıl ya- şandığını anlamak ve buna bağlı ola- rak doğru kavramlaştırmak önem taşımaktadır. Yoksulluk litaretürü, genellikle yoksulluğun tartışmalı bir konu olduğundan ve farklı düzeyler- de sayısız tanımının olduğundan söz eder. Yoksulluğun ölçülmesi ve ta- nımlanmasıyla ilgili olarak ‘mutlak yoksulluk’, ‘göreli yoksulluk’, ‘gelir yoksulluğu’, ‘insani yoksulluk’, ‘kro- nik yoksulluk’ gibi farklı kavramsal- laştırmalar karşımıza çıkmaktadır.

Birçok farklı yoksulluk tanımı yapıl- masına ve yoksulluğun farklı teorik bağlamlarda, bambaşka içeriklere kavuşmasına rağmen, temelde tüm tanımların insan yaşamı için gerek- li temel gelire ve kaynaklara erişim yoksunluğu üzerine oturduğu görül- mektedir (Ünlütürk Ulutaş,2009: 26).

Yoksulluğu anlamaya ilişkin ola- rak şimdiye kadar tercih edilen ba- şat iki farklı yaklaşım, mutlak ve göreli yoksulluktur. Bu yaklaşım- lar hem yoksulluğu anlama hem de açıklama bağlamında önemli sınır- lar çizerken, araştırmacıya, yoksul- luğa hangi perspektiften bakaca- ğı noktasında yardımcı olmaktadır.

Bu yaklaşımların yanısıra, yoksullu- ğun olgu ve sorun boyutlarına işaret ederek, toplumsal görünümlerini ta- nımlayan birçok kavramsallaştırma- nın varlığından da söz edilebilir. Bun- lar genel olarak, insani yoksulluk, döngüsel yoksulluk, gelir yoksulluğu,

yeni yoksulluk, kalıcı yoksulluk, kır- sal yoksulluk, kentsel yoksulluk, ka- dın ve çocuk yoksulluğu olarak sıra- lanabilir (Aksan, 2012 :11) .

Yoksulluk tanım ve ölçümle- rinde hakim yaklaşım olan mut- lak yoksulluk, (sınırı) gelir/tüketim harcamaları kıstaslarına göre oluş- turulmuştur. Bu yaklaşıma göre, yoksulluk, gerekli mal ve hizmetle- re olan ihtiyaçlar için yeterli kayna- ğa sahip olunmaması veya mutlak asgari refah düzeyinin altında kalın- ması halidir (Alagh’dan akt., Şenses, 2006: 63). Kavram, bireylerin, olağan yaşantılarını devam ettirebilmele- ri için ihtiyaç duydukları yiyecek, ba- rınak ve minimum sağlık hizmetle- ri gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli olan asgari gelir ve har- cama düzeylerini ifade etmekte ve maddi kaynaklardan yoksun olma durumunu öne çıkarmaktadır (Er- dem,2006:327). Yoksulluğun, içinde bulunduğu toplumun dinamikleri- nin etkisi ile karakterize olduğu dü- şünüldüğünde, bu kavramsallaştır- manın “mutlak” kısmında neyin asıl ölçüt olacağı önemli bir tartışma ko- nusudur (Şenses,2006:63).

‘Göreli yoksulluk’ tanımında ise, insanın toplumsal bir varlık olma- sı ön plana alınarak, tüketimi zo- runlu görülen malların dâhil edildi- ği, toplumsal farklılıkları da içeren bir yaklaşım benimsenmiştir. Bu, her ülkenin kendi ortalama gelirine göre hesaplanmakta ve içinde yaşanı- lan toplumdaki asgari yaşam düze- yine sahip olup olamamak belirleyi- ci özellik olarak ortaya çıkmaktadır (Erdem,2006: 327). Bu anlamda, mut- lak yoksulluk kavramı ile gıda yok-

(6)

sulluğu ön plana çıkarken, göreceli/

göreli yoksullukta ise kişi başına dü- şen ortalama gelir ve alt sınıfın geli- ri vurgulanmaktadır (Dansuk,1997:

36).

Gelir yoksulluğu, yaşamın sürdü- rülmesi için asgari düzeyde gerekli gelir düzeyi ile belirlenir.Burada as- lolan , gelir seviyesini oluşturan, eko- nomik ve sosyal göstergelerin orta- ya çıkarılmasıdır. Bu ise, “yoksulluk sınırı”1 olarak kabul edilen gelir se- viyesi altında yaşayanların kimler olduğunun tespitini gerekli kılarak var olan ekonomik görünüm için- deki yoksulluğun niceliksel yapı- sını açıklamaktadır. Bununla bir- likte, sorun sadece niceliksel değil, aynı zamanda nitelikseldir. Yoksul- luk, parasal bir gelire sahip olma- nın ötesinde, bireylerin insanca ya- şamlarını sürdürmeleri için gerekli asgari sosyal olanaklara sahip olup olmadıkları yönünden de araştırı- labilmelidir (Dansuk,1997:11-12). Bu nedenle, yoksulluğu değerlendirir- ken, gelir yoksulluğunun yanısıra,

“insani yoksulluğun”da değerlendi- rilmesi gerekir.

İnsani yoksulluk kavramı, te- mel veya ‘tahammül edilebilir’ bir yaşam sürmek için gereken fırsat- lardan yoksunluğu anlatır (Kurşun- cu 2006’dan aktaran Aksan 2012:13).

Birleşmiş Milletler Kalkınma Prog- ramı (UNDP) tarafından geliştirilen insani yoksulluk yaklaşımı, “yok- sulluk sınırı” kavramına/ölçütüne karşın, “insanca yaşama olanakları-

1-Yoksulluk sınırı: Dört kişilik bir standart ailenin, gıda harcamalarına ek olarak konut (elektrik faturası ödeme, su faturası ödeme, kira ödeme, yakıt, vs.) giyim, ulaşım, eğitim ve sağlık gibi masraflarının da eklenerek harcaması gereken tutardır.

na sahip olma” durumunu tanımla- ma ve ölçme çabası içindedir (Aksan, 2012:5). UNDP, insani gelişim seviye- lerini belirlemek için her bireyin ya- şam kalitesini, insani gelişim indek- si (Human Devolopment Index –HDI) geliştirmiştir (Semerci,2010: 11). Ge- lir yoksulluğunun kısıtlılığı göz önü- ne alınarak, 1997 yılında geliştirilen

‘insani yoksulluk’ kavramı, yoksul- luğu gelir ile birlikte aynı zamanda

‘yapabilirlik’ çerçevesinde tanımla- maya çalışmıştır. Amartya Sen tara- fından geliştirilen yapabilirlik yak- laşımı, insanların refah seviyelerini ölçmek için gerçekten neler yapa- bildiklerine, nasıl bir hayat süre- bildiklerine bakılması gerektiğini söyler (Semerci,2010:13-14). Amart- ya Sen, yoksulluğun gelir düzeyi ile ilgili sınırlı tanımlarını reddetmiş ve yoksulluğu “yapabilirlik”den yok- sulluk olarak ifade etmiştir2. Yapa- bilirlik, açlık, sağlıksızlık, eğitimsiz- lik, kötü barınma koşulları gibi her insanın mutlaka kaçınmak isteye- ceği durumlardan kaçınabilme yeti- si olarak tanımlanmaktadır. Bu bağ- lamda, “yapabilirlikten yoksunluk”, mutlak ve göreli yoksulluk kavram- larını kapsayan yeni bir yoksulluk ifadesi olarak literatürdeki yerini al- mıştır (Buğra, 2005: 69).

2-Yapabilirlik yaklaşımı, 1979 yılında Amartya Sen tarafından ortaya atılmıştır.Sen’e göre bireyin refahını sağlamak ancak bireyin yapabilirliklerine odaklanmakla mümkündür.Yapabilirlik yaklaşımı insanların refah seviyelerini ölçmek için gerçekte neler yapabildiklerine,nasıl bir hayat sürebildiklerine bakılması gerektiğini söyler.Yapabilirliklerden hangisinin gerçekleşeceği kişinin tercihine bırakılmalıdır.Sen’e göre amaç yapabilirlikleri geliştirmek için gerekli şartları oluşturmaktır. Bkz.

Pınar Uyan Semeci” Yoksullukla Mücadelede Amaç Ne Olmalı?Yapabilirlikleri Arttırmayı Hedeflemek”, Amargi 6,22-5

(7)

Yeni Yoksulluk

Küreselleşme süreci, sosyal uy- gulamaların yönünü ve kimler tarafın- dan bu hizmetlerin sunulacağını değiş- tirdiği gibi, kavramların içeriklerini de değiştirmektedir. Yoksulluk kavramı da bunların başında gelmektedir (Kes- gin,2012:134). Neo-liberal politikaların uygulanması, eşitsizliklerin artmasına yol açarken; yoksulluk olgusuna yeni bir içerik kazandırmıştır. Bu süreçte yoksulluk, kentlerdeki görüntüleri ile hem daha geniş kesimleri etkilemesi hem de daha kalıcı niteliğe sahip ol- ması bakımından “yeni” olarak nite- lendirilmektedir.

