• Sonuç bulunamadı

Bilkent Ü;niversitesi Kentsel Tasar

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Bilkent Ü;niversitesi Kentsel Tasar"

Copied!
3
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Bilkent Ü;niversitesi Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı Bölümü öğretim üyesi Doçent Bülent Batuman’ın Say Yayınları’ndan çıkan Mimarlığın ABC’si adlı kitabı, mimarlık alanının neoliberal yaşam alanları içerisinde nasıl popüler bir alan halin getirildiğini ve kentsel dönüşüm adı altında yaşam alanlarının iktidarlar tarafından

şekillendirilmiş bir cam fanusa dönüştüğünü gözler önüne seriyor.

Batuman, mimarlığın kendinden menkul, idealleştirilmeye çalışılan b ir alan değil içerisinde farklı kültürel kodları barındıran geniş bir yelpazesi olduğunu söylüyor. Batuman, ‘’ mimarlık sadece kentsel ekonomi-politiğin konusu değil, aynı zamanda bir kültürel mücadele alanı olarak da görülmeli. Ve bu alanda bugün mimarlıkta modern olanın örneklenmesi ve savunulması bile önemli.’’ Bülent Batuman’la TOKİ konutlarının kültürel niteliksizliğine, TEKEL işçilerinin Sakarya Caddesi’ne kurduğu çadırların iktidarların mekân algısı içerisinde nasıl niteliksizleştirilmeye çalışıldığına ve Ulucanlar Cezaevi’nin müzeye dönüştürülmesinin önemine dair birçok konuyu konuştuk.

» Mimarlığın ABC'si isimli kitabınız geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Sizin de giriş bölümünde belirttiğiniz gibi çalışmanız mimarlığı büyük bir mimarlık anlatısı olarak değil, tekillikler üzerinden tartışıyor. Mimarlığı gündelik hayatlarımızın ve gündelik kullanımımızın uzağında yüksek bir noktada konumlandırmak yerine, gündelik

hayatlarımızın içinde konumlandıran ve her bireyin aslında mimarlık hakkında bir fikri olduğundan hareket eden bir yaklaşımınız var. Bunu neden tercih ettiniz? Ve gerçekten her bireyin mimarlık hakkında fikri var mı?

Mimarlık üzerine yazılmış çalışmalara bakıldığında bunların hemen her zaman tutarlı bir büyük tarihsel anlatıyı yeniden ürettiğini görürüz. Bu anlatıya göre mimarlık, tarihsel dönemler boyunca üst üste eklenen ve insan

yaratıcılığının en yetkin örneklerini bir araya toplayan bir seçkidir. Son otuz yılda mimarlık tarihçileri bu anlatının ne denli seçici ve dışlayıcı olduğunu çok çeşitli ve yetkin çalışmalarla örneklediler. Her şeyden önce Batı dışı kültürlerin ve coğrafyaların dışlandığı bu anlatı sömürgecilik sonrası (post kolonyal) araştırmalarla teşhir edilerek revizyona mecbur bırakıldı. Ancak bu anlatının dışlayıcılığı Avrupa-merkezcilikle sınırlı değil. Mimarlığın kendinden menkul idealleştirmeleri üzerinden yeniden üretilen bu anlatı, son tahlilde hem tarih boyunca iktidar ilişkilerinin bir ifadesini sunmuş hem de bu ilişkilerden bağımsız olduğunu ima etmiştir. Bunun en dramatik örnekleri, kitlelerin kanı ve gözyaşları pahasına inşa edilmiş oldukları halde, insanlığın anıtsal ürünleri olarak takdir edilen nice yapıdır. Böylesi yapılar bu büyük mimarlık anlatısının içinde başköşelere yerleşirken, ana akım kültürel kodlarca sıradan, kullanışsız

ve irrasyonel olarak nitelenen tekil örnekler bu anlatının içinde yer bulmaz. Bu yüzden, sıradan olanın mimari niteliğini vurgulamak başlı başına ideolojik bir karşı çıkış niteliği taşıyor mimarlık alanında.

