Hikâyelerimiz var, içlerinde ecellerinin davranmasına gerek kalmadan ölüveren daha doğrusu öldürülüverilen çocuklar, kadınlar, gençler, yaşlılar. Artık savaşa doymuş bir toplum olmuş olmamız gerektiğini kanıtlayacak kadar.
Ölümle yüzgöz olmanın gururunu yaşayan bunca insanın, şaşalı ölüm karşılamalarının sıradanlaşmasının bir sebebi de türlü mekanizmalarla yaratılan unvanlı ölüm madalyaları. Faili meçhullerin buruk ve ne yazık ki hep hüzünlü olacak yakınlarına “unutma” telkini veren adalet sisteminin, bir şey yapamama utancından göz temasını
esirgeyeceğiniz hasta tutukluların bürokrasinin kollarında ölüme terk edilişlerinin, doğduğun yerde asılı duran “devlet” nezdinde hayat ederinin, onursuz “hayata dönüş” operasyonunun, yakılanların, asılanların, aşağılanların ve daha nelerin müsebbibi biraz senin suskunluğun, biraz benim pratiksiz duyarlılığım ve hepimizin modern çağ takıntıları koşuşturmaları, es geçişleri… Ama en çok da yasa koyucuların, “düzen” kuranların düzenbazların. “Kürt açılımı mahlası” ile sözde barış çabasını yıllardır keşfedilmemiş bir şeymiş gibi gündeme sokan, intikam üzerine kurulu savaş istikrarını ise şartlara uygunluk gösteren söylemsel kışkırtma ile sürdüren iktidarın sihirli değneği şimdi anayasal düzenlemede. İslamcı ideoloji teorisinden, uhrevi çıkarlara hizmet eden pratiklerde bu ülkeye özgün iktidar taktikleri. İman dolu halk vekilleri halkın sofrasına, savaşı reva kılmak için dinsel içerikli milliyetçilik hassasiyeti (Şehitlik mertebesi gibi), icraatlarının dokunulmazlığı için de devletçilik katıklarıyla katıldılar. Bariz olarak gösterilmek istenen “Hak biliriz.” üzerinden sürdürülen politikanın davranışları da doğal olarak birkaç gün önce izlediğimiz Tayyip’in gözyaşları ile örneklendirilebilir. O yüzden abartmanın pek lüzumu yoktur. (Ne ölülerimizi ağzına almasın şeklinde asi tutum ne de duygudaşlık içerisinde Tayyip’in sözde hassasiyetine kapılma!) İyidir, hoştur, yakışır kıvamında bir yorum fazlasıyla manidardır.
Anayasa reformunun konuşulduğu şu günlerde referandumda vereceğiniz “Evet” ve “Hayır” yanıtları her şeyin
değişeceği ya da değişmeyeceği şeklinde iki seçenekmiş gibi önünüzde. Bu arada çocukların ölümlerini seyrediyoruz. Abdullah Akçay bürokrasinin kollarında ölüme hazırlandı. Kışladaki atış talimi, Canan’ın piknik yaptığı alanda bir kurşunun kafasına isabet etmesiyle hedefini buluyor. Oğuzcan gene bir başka kışladaki patlayıcılarla hayata veda ediyor. Ceylan, Mehmet Nuri… Savaş hali her iki tarafa da ardı arkası kesilmeyen ölümler getiriyor. Bazen de
öldürmüyor, süründürüyor. Fatma Tokmak, eşinden miras “suç” la müebbet hapis cezası alıyor. Gazeteciler, aydınlar, sanatçılar düşüncelerinden dolayı yargılanıyor, tutuklanıyor. Gene bu arada referandum için çeşitli kampanyalar yürütülüyor: “Yetmez ama Evetciler.”, “İki Hayır Birdenciler.”, “Boykotcular”… Herkes birbirinin tavrını ucube buluyor. Yıllardır sol cenahın bu ve benzeri kutuplaşmalar içerisindeki gölge boksu bitmek bilmedi. Yasa
çalışmalarının tam teşekküllü bir adalet arayışına girmesi öncelikle iktidarın işine yaramaz. Tarafı belli adaletin eleğine takılanlar da genellikle teferruat olarak görülenler değil midir? Bir bakıma denilebilir ki referandum için karar verme tercihiniz bundan sonra olacaklar için de rıza göstereceğinizin önkabulüdür. (Bu reddediş iktidarın adının sadece AKP olmasından da ileri gelmemelidir.) Sonrasında ne parti tüzükleriniz ne ideolojilerinizin paradigmaları ne de yol gösterici, kuramcı efendibabanız sizi kurtarabilir olacaklardan. Ve tüm bu tartışmaların ortasında acı
hikâyelerimiz hala devam ediyor.