Neo-liberal politikalar, tüm dün- yada üretim ve tüketim biçimleri- ni etkileyip değiştirmiş, teknolojik ilerleme ve bilgi toplumuna geçiş, is- tihdam ve işgücünün niteliğini dö- nüştürerek sektörleri ve çalışma alanlarını da farklılaştırmıştır. Bu sü- reçte devletin, ekonomik, siyasi ve toplumsal hayattaki rolü yeniden ta- nımlanmış ve devletin her aşama- da etkin olduğu ve bireyin yanında yer aldığı, çeşitli kesimlerin toplum- sal ve ekonomik olarak hakları- nı gözettiği sosyal ekonomik ve po- litik anlayıştan; bireyle piyasayı baş başa bırakan, toplumsal ve ekono- mik haklarının piyasadaki fırsatlara dayandığı, kamu kesimini daraltan, sosyal devlet anlayışının çözülme- ye başladığı bir anlayışa geçilmiştir (Özgen,2000:4). Sendikal örgütlen- melerin zayıflaması, ücretlerin düş- mesi, kamu harcamalarının azaltıl- ması, gelir dağılımındaki eşitsizliğin artması yoksulluğu çeşitlendirmiş ve çok boyutlu hale getirmiştir. Yeni

yoksulluk kavramı ise tam da bu noktada ortaya çıkmıştır

Önceleri nüfusun küçük bir kısmı açısından düşük sanayileşme hızı ve kentleşmeyle bağlantılı bir olgu ola- rak açıklanan yeni yoksulluk, neo-li- beral politikalar sonucu kayıt dışı sektör, taşeronluk gibi istihdam bi- çimlerinin, esnek üretim adı altın- da ekonomide ağırlığının artması ile yaygınlaşması ve kronikleşmesine temel olarak, daha geniş bir çerçeve- de kullanılmaya başlanmıştır (Mingi- oni,1993:326). Bu geniş çerçeve içine çalışan yoksullar da dahil olmuştur.

Kesgin’e göre, eski yoksulluk, daha çok emek piyasasına giremeyen ve dolayısıyla sosyal güvenlik ağları- na dahil olmayan, yani işsiz güçsüz kimselerle anılırken, yeni durum ve koşullarda ise; yoksulluğu yalnız- ca işsiz güçsüz ya da iş piyasasına giremeyen kesimlerle sınırlandır- mak geçerliliğini yitirmiştir. Küre- sel ve neo-liberal süreçte istihdam- la yoksulluktan kurtulma arasındaki bağ gittikçe zayıflamış ve kırılgan- laşmıştır. Çalıştığı halde yoksulluk- tan kurtulamayan kesim, özellikle gelişmiş ülkelerde kriz dönemlerin- de, gelişmekte olan ülkelerde ise çok yaygın bir durum olarak görülmek- tedir (Kesgin,2012:134). Bu anlamda, yeni yoksulluğun en önemli görün- tülerinden birini de, eski yoksulluk- tan farklı olarak “çalışan yoksullar”

oluşturmaktadır. Çalışmanın ve bir işe sahip olmanın dahi kişiyi yoksul- luktan kurtarmaya yetmiyor oluşu, sorunun boyutlarını, yapısal niteliği- ni tüm çıplaklığı ile ortaya koymak- tadır (Özdemir, 2012 :57).

(8)

Çalışabilirlik açısından bakıldı- ğında, enformel kanallar alterna- tifler sunmasına rağmen, yoksul kesimin içine düştüğü durumdan kurtulması tek başına enformel ilişkilerle mümkün olmaktan çık- mıştır. Yeni yoksullar formel is- tihdam alanları dışında enformel ağlara da zor girmekte ya da hiç girememektedir. Dolayısıyla, yeni yoksulların işsizlik, yoksulluk ve dışlanma sorunlarının üstesin- den gelmesi gittikçe zorlaşmıştır.

Özellikle kırdan gelen kesim, kent- teki formel piyasaya katılabilecek eğitim, bilgi ve beceriden yoksun olup, en düşük ücretli işlerde çalış- maktadırlar. Enformel sektör ise, kentlere göç eden tüm kırsal göçü emme gücünden yoksundur. “Gelip geçici”, “saklı” olan bu iş gücü, an- cak zamanı geldiğinde kısmen, yarı zamanlı ve düşük ücretlerle çalış- maktadır (Harvey,2010: 246).

Yoksulluk, önceki formuyla kı- yaslandığında, salt parasal bir yok- sulluk değil; beşeri, sosyal, kültürel ve manevi alanları da kapsayacak bir şekilde mutlak anlamda bir yoksulluktur. Gerçekte tarımsal mülk dahil, her türden sosyo-kül- türel bağdan yoksunlaşmadır ki, bu, maddi yoksulluğu da kalıcı bir biçimde beraberinde getirmektedir (Özdemir,2012:156).

Buğra ve Keyder’e göre, top- lumsal bütünleşme ihtimalini bü- yük çapta ortadan kaldıran koşul- ların bir ürünü olan yeni yoksulluk, toplumsal dışlanma riski taşıyan, kenarda kalan, özellikle ekonomik ilişkiler bakımından sistemle bütün- leşmesi giderek zorlaşan bir tabaka-

ya işaret etmektedir (Buğra ve Key- der,2008:.4).

Yeni yoksulları tarihin diğer dö- nemlerindeki yoksullardan ayıran en önemli özellikleri, gelir azlığın- dan tüketememek ve sosyal çev- reden, toplumdan dışlanma duygu- sudur. Batı toplumlarında yoksullar, yani düşük gelirliler, az tüketenler ve toplumun normlarına uymayan- lar, aynı zamanda dışlananlardır (Erdem,2006:343).Yeni yoksulların temel görüntülerinden biri de tü- ketim olgusuyla bağlantılıdır. Ba- udrillad’a göre, sistem, insanlara emekçiler, tasarrufçular olarak de- ğil, ama gitgide daha çok tüketiciler olarak ihtiyaç duymaktadır. Eme- ğin üretkenliği giderek teknolo- ji ve örgütlenmenin, yatırım ise gi- derek şirketlerin payına düşmekte;

günümüzde bireyin birey ola- rak gerekli ve hemen hemen yeri doldurulamaz olduğu yer ise, tüke- tici konumu olmaktadır (Baudril- lad,1997:93). Yeni yoksullar modern toplumun temel karakteristiği olan tüketim fonksiyonu yerine getire- meyen, haliyle tüketim toplumun- da tüketemedikleri için normal toplumsal yaşayışını devam ettire- meyen insanlardır. Yeni yoksullar, içinde bulundukları zaman ve me- kan standartlarının doğru ve uy- gun diye tanımladığı biçimde bes- lenemeyen veya giyinemeyen ve her şeyin ötesinde, norma uygun olarak yaşayamayan insanlardır.

Tatminkar bir gelir, kredi kartla- rı ve daha güzel bir yarın umudun- dan yoksundurlar ve öncelikle işsiz değil, tüketici olmayanlardır. On- ların yerine getiremedikleri sosyal

(9)

yükümlülüklerin en önemlisi, pa- zarın sunduğu mal ve hizmetlerin aktif ve etkili alıcısı konumu oldu- ğundan, onları tanımlayan şey, de- folu tüketici olmalarıdır. Bu defo- lu tüketicilerin bir başka özelliği de, toplumsal sorunların kaynağı ola- rak gösterilmeleridir. Çünkü, on- lar davranış bozukluğu sergileyen, kurallara uymayan, kontrol altına alınamayan, ahlaki değer yargıla- rı olmayan “olağan şüpheliler “dir (Erdem,2006:343-344).

Işık ve Pınarcıoğlu (2001)‘nun ana- lizlerinde de, yeni yoksulluk Amartya Sen’in yapabilirlik yaklaşımı çerçeve- sinde tanımlanmış ve yeni yoksullu- ğun yalnızca gelir/ tüketim sorunları ve yoksulların mutlak fakirlik çizgi- sinde yaşamasıyla ilgili değil, on- ların yaşamlarını iyileştirecek yapabilirliklerini kısmen veya ta- mamen yitirmesiyle ilgili oldu- ğu belirtilmiştir.3 “Yeni yoksul- luk”un en önemli görünümü ise, kadınlar, gençler/çocuklar, yaş- lılar, engelliler, etnik gruplar gibi bazı sosyal kategorileri neredey- se bir bütün olarak kapsamasıdır.