Özellikle bugünün Türkiye’sinde mimarlık hiç olmadığı kadar popüler kültür alanına dâhil olmakta. Kent mekânının başta büyük ölçekli konut projeleri olmak üzere çeşitli kentsel dönüşüm uygulamaları ile önemli bir sermaye birikim aracı haline gelmesi, mimarlığın da reklamlardan köşe yazılarına kadar çeşitli mecralar aracılığıyla popülerleşmesi sonucunu doğuruyor. Gayrimenkul yatırımcılarına ve yerel yöneticilere mimarlık ödülleri verildiğini görüyoruz. Bu popülerleşme de, sözünü ettiğim büyük mimarlık anlatısının önemli bir ideolojik önermesini yeniden üretiyor:

Yaratıcı dâhi mimar miti. Yaratıcılık halesiyle kuşandırılmış bireysellik, özellikle günümüzün şirketleşmiş mimarlığı koşullarında gerçeği yansıtmadığı ve tam bir illüzyon olduğu halde, bu imgenin de giderek güçlendiğini görüyoruz. Özetle söylersek bugün Türkiye’de her ne kadar mimarlık akademisi yukarıda söz ettiğim eleştirileri benimsemiş bulunmaktaysa da, popüler algımız içinde mimarlığı kavrayışımız tam tersi yönde ilerlemekte. Bu koşullar altında Mimarlığın ABC’si üzerine bir kitabın da bu ideolojik bağlamı göz önünde bulundurmaması düşünülemezdi.

» Tabela kullanımı ile ilgili olarak, tabelanın gündelik hayatın nötr iletişim aracı olmasının ötesinde mekanla kurulan bir ilişki biçimi olarak daima bir şiddet içerdiğini ve aynı ölçekte, mekânda biriken anlamları sabitlemek, sınırlamak ve bazen de silmek yoluyla iktidar ilişkilerinin yeniden üretimine katıldığını söylüyorsunuz. Buradan hareketle mekânsal şiddet kavramını açabilir misiniz?

Kentsel elemanlar olarak tabelalar kentte var olan mekânları, kullanımları ve anlamları düzenlemek üzere, hep bir takım erk sahiplerince yerleştirilir. Bu, bir mağazanın başka mağazalarla karıştırılmamasını ve içinde gerçekleşecek mekânsal pratiklerin de tariflenmiş olanların dışına çıkmamasını garanti altına alan tabelalar için de, parklar, bahçeler ve caddelerde nasıl davranacağımızı tembihleyen tabelalar için de böyledir. Oysa kent, tüm akışkanlığı ile

(2)

söz konusu aykırı potansiyelleri içeren kentsel yaşantıyı düzenlemeye soyunur. Bunu yapabilmek için de sınırlar tarif eder, yani şiddet uygular. Mekânsal şiddetin en temel biçimi, mekânın nasıl kullanılacağını, nasıl işgal edileceğini ve nasıl anlamlandırılacağını düzenlemek üzere egemenlerin uyguladığı şiddettir. Buna karşılık, elbette bu düzeni ihlal eden, mekânları alternatif kullanımlarla “suiistimal eden”, anlamlarını dönüştüren aşağıdan yukarı mekânsal şiddet biçimlerinden de söz etmek mümkündür. Buna örnek olarak TEKEL çadırlarını verebiliriz. 2009 Aralık ve 2010 Mart ayları arasında Ankara’da Sakarya ‘ya bölgesini işgal eden TEKEL çadırları tam da böyle bir aykırı kullanım durumu yarattı. Bu anlamda TEKEL çadırlarını mekânsal şiddet örneği olarak görmek mümkündür. Ancak tersten

bakıldığında bu çadırlar, aslında kent mekânına hâkim olan yukarıdan aşağı şiddeti ve onun dayattığı düzeni teşhir etmiştir. Örneğin yetkililerin, 4-C düzenlemesini protesto eden işçileri, çadırları zorla sökmekle tehdit ederken

başvurduğu ilk gerekçe o bölgedeki düzenin bozulması, işyerlerinin zarar etmesi vb. olmuştur. Aynı şeyi New York’ta Zuccotti Park’ta süren “Wall Street’i İşgal Et!” hareketinde de gördük. Orada parkın böyle bir kullanıma, yani