Anayasa reformunun bu derecede ilgi görmesinin bir diğer sebebi de 12 Eylül hesaplaşması gibi bir vaadi içeriyor olması. Son bir kaç yıldır popüler bir geçmiş örneği olarak kolektif hafızanın gözdesi haline gelen 12 Eylül mağdurlarının kendilerini bugünün hizmetkârı olarak görmeleri hissiyat olarak kaçınılmaz. İhtiyacımız olduğunda çağırdığımız, tonajı düşük acılarla harmanlayarak yüzlere çarptığımız bir kezzap gibi. Buradaki düşüncem geçmişi geçmişte bırakarak, “unutma”nın kollarında huzura kavuşmak değil elbette. Ama bugün yaşanılanlar yedekte
bırakılmayacak kadar fena şeyler değil mi? Tayyip Bey’in bugün için dökecek gözyaşısı yok mu? Sanat ve en çok da medya aracılığıyla kolektif hafızanın ezberi haline gelen 12 Eylül’ün bugüne taşınarak bir hesaplaşma derdine
girilmesinin nedeni başka bir seçenek olmamasının dışında hiçbir vicdana ait değildir ve samimi bir jest de değildir. Pek tabii dünyada görülen bir çok örnek gibi devletlerin geçmişlerini kabul ederek yollarına devam etmeleri daha akıllıcadır. Her şeyden önce oldukça müşfik duran bir kıyaktır. Nazi rejiminin suçunu kabul eden Almanya gibi. “Willy Brandt’ın 1970’te Varşova’da İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında katledilen Yahudiler için anıtın önünde diz çökerek Nazi yönetimi tarafından işlenen korkunç insanlık suçlarından dolayı özür dilemesi, geçmişle ilişki konusunda ‘Alman özel yolu’nun bir ifadesi ve ‘eşsiz bir ritüel’” (1) olarak tarihe geçmesi gibi. AB’ye üye olmak isteyen Polonya’nın, Polonya’lı Yahudilere yaşattıkları acıların sorumluluğunu kabul etmeleri gibi. Tony Blair’in, İngiltere’nin fetih politikalarından dolayı, ABD Başkanı Bill Clinton’un, “Afrika’da yaklaşık 250 yıl önce Amerikalılar tarafından gerçekleştirilen köleleştirme hareketinin sorumluluğunu üstlenip” (2) özür dilemesi gibi. Kanada ve Avustralya Devlet Başkanlarının da benzer bir şekilde geçmişte atalarının yerlilere yapmış oldukları
eziyetlerden dolayı utançlarını ilan etmeleri gibi. Arjantinli eski diktatör Jorge Rafael Videla’nın, tam 34 yıl sonra bugün, öldürülen ve kaybolanlar için yargılanıyor olması gibi. Ve dünyanın birçok yerinde kurulan Hakikat Komisyonları gibi…
Dünya’nın gözyaşlarımızın biriktiği bir yer olduğunu ve bu mezbahada kollarını kavuşturup durmanın ya da kılıç çekmenin eşit derecede beyhude hareketler” olduğunu söyleyen Cioran kadar ümitsiz değilim. Ama kılıç çekenlerin bir zaman sonra akıllarını birer yük olarak görmelerini, sadece “evrende birer nokta olarak yer işgal etme” ile eş görebilirim. Tüm tercihleri bir yana bırakın. “Can” yitiminin fena çok fena bir şey olduğunu bilmeyen, ısrarla anlamak istemeyen bir hükümetin hukukuna sırtımızı dayayabilir miyiz? Hadi dayadık diyelim, başımıza ne hal gelecek kestirebilir miyiz? Demem o ki artık iş başa değil, ayaklara düştü.
1- Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma “Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne”, İstanbul: 2. Baskı, İletişim Yayınları, 2008, s. 80
2- Sancar, s. 81 4.8.2010 RADİKAL