Zaten dezavantajlı kesimleri oluş- turan bu grupların yaşam koşulla- rı, neo-liberal ekonomik politika- ların uygulanmaya konulmasıyla, yoksulluğun “kadınlaşmasından, çocuklaşmasından etnikleşme-

3- Işık ve Pınarcıoğlu’eski yoksulların göçlerlerle yaşadıkları tüm olumsuzluklara karşın hayatta kalma azminin getirdiği dayanışmanın, yerel gelenekleri bir şekilde kendi yaşantılarına uydurarak yeniden biçimlendirmenin temel olduğu yapabilirliğe sahip bir yaşam kurmaya çalıştıklarını belirtir.Yoksulluğa karşı geliştirilen bu stratejiler ağ örgütlenmeleri temelinde aile ve birey için güvenli bir zemin oluşturmuş yoksullukla başetmede önemli işlevler görmüştür.Bkz Işık, O. ve Pınarcıoğlu M. (2001) Nöbetleşe Yoksulluk- Sultanbeyli Örneği, İstanbul, İletişim Yayınları,76,77

sinden” söz etmeyi mümkün kı- lacak ölçüde bozulmuştur.4 Top- lumsal cinsiyet rolleri, yoksulluğu algılama ve yoksullukla baş etme stratejilerinde son derece belirleyi- cidir. Erkeklere verilen toplumsal ro- lün haneyi geçindirmek, kadınlara verilen rolün ise eve giren gelirle aile üyelerinin yeniden üretimini sağla- mak olması, yoksulluk deneyimle- rinin cinsiyete göre farklılaşmasının en temel nedenini oluşturmaktadır (Ünlütürk Ulutaş,2009: 35). Yoksullu- ğun “kadınlaşması ve çocuklaşma- sı” sosyal devlet ve sosyal politika- ların terk edilmesiyle ilgili bir sorun olarak ortaya çıkmış, toplumun kırıl- gan kesimlerini oluşturan bu gruplar, ayakta durmalarını sağlayan sosyal destekler çekildiğinde, yoksulluk ve yoksunluk içine sürüklenmişlerdir.

Bugün dünya yoksullarının %70’ini kadın ve çocukların oluşturduğu bilinen bir durumdur. Artık yoksul- luk, sokakta yaşayan insanlar, ev- sizler, şiddet gören kadınlar, şiddet ve suça sürüklenen çocuklar, so- kaklarda çalışan insanlar gibi yay- gın insan kategorileri görüntüsü içindedir (Karatay 2010: 21).

Türkiye’de Yeni Yoksulluğun Nedenleri

Türkiye’de yoksulluk dinamik- leri dönemsel farklar içermektedir.

Göç ve kentleşmenin ilk itici gücü 1950’lerde gerçekleşmiştir. 1960’lı ve 1970’li yıllarda, kentleşme süreci ve

4- Yoksulluk literatüründe “yoksulluğun kadınlaşması”

ifadesi, ilk olarak Pearce’ın çalışmasında kullanılmış, yaptığı analizler doğrultusunda elde ettiği sonuçlar, bu alanda yapılan diğer çalışmalara önemli bir eksen sağlamıştır. Bkz. Diana Pearce, (1978), “The Feminisation of Poverty: Women, Work and Welfare”, Urban and Social Change, Sayı: 11,. 28-36.

(10)

yoksulluk sadece devletin formal refah mekanizmalarıyla değil, aynı zamanda akrabalık ve/veya hem- şerilik dayanışması ağlarıyla destek- lenen enformel mekanizmalarla ele alınmıştır. Bu enformel mekanizma- lar, kente gelen yoksulların enformel işgücü piyasasına katılımına ve yeni kamu arazileri üzerinde yerleşme- lerine olanak tanımıştır.1980’ler- de de enformel mekanizmalar et- kinliklerini korumuş ve yoksulluk sürekli bir nitelik kazanmamış- tır. 1990’lı yıllardan itibaren, en- formel mekanizmaların temelini oluşturan unsurların geçerliliğini kaybetmesi ile Türkiye’de yoksul- luğun nitelikleri değişmeye baş- lamıştır. Enformel arsa ve işgücü piyasasındaki olanaklar büyük öl- çüde sınırlanmıştır. Bu değişimler;

toplumsal dışlanma, ekonomik ve sosyal yaşamla bütünleşememe riskinin artışı, yoksullukla baş et- menin zorlaşması gibi durumlarla kavramlaştırılan yeni bir yoksul- luk türünün ortaya çıkışını getir- miştir.Türkiye’de daha çok kent- sel yoksulluk açısından geçerli olan yeni yoksulluk görüntüleri- nin temel nedenlerine bakıldığın- da; öncelikle 1980’lerde başlayan ekonomik yapıdaki dönüşümün ve ardından gelen küresel piyasa- lara entegrasyonun sonucu olan özelleştirmelerin ve kamu koru- yuculuğunun azalmasının, temel bir parametre olduğu söylenebilir.

Bu temel parametreye bağlı olarak, yeni yoksulluğun nedenleri olarak şunlar sıralanabilir:

Ekonomik Yapıda Dönüşüm Türkiye’de 1980’li yıllardan baş- layarak, dünya ekonomisi ile eklem- lenme, alt gelir gruplarının iş ve üc- retlerini de olumsuz etkilemiştir. Bu dönemde Türkiye’de, enformel işçi kullanımına dayalı olarak kadın ve çocuk emeği, eve verilen iş, sürekli- liği olmayan sigortasız işler yaygın- laşmış, ancak ekonomik büyümeye karşın, yoksulluktan çıkış olanaksız- laşmıştır. Dış ticaretin gelişmesi, ma- kine ve yeni üretim yöntemlerinin ithalatını kolaylaştırarak, ülkede- ki teknoloji düzeyini yükseltmiş ve emek-sermaye bileşiminde serma- ye lehine bir durum ortaya çıkmıştır.

Dolayısıyla, istihdam artışı ekono- mik büyümeye göre yavaş olmuştur.

İstihdamdaki bu durgunluk ise işsiz- lik ve yoksulluk olarak toplumsal ya- şama geri dönmüştür.

Kayıt Dışı Çalışma

Kayıt dışı çalışma, yeni yoksullu- ğun tırmanışında önemli bir boyu- tu oluşturmaktadır. TÜİK verileri- ne göre, sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı olmayanların oranı ülke gene- linde %34,4 iken, tarım dışı alanlarda bu oran %22,3, tarımda ise %80,5 ola- rak belirlenmiştir. (TÜİK,2014). Halen kentlerde kayıt dışı çalışanların bü- yük bölümünü aslında çalışma ça- ğında bulunan, kırdan kente göç et- miş ve eğitim seviyesi düşük olan nüfus kesimleri oluşturmaktadır.

Kırdan Kente Göç

Neo-liberal politikalar doğrul- tusunda tarıma girdi sağlayan, pa- zarlama sorununu çözen, tarımsal ürünleri işleyen kamu kurumları-

(11)

nın özelleştirilmesi veya küçültülmesi ile ürünlerde yaşanan belirsizliğe bağ- lı olarak tarım gelirleri azalmış, bunun sonucunda da, kentlere olan göç yo- ğunlaşmıştır. Işık ve Pınarcıoğlu’nun (2001) belirttiği gibi, göçle kente gelen nüfus, eskisinden farklı olarak hem- şehrilerden oluşan dayanışma ağları- nın sağladığı iş ve konut edinme ola- naklarına sahip olmadan kente gelerek savrulan ve ‘yeni yoksulları’ oluşturan en büyük grup olmuştur.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan Zorunlu Göçler

1990’lı yıllardan başlayarak, terör- le mücadele gerekçesiyle köy boşalt- ma uygulamaları yoğunlaşmıştır. Bu durum, binlerce kırsal yerleşim birimi- nin boşaltılması sonucunu doğurmuş, sayıları milyonları bulan bir kesim, ya- şadığı yerleşim alanından koparılarak, üretici niteliğini kaybetmiştir. Kentle- re zorunlu olarak gelen nüfus, onarı- cı bir destek olmaksızın ve çoğunluk- la yoksul oldukları için eski göçerlerden farklı olarak birbirlerine destek olma olanağından yoksun olarak yaşamaya başlamıştır. Göçerlerin büyük çoğun- luğunun düzenli bir iş sahibi olmadıkla- rı, bir meslek de edinemedikleri, çoğu- nun kayıtdışı ve amelelik, boyacılık gibi niteliksiz yüzer-gezer işlerde çalışabil- dikleri bilinmektedir. Zorla göç ettirilen bu nüfus, bilmedikleri, istemedikleri ve seçmedikleri yerlere kendi ilişkileri- ni ya da hayatın kendiliğinden ürettiği olanakları kullanarak yerleşmek duru- munda kalmış, bunun ardından kentte de dışlanmış, sosyal bir örgütlemeden dayanışma ağlarından yoksun olarak yeni yoksul kitlelere katılmıştır.