çadırlarla işgaline yasal engel olmadığı için, polis parkın temizliğini gerekçe göstererek işgal çadırlarını söktü ve protestocuların dönüşünü engellemek için parkı çelik bariyerlerle kuşattı. Egemenlerin uyguladığı mekânsal şiddet, çimenlere basmayı yasaklayan tabela, parkta kurallara uymayan çocukların park bekçisi tarafından kovalanması ve miting sırasında üzerlerine tırmanılmasını engellemek üzere direklerin yağlanması gibi küçük detaylardan, kentsel dönüşüm alanlarında yaşayanların yerlerinden edilmelerine kadar geniş bir yelpazeye yayılır.

» Mimarlığın tanımının kullanışlılık, dayanıklılık ve güzellik gibi üç boyutu olduğunu, ancak tüm bunların kültür kavramının içine yerleştirilmesi gerektiğini, yani mimarlığın kültürün bir parçası olduğunu söylüyorsunuz. O halde kültürümüzde yeri olmayan yapıları, örneğin giydirilmiş cepheli kuleleri, TOKİ binalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kültürü, farklı ölçeklerdeki insan topluluklarının özgül yaşam biçimlerini tanımlayan ve anlamlandıran değer

sistemleri biçiminde kavramak gerektiğini düşünüyorum. Burada önemli olan bir nokta, toplumsal pratiklerimizle kültürel kodlarımız arasında tek yönlü bir yansıma ilişkisi olmayıp karşılıklı bir etkileşimin söz konusu olması. Bu, şu demek; kültür alanında üreyen biçimler ve anlamlar sadece yaşam biçimlerimizin pasif yansımaları değil, yaşam biçimlerimiz

üzerinde etki eden unsurlar. Aksi takdirde bugün Selçuklu mimarisini yeniden üretmenin bir anlamı olmazdı. Yani TOKİ konutlarının kültürel niteliksizliğini, gecekondu yerleşiminin içerdiği kültürel içeriğin silinmesi olarak anlamak; benzer şekilde ısrarla geleneksel biçimlerle üretilen camileri yahut bina cephelerine Selçuklu motifleri giydirilmesini de modern kentsel yaşantıyı aşındırma girişimleri olarak görmek gerekiyor. Bu anlamda, mimarlık sadece kentsel ekonomi-politiğin konusu değil, aynı zamanda bir kültürel mücadele alanı olarak da görülmeli. Ve bu alanda bugün mimarlıkta modern olanın örneklenmesi ve savunulması bile önemli.

» Direnişin kenti, direnişin mimarlığı bölümünde kalıcı bir barınmayla değil, geçici bir konaklamayla tanımlanan göçebe mimarlık kavramını Tekel işçilerinin eylemleri üzerinden tanımlıyorsunuz. Göçebe mimarlık, kentliyi kent dışına iten anlayışa direniş mi, çözüm mü?

Göçebe mimarlıktan söz ederken iki noktaya işaret etmeye çalışıyorum; birincisi neoliberalizmin bireylere dayattığı güvencesiz varoluş. Bir yandan çalışanlar için giderek daha güvencesiz çalışma koşulları dayatılırken, bir yandan da tüm sınıflardan insanlar borçlu yaşamaya ve ellerinde bulunanı kaybetme endişesiyle davranmaya zorlanıyor. Yine ister işçi olsun, isterse orta sınıf beyaz yakalı, tüm çalışanlar için iş ve yer değiştirme gittikçe çok görülen bir deneyim haline geliyor. Bu yaşam biçiminin göçebe bir yaşam biçimi haline geldiğini düşünüyorum. Bu işin ekonomik yanı. Diğer yandan ise, kamusal yaşantıyı güvenceye alan demokratik kuralların tahrip edildiği koşullarda kamusal mekânların kullanımı da aşınıyor. En sıradan protesto eyleminin bile şiddetle karşılaşabileceği bir ortamdayız. Ü;stelik bu durum sadece Türkiye’ye has değil. Yunanistan’dan İspanya’ya ve ABD’ye kadar birçok yerde gelişen neoliberalizm karşıtı protestolar, demokratik hakları sınırlandıran önlemlerle denetim altına alınmaya çalışılıyor. Bu koşullarda, kamusal alanda varoluşun da bir göçebe mimarlığı gündeme getirdiğini gözleyebiliyoruz. Protesto