Çalışma Yaşamındaki Dönüşüm 1980’lerden itibaren devletin kü- çülmesi, dolayısıyla kamu sektörün- de istihdamın kısıtlanması, ücretle- rin azalması ve ekonomik krizlerle iş piyasasının durgunlaşması, işsiz- liği arttıran en önemli nedenlerden- dir. Çoğunlukla kamu ya da özel sek- törde düşük ücretli, ama güvenceli işi olan, kimi zaman enformel sektör- de çalışan kent yoksulu giderek yok olmaya başlamıştır. Sanayi sektö- rünün öneminin azalması ve hiz- met sektörünün yükselişe geçmesi ile vasıflı işgücüne olan talep artar- ken, vasıfsız işgücü çalışma yaşamı dışında kalmış, bu nedenle yaşanan gelir yoksunluğu yeni yoksullaşma- da etkili olmuştur Türkiye’deki istih- dam oranlarına bakıldığında; istih- damda olan nüfusun %46,7 oranında seyrettiği izlenmektedir, İstihdamda olanların %21,9’ u tarım, %20,2’si sa- nayi ve %50,5 ‘i hizmet sektörünün artan önemini temsilen hizmet sek- töründedir (TÜİK,2014). Diğer yandan, taşeron uygulamalar ile sendikaların etkisizleştirmesi ve sendikasız çalış- manın yaygınlaşması da, çalışanları güvenli iş ve uygun ücretlerle çalışma standartlarının gerisinde bırakmış- tır. Halen Türkiye’de 12,180 bin işçiden sadece 1.297 bini sendikalıdır. Sen- dikalı işçilerin toplam işçiler içindeki oranı ise %10,65’tir. Buna göre, işçile- rin %89’undan fazlası sendikasız ola- rak çalışmaktadır. (sendika.org, 2014).

Sonuç olarak, sözü edilen bütün bu gelişmeler zemininde, hem göç- lerin hem de ekonomideki dönüşü- me eşlik eden çalışma yaşamındaki dönüşümün, Türkiye’deki yoksullu-

(12)

ğa sürekli olarak yeni yoksulları ekle- meye devam ettiği açıktır.

Sosyal Yardım Kavramı

Yoksulluk konusunda yaşanan kavramsal bulanıklığın ötesinde, sosyal yardım alanında da tanım ve içerik açısından bir karmaşa yaşan- makta ve üzerinde uzlaşılmış net bir tanım bulunmamaktadır Sözü edi- len bu karmaşa nedeniyle de, sosyal yardımlar, daha çok toplumsal ger- çeklik düzeyindeki yansımaları ile değerlendirilmektedir. Bu yansıma- lara bağlı olarak, literatürde yapılan farklı sosyal yardım tanımlarının or- tak özelliklerine göre sosyal yardım- lar; sosyal güvenliği olmayan ya da bu güvenlik kurumlarının sağladı- ğı gelir desteğinin yeterli olmadığı du- rumlarda kişilere sağlanan her türlü transferler ve genellikle devletin, yok- sul kesimleri koruması yönündeki so- rumluluklarının gereği olarak “yoksul programları” şeklinde nitelendirilmek- tedir (Demirbilek, 2005: 287).

Sosyal yardımlar, sosyal güvenlik sistemi dışında kalanları kapsayan bir uygulama setinin uzantısı olarak ele alındığında, kapsam dışında kal- mış kesimlere yönelik hedeflenmiş yardımları ifade eden bir kavram ola- rak şekillenir (Metin, 2012:184 ). Gou- gh, sosyal yardım teriminin sabit ve evrensel bir tanımının olmadığından söz eder (Gough,2006:234). Bu neden- le de, yapılan her sosyal yardım kav- ramsallaştırmasının içine farklı yardım programları yerleşebilmektedir.

Sosyal yardımlar, ilk kez İngilte- re’de uygulanan 1601 tarihli “Yok- sulluk Kanunu” (Poverty Act) ile

toplumların gündemine girmiştir.

Kanun, yoksullara hayırseverlik ve sadaka anlayışı dışında da yakla- şılabileceğini ve bunların yasalarla tanımlanabileceğini ilk kez hatır- latması açısından önem taşımak- tadır.

16. yüzyıldaki bu “sadaka refor- mu” çabalarının önde gelen ama- cı, kentlerin yoksullardan korun- ması, yoksullara atfedilen ahlaki çürümüşlük durumunun çalışma yoluyla tedavi edilerek, yoksulla- ra yardım edilmesi, düzenin ko- runması, serseriliğin ve dilenciliğin önlenerek, yoksulların çalıştırıl- ması idi (Buğra, 2009:45).

18. yüzyılın sonunda Sanayi Dev- rimi ve onu izleyen serbest piya- sa ekonomisi koşulları altında oluş- turulan 1834 tarihli “Yeni Yoksullar Yasası” ise, önemli bir dönüm nok- tasına gelindiğine işaret ediyordu.

Bundan sonraki gelişmeler, “Yok- sulluk Kanunu”nun tam tersi olarak, çalışan ve muhtaç ayrımı temelin- de sadakayı yeniden bireysel hayır- severlik alanına gönderiyor ve dev- letin bu işe karışmaması gerektiğini, yoksulların ancak kendilerine daya- tılan koşulları kabul etmeleri oranın- da yardım almaları gerektiğini savu- nuyordu (Buğra, 2009 s.45-53).

19.yüzyıla gelindiğinde ise, Sana- yi Devrimi sonrasında yoksulluğun kitleselleşmesine ve yeni yoksul ça- lışan kesimin oluşmasına bağlı ola- rak, çalışan hakları konusunda ya- pılan bir dizi düzenlemeler gündeme gelmişti. 19. yüzyılda, tüm dünya- da etkisini gösteren serbest piyasa ekonomisi, Dünya Ekonomik Bunalı-

(13)

mı ve İkinci Dünya Savaşının ardın- dan ortaya çıkan Avrupa refah dev- leti, sivil ve sosyal hakların bir bütün olarak görülmesi, yoksulluğu ayrış- tırmayan bir bakış açısı içinde sos- yal dayanışma ve vatandaş olma te- melinde yapılandırılan bir dizi sosyal yardım uygulamasını etkinleştirmiş- ti. Refah devleti 1945 yılından baş- layarak, 1980’li yıllara kadar etkili olmuş ve yoksullukla doğrudan mü- cadele etmeyi amaçlayarak, bir sos- yal güvenlik ağı öngörmüştü (Açık- göz, 2013:383).

1970’li yıllarda başlayan neo-libe- ral küreselleşme ortamı, sanayileş- miş Batı ülkelerindeki refah devle- ti uygulamalarının ve kurumlarının güçlü bir saldırıya uğradıkları bir or- tamdı (Buğra,2009:75). Bu ortamda, refah devletinin bireylerin devlete sorumluluk yükleyen haklarından, bireysel sorumluluklara doğru bir vurgu kayması söz konusu olmuş- tu. Bu vurgu kaymasının, yoksulla- rı yoksul oldukları için suçlamak gibi, eski bir eğilimin yeniden güçlenişine işaret ettiği söylenebilir (Grover’den aktaran Buğra, 2009:79).

1980’li yıllarda devlet müdaha- lesinin ortadan kalkmasıyla, piyasa ekonomisinin “kendiliğinden bir dü- zen” olarak ortaya çıkacağı ve işle- yeceği inancıyla tanımlanan bir ide- olojik yaklaşımın belirleyici olduğu görülmektedir. Bu doğrultuda, istih- dam devleti sürekli olarak vurgulan- masına rağmen, geçimle istihdam arasındaki ilişkinin zayıfladığı, tam zamanlı düzenli işlerin azaldığı or- tamda, “piyasa düzgün işlerse kimse yoksulluğa düşmez” inancının öte- sinde, sosyal yardımlarda, önce ai-

leye, sonra hayırseverlere önem- li sorumluluklar yükleyen bir anlayış gelişmeye başlamıştı (Buğra, 2009:

80).

Gerçekten de, hayırseverlik, gü- nümüz toplumlarından hala sosyal alanı ve beraberinde sosyal yardım- ları tanımlayan önemli bir özellik ha- line gelmiş durumdadır.

Türkiye açısından bakıldığında, modern anlamda sosyal yardımla- rın geç ortaya çıkmış olduğu söyle- nebilir. Osmanlı’dan devralınan va- kıflar anlayışının etkisi ile, 1976 yılına kadar sosyal yardımların gönüllülük esasına yaslanan bir ağırlıkta şekil- lendiği izlenmektedir. Türkiye’de, er- ken Cumhuriyet dönemi boyunca, özellikle Darülaceze, Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Yardım Seven- ler Derneği çerçevesinde bir sosyal yardım anlayışı kendini göstermiş- tir.(Buğra, 2008:den aktaran Me- tin 2011:180) Bugün için de, geçmiş- ten alınan mirasın etkisiyle, devletin, sosyal yardım alanında, gönüllü ku- ruluşlarla iç içe geçen bir nitelik gös- termesi söz konusu olmuştur.

Bütün bu temel gelişmeler eşli- ğinde refah devleti ve sonrası yoksul- lukla mücadelede kullanılan sosyal yardım uygulamalarına bakıldığında;

bu alanda iki düzeyin belirleyici ol- duğu görülmektedir. Bunlardan ilki, ihtiyaç tespitine (muhtaçlık tespiti- ne) dayalı sosyal yardımlar, ikinci- si ise hak temelli ve sosyal yurttaşlık esasına dayanan sosyal yardımlardır.

Her iki durumda da sosyal yardımlar, sosyal güvenlik düzenleme biçim- leri arasındaki primsiz ya da katkı esasına dayanmayan uygulamala- rı kapsamaktadır. Hedeflenmiş ya da

(14)

ihtiyaç tespitine (muhtaçlık tespiti- ne) dayalı düzenlemeler, asgari bir gelir düzeyi altında olan belirli ki- şilere veya gruplara nakit desteği sağlamak veya konut ya da sağlık hizmeti gibi alanlarda sosyal yardım ağları oluşturmak gibi uygulamala- rı içerir. Bu anlamda, sosyal yardım- lar ya doğrudan kamu kaynakların- dan finanse edilen uygulamalardır ya da sosyal yardımın algılanış biçimine göre bir ölçüde gönüllük esasına da- yanırlar (Metin 2012 :185).

Eardley, ihtiyaç tespitine daya- lı sosyal yardımları üç grupta sınıflan- dırmaktadır. Bunlar; asgari gelir düze- yinin altında yer alan insanların tümü ya da büyük çoğunluğunu kapsayan nakdi yardımlardan oluşan genel yar- dımlar, belirli özel grupların dahil ol- duğu ve zaman zaman asgari gelir düzeyinin üzerine çıkabilen kate- gorik yardımlar, özel ürün ve hiz- metlere ayni ya da nakdi olarak erişim sağlayan ve herhangi bir ücret ödemeksizin devletçe süb- vanse edilen bağlı yardımlardan oluşmaktadır (Eardley vd. 1996:3).

Güney Avrupa devletlerinin dahil olduğu ve ihtiyaç tespitine dayalı yardımlar açısından yapı- lan bu sınıflandırmada, Türkiye’de Aile ve Sosyal Politikalar Bakan- lığı (ASPB) bünyesindeki Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fo- nu(SYDF)’ndan yapılan yardımlar, genel yardımlar içerisinde; yaşlılık yardımı ve engelli yardımları kate- gorik yardım türünde; genel sağlık sigortası prim yardımı ise isteğe bağlı yardımlar kapsamında de- ğerlendirilebilir.

Sosyal Yardım Sistemleri

Sosyal yardım alanına dönük ola- rak ortaya çıkan yakın zamanlı ilgi, ge- nellikle son 20 yılı aşan bir zamanda ortaya çıkan küreselleşme süreci ve ekonomik yeniden yapılanma ile bir- likte artan işsizlik ve yeni yoksulluk gibi olgularla ilişkilendirilmektedir. Bu ilgiyle bağlantılı son dönemde yapılan çalışmalardan biri de işsizlik, yoksul- luk ve sosyal yardımlar arasındaki iliş- kiye dikkat çeken Lodeme Lodemel ve Tickey’in çalışmalarıdır.

Lodeme Lodemel ve Tickey’

(2000:27-28)’e göre, sanayileşmeden kaynaklanan yapısal değişimler bir çok Avrupa ülkesinde işsizliğin art- masına, emek piyasasının feminizas- yonuna ve ücret kutuplaşmalarına yol açmıştır. Ayrıca, toplumsal değişim- ler, demografik yapının ve aile biçim- lerinin değişmesi, tek ebeveynli aile sayısının yükselmesi, muhtaçlık tes- pitine dayalı sosyal yardımlarla ya- şamını sürdürmeye çalışan kişi sayı- sının artmasına yol açmıştır. Holsch ve Kraus (2004: 144) de, muhtaçlık tespitine dayalı sosyal yardımlara il- ginin artışı ile işsizlik oranlarının ar- tışı arasında ilişki kurmakta ve sos- yal yardımlara ilginin, 1990’ların ilk yarısında Avrupa’da işsizlik oran- larının artışından sonra yoğunlaş- masına dikkat çekmektedir. Benzer bir biçimde Türkiye’de sosyal yar- dım alanına ilgiyi, 1980 ve 1990’lı yıl- larda yaşanan ekonomik krizler, iş- sizlik ve yeni yoksulluk olgusuyla ilişkilendiren çalışmalar vardır (Şen- ses 2006,Bugra ve Keyder, 2003). Bu bağlamda sosyal yardım, popülarite- sini, büyük ölçüde giderek artan iş-

(15)

sizlik ve yoksulluğun değişen çehre- sine borçlu görünmektedir.

Sosyal yardım sistemlerini sınıf- landırmaya yönelik kapsamlı ilk ça- lışmalar arasında değerlendirilebile- cek Eardley vd (1996)’nin, OECD üyesi ülkelerdeki sosyal yardımları betim- lemeyi ve ülkeler arası karşılaştır- malar yapmayı amaçlayan çalışma- sında, sosyal yardım programlarının yapısı, yararları, harcamaların dü- zeyi, yararlanıcı sayısı, genel erişim kriterleri gibi kıstaslar kullanılarak, 8 farklı sosyal yardım sistemi tanımla- maktadır.

Tablo 1’de yer alan sosyal yardım sistemine göre; seçici refah sistemle- ri, ailelerden istenilen varlık testi ve diğer programlar kategorik ve hak temelli bir yapıya dayanmaktadır.

Kamu yardımı devlet sistemi ise daha çok ABD’de uygulanmakta olup, ge- niş bir varlık testine dayanarak, güçlü teşvikler ve prosedürel hak- lar temelinde, ancak düşük bir fayda düzeyindedir. Güvenlik ağına daya- lı refah devleti sistemi, yoksullar için gelir desteğinin uygulandığı bir prog- ramdır. Çocuklu ailelere iş teşvik- lerinin sağlandığı program, cömert bir yardım anlayışına dayanmakta- dır. İkili sosyal yardım sistemindeki

hak temelindeki yardımlar, yardım- ların yaşlılar, engelliler, yalnız yaşa- yan anneler gibi çeşitli dezavantaj- lı gruplar gözetilerek ayrıştırıldığı ve her grubun özelliğine uygun ayrı bir yardım türünün işlerlikte olduğu sis- temdir. Vatandaşlık temelli artık yar- dımda ise, yerel yönetimler büyük bir öneme sahip olup, yardımlar başvu- ru esasına göre yapılmaktadır. Tür- kiye’nin de bu sistem içinde yer aldığı Goug (2001,2004,2006)’un çalışma- larında sıklıkla vurgulanan, gelişme- miş /az gelişmiş yardım programla- rı; ağırlıklı olarak yaşlılar ve engelliler olmak üzere, seçilmiş grupları içer- mektedir. Bu yardım programlarında belediyeler ve çeşitli hayır kurumla- rının, yardımların dağıtılması konu- sunda önemli bir rolü bulunmaktadır.

Sıkı bir varlık testinin uygulanmadı- ğı sistemin yararları oldukça düşük düzeydedir. Norveç, Avusturya ve İsviçre’de yaygınlıkla uygulanmak- ta olan isteğe bağlı adem-i merkezi- yetçi yardım, yerel düzeyde ve olduk- ça gelişmiş özelliktedir. Ancak, yarar düzeyi göreceli olarak düşük olup, az sayıda yararlanıcıya ulaşabilmekte- dir. Son olarak, isteğe bağlı merke- zi yardım sisteminde ise, uzun süre- li yardım anlayışı hakim olup, sosyal

Sosyal Yardım Sistemleri

1 Seçici refah sistemleri Avustralya,Yeni Zelanda

2 Kamu yardımı devleti ABD

3 Güvenlik ağına dayalı refah devletleri İngiltere,İrlanda, Kanada

4 İkili Sosyal Yardımlar Almanya, Fransa, Belçika, Lüksemburg 5 Vatandaşlık temelli artık yardım Danimarka,Finlandiya, İsveç, Hollanda 6 Gelişmemiş/Az gelişmiş yardım İtalya, İspanya,Portekiz, Yunanistan, Türkiye 7 İsteğe bağlı ademi merkeziyetçi yardım Norveç,Avusturya İsviçre

8 İsteğe bağlı merkezi yardım Japonya

Tablo 1: Kaynak: Ian Gough, “Social Assistance Regimes: A Cluster Analyses”, Journal of Europe- anSocial Policy, 2001, s. 165.