çadırlarının, 2011 küresel eylem dalgası içinde bu kadar yaygınlaşmasının, bu mimari biçim açısından da değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Zira bu çadırlar, başka türlü mekânsal deneyimlerin, daha kolektif toplumsal ilişkilerle şekillendiği yerler. Bu anlamda da, bugün Türkiye’de TOKİ ile sembolleşen, ancak özellikle Batı’da 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde çokça üretilmiş bulunan kimliksiz toplu konut mimarisinin bir eleştirisi niteliğini taşıdıklarını söyleyebiliriz. Göçebe mimarlık, düzene entegre olmayı ifade eden yerleşikliğin reddi olarak kavrandığında direnişin mimarlığı haline gelir.

(3)

Kentsel Dönüşüm Bilinçli Bir Müdahale

» Kentsel dönüşüm konusunu Sao Paolo ve Ankara üzerinden tartışıyor ve bu kentlerin fiziksel yapısının yeniden üretiminin sermayenin çevrimleri için araç haline geldiğini, ayrıca belediyelerin tüzel kişiliğinde somutlanan kentsel hizmetlerin özelleştirilmesiyle kentsel yapı içinde yeniden üretilecek alanlar oluşturulduğunu, bunun kentliyi kentin öznesi olmaktan çıkardığını söylüyorsunuz. Öyleyse kentli ne yapsın, kentine nasıl sahip çıksın?

Modern anlamda kentsel dönüşüm, 19. yüzyıldan beri bilinçli ve tasarlanmış bir müdahale biçimi olarak

uygulanmakta. Ve o zamandan beri, örneğin III. Napolyon döneminde Paris’te gerçekleştirilen kentsel dönüşüm operasyonlarını düşünürsek, yoksulların yerinden edildiği ve kent mekânının bir yatırım aracına dönüştüğü uygulamalar. Buna karşılık, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında bu tip uygulamaların ciddi kentsel muhalefet

hareketleri ile karşılaştığını da biliyoruz. Günümüzün kentsel dönüşüm operasyonlarını farklı kılan şey ise, neoliberal kentleşme dinamiklerinin sadece kent mekânını değil, tüm kentsel hizmetleri özelleştirmeler ve finansal düzenlemeler yoluyla boyunduruk altına alması ve bunlara paralel olarak aşınan toplumsal örgütlenme dinamiklerinin (ve kamu yararı gibi kavramların) bu girişimlere karşı mücadelede yetersiz kalmasıdır. Yani kentsel yaşantının sadece ekonomik olarak değil, tüm toplumsal boyutları ile bir saldırı altında olduğunu görmek gerekiyor. Yerinden edilen gecekondu sakinlerini, alışveriş merkezlerine sıkıştırılan kentsel pratiklerimizden ayrı düşünmemek gerekiyor. Kentlinin ne yapması gerektiği sorusuna gelirsek, temel olarak söz konusu olan kentsel yaşantıya sahip çıkmak.

‘Ulucanlar Cezaevi Toplumsal Bellek İçin Önemli’

» Bellek, mekân ve siyaset ilişkisini açıklarken Ulucanlar Cezaevi’nin müzeye dönüştürülmesi sürecini ele alıyorsunuz ve müzenin bu haliyle daha çok belleği düzenleme, yeniden yorumlama, hatta dönüştürme amacına hizmet ettiğini söylüyorsunuz. Müzenin yapılmasına karşı çıkanların gerekçelerini de hatırlayacak olursak Ulucanlar Cezaevi'nin müze haline getirilmesi doğru mu?