(16)

yardımlar aile yükümlüklerini göze- ten bir şekilde ve merkezi niteliktedir (Saraceno, 2002:22-23 ).

Sosyal yardım sistemlerini sınıf- landırmaya yönelik önemli bir başka girişim de, Holsch ve Kraus (2004)’un sosyal yardım sistemlerini, yardım- ların merkezilik düzeyi ile ilişkilen- diren çalışmalarıdır. Holsch ve Kraus, sosyal yardımların merkezilik düzeyi ile yardımların geliri dağıtıcı sonuç- ları arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçlarken, ülkeleri üç farklı gruba ayırarak, kaynaklar, karar verme ve bölgesel farklılıkları gösterge olarak kullanmışlardır. Söz konusu göster- geler bazında ilk grup, yüksek bir adem-i merkezileşme ile Alman- ya, İsveç, İspanya, İtalya ve Avus- turya’yı içermektedir. Bu ülkelerde, yardımların finansmanı belediyeler aittir ve yardımlar yerel ve bölgesel otoriteler tarafından belirlenmek- te olduğundan, bölgeler arasında farklılıklar vardır. Belçika, Danimar- ka, Fransa ve Finlandiya’dan oluşan ikinci grupta ise yardımların düze- yini merkezi hükümet belirlemek- te ve yardımlar büyük ölçüde tek tip olup, bölgeler arasında farklılık gös- termemektedir. Finansman ise böl- gesel ve yerel otoriteler tarafından üstlenilmiştir. Son grup ise, Birleşik Krallık, İrlanda ve Hollanda’yı içe- ren ve üst düzeyde merkezileşme gösteren bir yapıdır ve merkezi yö- netim nedeniyle bölgeler arasında farklılaşma yoktur. Holsch ve Kra- us’un analizlerine bakarak, Türki- ye’nin de sosyal yardım sistemi açı- sından ilk grup ülkeler arasında yer aldığı söylenebilir.

Benzer bir şekilde Avrupa ülkele- rinin refah düzeyleri ile ilgili bir mo- del geliştiren Maurizio Ferrera (1996, 2006.) tarafından yapılan sınıflan- dırmada yer alan Güney Avrupa Mo- deli’nde belirlenen özellikler, Türki- ye ile ortak özellikler taşımaktadır.

Bu özelliklere dikkat çeken Ian Gou- gh (2006) daha önce de belirtildi- ği gibi, Türkiye’yi modelin içine almış ve Buğra ve Keyder (2003) gibi bazı çalışmalar ile de, Türkiye’nin Güney Avrupa refah modelinin bir parça- sı olduğuna vurgu yapılmıştır. “Za- yıf devletçilik” (Mingione, 2006 den aktaran Taşçı,2013:5) yapısı ile nite- lendirilen Güney Avrupa refah mo- delinde diğer bir özellik de, kamu ku- rumlarının partizan dayatmalara ve yönlendirmelere son derece açık ol- masıdır (Ferrera, 2006:209). Bunun sonucu ise, sosyal yardım alanında yeniliklerin ve reformların zayıf olma- sıdır(Ferrera, 2005:7). Zayıf devletçi- lik, aynı zamanda refah politikaların- da klientalist, kayırmacı ve patronaja dayalı bir işleyişi doğurmaktadır (Kat- rougalos ve Lazaridis,2003, den akta- ran Taşçı, 2013:22)

Türkiye açısından konuya bakıl- dığında, sosyal yardımlar açısından tanımlanmamış/tamamlanmamış muhtaçlık kriteri sorunu ve sosyal refah uygulamalarının politik destek amacıyla bir “araç” olarak kullanıl- mak istenmesi ile karşılaşılabilindiği izlenmektedir. Türkiye’de muhtaçlık kriterinin yanında, kurumlar ara- sı koordinasyon sorununun da tam olarak çözülememesi, klientalizm zeminini güçlendirebilmektedir. Son olarak Güney Avrupa refah devleti

(17)

modelinde Katolik kilisesinin (dinin) güçlü etkisi (Katrougalos ve Lazari- dis, 2003, den aktaran Taşçı,2013:22).

Ve “güneyli aile tipi” ön plana çık- maktadır. Türkiye’de de, dini hayır kurumları eliyle sunulmakta olan düzensiz ve yerel yardımların varlı- ğı dikkat çekmektedir (Gough, 2006 :247). Gerek bireysel anlamda zekât, sadaka ve diğer usullerle yardım- ların gerçekleştirilmesi, gerek si- vil toplum kuruluşlarının sosyal yardım ve hizmet faaliyetlerinde

“kaynak toplama” yöntemlerinin çoğunluğunun inanca göre işleme- si, belediyelerin ramazan ayı, kur- ban bayramı vd. inanca ait anlayış ve uygulamaları, merkezi yöne- timin uygulamalarının dinsel bir gelenekten gelen vakıf anlayışını sürdüren faaliyetlere sahip olması, dinin Türkiye’de sosyal refah ala- nındaki etkinliğini göstermesi ba- kımından anlamlıdır (Taşçı,2013:

8). Dolayısıyla, dinin, sosyal refah rejiminde etkili olması noktasın- da, Türkiye’nin, Güney Avrupa mo- deli içinde sayılması durumu güç- lenmektedir. Ayrıca, söz konusu modelde sosyal refahın sağlamış olduğu neredeyse tüm riskler ge- leneksel aile ve akrabalık bağı üze- rine kuruludur ve devletin varlığı ancak sistematik olmayan bir tarz- da müdahale etmek şeklinde orta- ya çıkmaktadır (Mingione, 2006,.

274). Bu durum ise, aile dayanış- masının güçlü olması nedeniyle de ailelere daha fazla maddi ve sosyal yardım sağlamasını getirmekte- dir(Gough, 2006: 249).

Türkiye’nin refah sisteminin ön-

celiği de aile dayanışması üzerinedir.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlı- ğı’ndaki “aile” vurgusu ise, bu ön- celiği yansıtması açısından dikkate değerdir (Buğra ve Keyder, 2003:45).

Böylece, Türkiye’de ailenin sosyal refah sağlamadaki önceliğinin, hem bir “aktör” olarak hem de kamu gibi diğer aktörleri “şekillendirme” nok- tasında kendisini gösterdiği söyle- nebilir.

Türkiye’de Çeşitlenen Sosyal Yardımlar

Geleneksel dayanışma ilişkileri- nin bireyi yoksulluk ve diğer yaşam risklerine karşı koruyacağı düşün- cesinin egemen olduğu Türkiye’de, yoksullukla mücadele uzunca bir süre gündeme gelmemiştir. Türkiye, yoksullukla mücadele konusunda dolaylı yaklaşımdan, yani ekonomik büyümenin kendiliğinden yoksullu- ğu önleyeceği anlayışından dolaysız yaklaşıma, ancak neoliberal ekono- mi politikalarının ağır tahribatta bu- lunduğu 1980 sonrası dönemde geç- miştir (Şenses, 2006: 129).

Sosyal yardımlar alanında Osman- lı’dan miras alınmış bazı işleyiş ve dü- şünce biçimlerini barındıran Türki- ye’de miras alınan anlayış, genel olarak gönüllüğün ve hayırseverliğin sosyal yardım düzleminde bulduğu karşılık- tır. Bu anlayış geçirdiği değişikliklerle ve anlam farklılaşmalarıyla günümü- ze kadar belli bir biçimde, ancak fark- lı bir soyutlama çizgisinde varlığını ko- rumuştur (Metin,2011:180 ).

Türkiye’de halen sosyal yardım- ların çoğunlukla gönüllülük esasına havale edilişi ve devletin sosyal yar-

(18)

dımlara katılımının bunun üzerinden biçimlenmesi diye tanımlanabilecek,

“iç içe geçmiş bir devlet-hayır kuru- mu ilişkileri” modeli benimsenmek- tedir (Buğra, 2011: 130-131).