Ulucanlar Cezaevi’nin korunarak müzeye dönüştürülmesinin doğru olduğunu düşünüyorum. Başta Diyarbakır Cezaevi olmak üzere diğer eza mekânlarının da bellek mekânlarına dönüştürülmesi gerekiyor. Yaşananların unutulmaması, unutturulmaması ve gelecek kuşaklara toplumsal bilinç aktarımı için gerekli bu. Hem yaşanan acıların rehabilite edilmesi ve toplumsal barışın sağlanması, hem de benzeri olayların bir daha yaşanmaması için gereken kolektif bilinci üretmek için gerekli. Bugün sürmekte olan, fakat konunun asıl muhatabı olan toplum kesimlerini tatmin etmekten uzak olan 12 Eylül davalarını düşünecek olursak, 12 Eylül’le gerçek bir hesaplaşmanın, bir iki tane emekli generalin

yargılanmasıyla değil, bu hesaplaşmanın toplumsallaşması yoluyla mümkün olacağı açıktır. Bunun başlıca yollarından biri de böylesi mekânların gerçek bellek mekânlarına dönüştürülmesidir.

Ulucanlar Cezaevi’ne dönecek olursak, başta Mimarlar Odası Ankara Şubesi olmak üzere bir dizi meslek örgütü ve sivil toplum kuruluşunun çabalarıyla yıkılmaktan kurtulan yapı, halkın ziyaretine açıldığında büyük bir ilgi gördü. Bu ilgi bile, cezaevinde birikmiş yaşanmışlıkların derinliğini ve yaygınlığını göstermekteydi. Yapının bir müzeye

dönüşümü için mümkün olan en katılımcı süreçler işletildi ve nitelikli bir mimari proje elde edildi. Ancak uygulama aşamasında sorumluluğu alan belediyenin uygulamaları giderek tek taraflı bir sürece yönelerek paydaş kurum ve örgütleri sürecin dışına itti. Bu süreçte gözlenen çeşitli olumsuzluklar eleştirildiyse de, belediye projeyi tek başına sahiplenerek, yaşananların politik niteliğini örten popülist bir kurgu üretti.

03/07/2012 Birgün

Referanslar

Benzer Belgeler

AK Parti genel seçimlerde olduğu gibi 2004 ve 2009 yıllarında yapılan yerel seçimlerde de önemli baĢarılar göstermiĢ ve Sakarya‟da yerel seçimlerin galibi

Varyasyon 7’ de kış dönemi için sert zeminde 3 kat, 5 kat, 8 kat ve farklı kat yüksekliklerinin bir arada olduğu 4 farklı parametre sabit tutulmuş, ek olarak binaların

Bu kapsamda, tarihi çevre koruma, kentsel peyzaj tasarımı ile tarihi kent merkezlerinin tarihi ve mekansal gelişim süreçleri irdelenerek, araştırma alanı

b) Sosyal kutuplaşma: Gelişmeler nitelikli işgücüne talebin artmasına, niteliksiz olanlara talebin ise azalmasına yol açar. Bu işsizliğin artması, kentsel yoksulluğun

Neveser Kökdeş ilk musiki zevkini, ağabeyi Muhlis Sabahattin Bey gibi, çeşitli klasik musiki ve halk musikisi enstrümanlarını çalabilmekteki amatör bir musikici

Jeopolitik Ekonomi Okulu’nun kullandığı çerçevede, çok kutuplulaşma mücadelesi, esas olarak “hâkim devletler” (örn. Amerika Birleşik Devletleri) ve “iddiacı

Bununla birlikte Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan tekerlekli sandalye için kullanılacak ram- palarla ilgili bir standartta (UN, 2020) %5’e kadar olan eği- min

Dolayısıyla mesleki bir uğraş olarak ağırlıklı olarak alan araştırmaları ile meşgul olan sosyologların ve antropologların kentsel dönüşüm pro- gramlarına bir