Sosyal yardımlar, 1980’li yıllara kadar kurumsal anlamda devletin sorumluluğu çerçevesinde bakım ve geçici yardımlar olarak sürdürülmüş, yoksulluğun giderilmesi, yoksullara belli zamanlarda yardım yapma bi- çiminde, Kızılay Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu” gibi ku- rumların yan işlevleri arasında yer almıştır. Bu dönemde anılması gere- ken önemli yardım biçimlerinden biri ise, 1976 yılında başlatılan ve Türki- ye’nin ilk modern anlamdaki sosyal yardım uygulaması olan 2022 sayı- lı kanun kapsamında, Emekli Sandı- ğı Genel Müdürlüğü tarafından yürü- tülen, “65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaş- larına Aylık Bağlanması Hakkında- ki Kanun” kapsamında yapılan yar- dımlardır. 65 yaş altı engellileri de içeren yardımlar, sosyal yardımların hak temelinde ele alındığı ilk yasa ol- ması nedeniyle önem taşımaktadır.

Bu yardımlar daha sonra 2007 yılın- da Sosyal Güvenlik Reformu kapsa- mında yapılandırılan Sosyal Güvenlik Kurumuna bağlı Primsiz Ödemeler Genel Müdürlüğü tarafından 2011 yı- lına kadar yürütülmüş, 2011 yılında ise Aile ve Sosyal Politikalar Bakan- lığı’nın kurulması ile, Bakanlığın gö- revleri arasında yer almıştır.

1980’lerin ikinci yarısından sonra, yoksullukla mücadele daha kurum- sal bazda ele alınmış ve politikalar geliştirilmeye başlanmıştır. Özellik-

le 1990’lı yıllarda yaşanan ekonomik krizlerin ortaya çıkardığı olumsuz koşullar, kamu ve sivil toplum örgüt- leri düzeyinde yoksulluk konusuna olan ilginin artmasına neden olmuş- tur. Bunda da yoksulluk kadar, kit- le iletişim araçlarındaki gelişmelerin yoksulluğu daha görünür kılmasının etkisi büyüktür (Tokol, 2013:464).

Yoksulluğun 1980’li yıllardan son- ra daha görünür olması ise bazı yeni uygulamaları gündeme getirmiştir.

Bunlardan ilki, Başbakanlık bünye- sinde yapılandırılan Sosyal Yardım- laşma ve Dayanışmayı Teşvik Fo- nu’dur. 1986 yılında 3294 sayılı yasa ile kurulan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu, 2001 yı- lında patlak veren büyük ekonomik krize kadar önemli bir varlık göste- rememiş, 2001 yılından sonra yok- sullukla mücadele konusunun cid- dileşmesiyle birlikte, düzenli nakit transferleri uygulaması ile günde- me gelmiştir. Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu, 2004 yı- lında bir Genel Müdürlük (SYDGM) haline dönüştürülmüş ve 900’ü aş- kın yerel vakıf ile şartlı nakit trans- feri (ŞNT) aracığıyla eğitim ve sağlık alanında geniş kapsamda yardım- lar yapmaya başlamıştır. Bu dönem- deki bir diğer yardım türü de, Sağlık Bakanlığı eliyle yürütülen ve yoksul- ların sağlık güvencesini yerine getir- mekle yükümlü olan ‘yeşil kart’ uy- gulamasıdır. “Ödeme Gücü Olmayan Vatandaşların Tedavi Giderlerinin Ye- şil Kart Verilerek Devlet Tarafından Karşılanması Hakkındaki Kanun”

kapsamında yapılan sağlık yardım- ları, halen Genel Sağlık Sigortası Prim

(19)

Yardımı olarak ASPB’na bağlı vakıf- lar tarafından gelir testine bağlı ola- rak sürdürülmektedir.

Son yıllarda çeşitlenen sosyal yardımlar alanında gelinen nokta, dağınık haldeki yardım kuruluşları- nı bünyesinde toplamayı hedefleyen

“Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlı- ğı”nın kurulmasıdır. 2011 yılında 633 Sayılı KHK ile kurulan bu bakanlığın görevleri arasında sosyal hizmetler ve yardımlara ilişkin ulusal düzeyde politika ve stratejiler geliştirmek, uy- gulamak, uygulanmasını izlemek ve ortaya çıkan yeni hizmet modelle- rine göre güncelleyerek geliştirmek yer almaktadır(Güneş,2012:168). Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nca yoksul kişilere yapılacak sosyal yar- dım ve hizmetlerin, tek başvuru üze- rine, kişi yerine aileyi esas alacak şekilde, Sosyal Yardımlaşma ve Da- yanışma Vakıfları (SYDV) aracılığıy- la merkezi veri tabanından sorgula- narak ihtiyaç sahiplerine yapılması,

“Bütünleşik Sosyal Yardım Hizmet- leri Bilgi Sistemi” ve “Sosyal Yardım Bilgi Sistemi”5 yolu ile gerçekleşti- rilmektedir. Bakanlık bünyesinde bir araya getirilen ve halen SYDV’la- rı aracılığı ile uygulanan sosyal yar- dımlar şunlardan oluşmaktadır:

n 5510 sayılı kanuna göre Genel Sağlık Sigortalısı Sayılanlar (eski ye-

5-Sosyal Yardım Bilgi Sistemi (SOYBİS), sosyal yardım başvurusu yapan kişilerin muhtaçlıklarını ve kişisel verilerini merkezi veri tabanlarından temin/tespit etme ve tekrar yardımların önlenmesine yönelik olarak ku- rumlar arası (online) veri paylaşımını sağlama amacıyla Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü (SYDGM) tarafından hayata geçirilmiş bir e-devlet uygulamasıdır. Bütünleşik Sosyal Yardım Hizmetleri ise, sosyal yardım alanının temel sorunu olan ortak veri tabanı eksikliğini gidererek sosyal yardımlarla ilgili veri tabanlarının entegre edilmesi, hane halkı yaklaşımının geliştirilmesi ile kurumsal bir sosyal yardım sisteminin alt yapısını oluşturmayı hedeflemektedir,

şil kartlılar, 2022 sayılı kanun kap- samında aylık alan yaşlı/özürlü vb).

için Genel Sağlık Sigortası Prim Des- tek Ödemeleri

n 2022 Sayılı Kanun Kapsamın- da Yapılmakta Olan Aylık Ödemele- ri: Yaşlı (65 yaş üstü) Aylığı - Bakıma Muhtaç Özürlü (%70 ve üzeri) - Özür- lü (%40-%69),Özürlü Yakını Aylığı (18 yaş altı)

n 2828 Sayılı Sosyal Hizmetler Ka- nunu Uyarınca Muhtaç Engelliler İçin Yapılan Ödemeler, Evde Bakım Hiz- meti ve Özel Kuruluşta Bakım Hiz- meti

n Ailelere Hizmetleri Karşılığında Yapılan Destek Hizmetleri Ödemele- ri (Korunmaya, yardıma ve bakıma muhtaç kişilerin bakımı için), Koru- yucu Aile Hizmetleri Ödemeleri

n Eğitim Yardımları: Şartlı Eğitim (Okula devam etmek koşulu ile öğ- renci başına aylık olarak yapılan) - Eğitim materyali, öğle yemeği, ücret- siz kitap, öğrenci taşıma ve iaşe vb.

n Sağlık Yardımları: Şartlı Sağlık (0-6 yaş arası çocukları sağlık kont- rolüne götürme koşulu ile çocuk ba- şına yapılan) Diğer Şartlı Sağlık Yar- dımları (Doğumlarını hastanede gerçekleştirmeleri ve düzenli kont- role gitmeleri koşulu ile hamile ba- yanlara yapılan)

n Aile Destek Yardımları: Gıda (Ramazan ve Kurban bayramların- da yapılan.), Yakacak, barınma (Evle- rin bakım ve onarımı için ayni/nak- di yapılan)

n Sosyal ve Özel Amaçlı Yardımlar

n Aşevleri

n Afet Destekleri/Diğer Sosyal Yar- dımlar SYD Teşvik Fonu Kaynakların- dan Yapılan Proje Destekleri (Gelir ge-

(20)

tirici, sosyal hizmet, süt sığırcılığı/

damızlık koyun, toplum kalkınması, geçici istihdam vb. projeleri kapsa- mında kişi/aileye yapılan yardımlar)

n Özürlü İhtiyaç Yardımları

n Eşi vefat etmiş kadınlara yapılan sosyal yardım(ASPB,2013)

Türkiye’de bugün yapılan sos- yal yardımların Gayri Safi Milli Hası- la içindeki payının %1,38 gibi oldukça önemli bir orana ulaşmış olduğu gö- rülmektedir. Verilere göre, GSS Primi devlet tarafından ödenen kişi sayısı 9.111.923.2022, yaşlı ve engelli maa- şı yararlanıcı kişi sayısı ise toplamda 3.325.704.331’dir. 2013 yılında Türki- ye’de geçici yardımlardan 1.997.307 kişi yararlanırken, düzenli yardım- lardan yararlananların sayısı ise 2.258.734 kişi olarak belirlenmiştir.

(ASPB, 2013: 112). Ancak, geçici yar- dım kategorisinin dışında kalan yar- dım programlarından yararlanan- ların sayısının çokluğuna bakılarak, yoksulların hayatlarına damgasını vuran belirsizlik olgusunu ne ölçüde ortadan kaldırdıkları, yardım alan- ların hayatlarıyla ilgili rasyonel stra- tejiler geliştirebilmelerine ne ölçüde katkı sağladıkları kuşkuludur.

Yardımların, ihtiyaç sahipleri- ne dağıtımında ve ihtiyaç sahipleri- nin tespitinde inisiyatif sahibi olan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanış- ma Vakıfları ,kimlere ve ne miktarda yardım yapılacağını belirleyebilmek- tedir. Bu da ister istemez, Bakanlığın yürütmekte olduğu yardım uygula- masının şeffaflık ve hesap verilirli- ğini zedelerken, uygulamaların et- kinliğini de azaltan bir duruma yol açmaktadır. Dahası, bu uygulama sonucunda kurumsal işleyişin dışı-

na çıkılarak, bazı hane halkları ve/

veya bireylerin aldıkları yardımların benzer durumda olan diğer hanele- rin ve/veya bireylerin elde ettikle- ri gelire göre farklılaşmasına neden olunmaktadır.

Belediyeler ise, sosyal yardım alanında son yıllarda giderek artan oranda söz sahibi olmaya başlamış- tır. Ancak, belediyeler tarafından ya- pılan yardımlarda en büyük sorun, yoksul kişi ve hanelerin tespitinde yaşanan bulanıklıktır. Hemen her belediye kendi yapılanması içinde bir sosyal yardım birimi oluşturmuş ve kendi belirlediği kriterler doğrultu- sunda yardımlar yapmaktadır. Ge- nellikle muhtarlıktan alınacak bir muhtaçlık belgesi ile başvuru formu ve kimler tarafından nasıl yapıldığı çok belirgin olmayan sosyal incele- meler sonucu belediyelerden yardım almak mümkündür. Sosyal incele- meyi yapanların kimlerden oluştuğu, hangi kriterlere göre karar verildiği muğlak olup, genellikle belediyele- rin ifadesi ile “tespit elemanları” “ge- zici ekipler” olarak adlandıran ve ko- nusunda uzman olmayan personel eliyle yürütülmektedir. Öğrencilere yapılan giyim ve kırtasiye yardımla- rında ise, öğretmen ve okul müdür- lerinin beyanından başka bir koşul aranmamaktadır. Belediyelerin yap- tığı yardımlar, gıda, kırtasiye, ilaç, ye- mek, eşya ve giyimden, maaşına ha- ciz gelmiş çalışan ve işletme sahibi olup da iflas edenlere kadar çok ge- niş bir yelpazede ilerlemektedir. Ay- rıca, yoksullara yardım ederken be- lediyelerin çeşitli yayın araçları ile kullandıkları dil; “onların yaralarına merhem olmaya çalışmak” “dertleri-

(21)

ne ortak olmak” gibi yardımların vic- danları okşayan ve hak kavramın- dan ne kadar uzak ve ‘hayırseverlik’

zemininde kurgulanmış olduğunu göstermektedir. Belediyeler dışında sayısız sivil toplum kuruluşu (STK), bazen resmî kurumlarla işbirliği için- de, sosyal yardım alanında faaliyet göstermektedir. Bu STK’ların önemli bir kısmı dini referanslarla, İslami ha- yırseverlik ilkelerine göndermeler- le çalışan kuruluşlardan oluşmak- tadır. Ancak, bu tür dinî referansları ön plana çıkmayan gönüllü kuruluş- ların, hatta resmî kurumların faali- yetleri de hak temelli sosyal yardım anlayışından çok, sadaka mantığına uygun nitelikte olabilmektedir.

Yoksullukla İmkansız Mücadele:

Sosyal Yardımların Yanıtsızlığı Türkiye’de 1980’li yıllardan itiba- ren “bu yoksulları ne yapacağız?”

sorusu ile başlayan sosyal yardım politika ve uygulamalarının klasik ve kategorik yoksul algısı ile kurgulan- mış olması, yeni yoksul tipolojilerini görmezden gelmesi ve temelde ge- lir dağılımı eşitsizliğini azaltma he- defiyle gerçekleşmemesi,sosyal yar- dım alanında yaşanan yanıtsızlığın en önemli nedenleri arasındadır.

Sosyal yardımlarda son yıllarda- ki genişleme ve çeşitlenme, neo-li- beral ekonomi politikaların yarattığı ciddi yoksullaşma ile paralel gerçek- leştiği için, yapılan analizlerde sosyal yardımın neo-liberalleşme politika- larının doğal bir sonucu olarak al- gılanmasına yol açmaktadır (Yakut Çakar, 2010:63).Yoksullukla müca- delede, sosyal yardımların ulaştırıl- masının, çoğu zaman devletin ha-

yırseverliği ile birlikte anlaşılmasının getirdiği sorunlu bir alan bulunduğu, yukarıda belirtilmişti. Alandaki bu sorun odaklarının irdelenmesi, yar- dımların yanıtsızlığına dair ipuçları- nı da verecektir.

Türkiye’de sosyal devlet yeri- ne “hayırseverliği” öne çıkaran ve her fırsatta yoksullara yardım et- menin dinsel niteliklerine vurgu ya- pan bir sosyal politika anlayışı ile yü- rütülen sosyal yardımlar, düzensiz, önemli bir bölümü kayıt dışı ve pat- ronaj altındaki mekanizmalar aracı- lığıyla uygulanmaktadır. Bütün bun- lar nedeniyle de kliyentalist özellikler taşımaktadır (Çelik, 2010:75 ). Sosyal yardımların hak olarak düzenlen- mesi, keyfilikten çıkarılması ve yasal bir bütünlüğe kavuşturulması yeri- ne, düzensiz, dağınık ve politik etki- ye açık “hayır sever” sosyal politika araçları tercih edilmektedir. Muha- fazakar-hayırsever sosyal politika- nın en önemli araçları ise, belediye- lerin nakdi ve ayni yardımları, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bünye- sindeki Sosyal Yardımlaşma ve Da- yanışma Vakıfları ile özel sektör, gö- nüllü kuruluşlar, cemaatler, vakıflar ve derneklerdir. Bu araçlarla önemli bir dayanışma ağı oluşmakta ve yok- sulun “imdadına” yetişmektedir (Çe- lik, 2010:75).

Hayırsever sosyal politikanın et- kin bir biçimde kullanılmasında aracı olan SYDV’ları, kişi sayısı ve dağıttı- ğı yardım tutarı açısından çok önemli bir araçtır. Vakıfların gelir kaynakları arasında, Kanun ve Kararnamelerle kurulu bulunan veya kurulacak olan fonlardan Bakanlar Kurulu kararıy- la %10’a kadar aktarılacak miktar-

Referanslar

Benzer Belgeler

1) Bakanlık Makamından alınan 28/10/2015 tarihli ve 158508 sayılı onay gereğince merkez ve taşra teşkilatında boş bulunan ve ilan edilen kadrolar için

Tam da bu noktada Türkiye’de sosyal güvenlik çatısı altında olmayan ve yoksulluk yardımı almak için başvuruda bulunarak yoksulluğunu kanıtlamış vatandaşların

Ancak Türkiye, sosyal politika rejimine dayalı olarak yapılan sınıflandırmada, Güney Avrupa Sosyal Devlet Modeline yakın özellikler taşısa da, bazı yazarlara göre,

MADDE 13 – (1)Sosyologların görev, yetki ve sorumlulukları aşağıda belirtilmiştir. a) Görevlerini yürürlükte bulunan mevzuata uygun olarak yürütmek.. b) Genel

MADDE 15- (1) Sosyologların görev, yetki ve sorumlulukları aşağıda belirtilmiştir. a) Görevlerini yürürlükte bulunan mevzuata uygun olarak yürütmek. b) Genel Müdürlüğün

MADDE 20- (1) İstatistikçilerin görev, yetki ve sorumlulukları aşağıda belirtilmiştir. a) Görevlerini yürürlükte bulunan mevzuata uygun olarak yürütmek. b) Toplumsal,

5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu Madde 5/e kapsamında Çocuk Mahkemeleri başta olmak üzere Aile Mahkemeleri veya ilgili diğer mahkemeler tarafından kişi

Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü, ailelerin gönderdiği şikâyet mektuplarından hareketle, güvenli internet, internet kafeler, internet oyunları