• Sonuç bulunamadı

PROF. DR. HARUN GÜNGÖR ARMAGANI

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "PROF. DR. HARUN GÜNGÖR ARMAGANI"

Copied!
22
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

ARMAGANI

Hazırlayanlar

Mustafa ARGUNŞAH - Mustafa ÜNAL

(2)

YAYIN Nü: 18

ISBN: 987-605-4117-47-5

yayın editörü:

Hayati Develi kapak:

Salih Koca iç düzen Burhan Maden

baskı ve cilt:

Bayrak Matbaacılık

Davutpaşa Cad. No: 14 Kat: 2 Topkapı/İstanbul

Tel: 0212 493 11 06

biıinci baskı:

Haziran 20 l O sertifika no: 11805

K[ Si lYAYI N LAR 1

Ticarethane Sk. Durmuşoğlu İş Hanı

No: 59 Kat: 2 Cağaloğlu-İstanbul

Tel: 0212 511 68 28-0212 512 56 33 Faks: 0212 512 56 63

www.kesityayinlari.com e-mail: kesit@kesityayinlari.com

© Kesit Yayınları

Yayınevinin izni olmadan kopyalanamaz ve çoğaltılamaz.

Kesit Yayınları, Karbey Yayıncılık Eğt. Ve Dan. Hiz. San. Tic. Ltd. Şti. b.'UIUluşudur.

(3)

Giriş

Prof. Dr. Mustafa ÜNAL C»

Osmanlının son, Türkiye Cumhuriyeti'nin de ilk dönemlerinde edebiyat ve ide- oloji alanında kendini kabul ettiren "milli şair" Mehmet Akif Ersoy (d. 1873-ö. 27

Aralık 1936) dünya görüşünü vatan, millet, devlet, bayrak, bağımsızlık ve milliyet- çilik temalarını didaktik tarzda işlediği şiirlerinde göstermeye çalıştığı görülür. Yine bu şiirlerde Onun İslam dinini nasıl anladığı anlatılır.

İşte bu kısa çalışmada omm, "Safahat"ında yer alan şiirlerde ortaya koyduğu din anlayışı içinde ele aldığı ''.Allah imgesini" fenomenolojik açıdan anlamlandır­

maya çalışacağız.

Bu arada fenomenoloji yönteminin daha iyi anlaşılabilmesi için okuyucuya ya-

bancı olabileceğini tahmin ettiğimiz fenomenoloji kavramını açıklamanın yararlı ola-

cağını düşünüyonız.

Edebiyat ve Fenomenoloji: 18. Yüzyılın sonları, 19. yüzyılın da başlarında, Ba- trh filozoflar kökene inmek suretiyle dinin "özünü" veya doğasını anlamak için birta-

kım gayretlere girişmişlerdir. O dönemin revaçta olan konularını bilimsel bakış açısı

ile "anlamak" istemiştir, ama bu girişimin temel hareket noktasının neresi olduğu da belli değildi. Konunun genel adı ile adlandırılması sorunu da Hegel'in çabasından

önce Kant'm kendinde var olan şeyleri, olaylar ile karşı karşıya getirerek anlamanın

mümkün olacağını ifade ederken kullandığı "kendini gösteren" aıılarnında fenomen sözcüğünü ilk olarak kullanmasıyla çözülmüş oldu. İşte, Hegel'in bu kelimeyi kulla- narak türettiği fenomenoloji kavramı, yine onun ünlü "Ruhun Fenomenolojisi" adlı çalışmasıyla bilim dünyasına girmiş oldu. O, bu kavramı kullanırken aklın nasıl an-

laşılabileceği sorusuna verdiği cevapta kavramın anlamım da vermiş oluyordu. Ona göre akıl fenomen ile anlaşılabilecekti. O fenomen de "akılın gerçeği tecrübe ettiği

yoldur, yani görüngüdür, tezahürdür." Onun bu biçimdeki tanımı, ayıu zamanda fenomenolojinin bir yöntem olduğunu da ortaya -i!rrnüş oluyordu.

(')Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi Ar"ıabilim Dalı. munal@erciyes.edu.tr

(4)

346 Prof. . ~ Dr. I Mııstnfn LİNAL

Bu hareket noktasından ilerleyerek din bilimcilerinin el yordamıyla yaphğı de-

ğişik fenomenoloji çalışmalarından sonra ilk ciddi atak denilebilecek Edmund Hus- serl (1859-1938) tarafından (Logical Investigations -Mantıksal Araştmııalar, 1900-1; ve 1913'teki Ideas fara Pııre Phenomenology-Saf Fenomenoloji hakkında Düşünceler ve Car- tesian Meditations-1929) de yaphğı çalışmayla gerçekleştirildi.

Husserl'e göre fenomenoloji felsefi bir doktrin olmayıp felsefi bir yöntemdir.

Zira fenomenoloji bir "mahiyet ilmi" olup mahiyetin "ne" olduğunu ve "nasıl" kav-

ranabileceğini bize öğretir.

Husserl'in ve kurmuş olduğu akımın etkisi yayılmışh, ama genel yaklaşım ko- nusu hariç, Din Fenomenolojisini etkileyememişti. Birkaç dinler tarihçisi, felsefi feno- menolojiyi kendi alanlarında kullanmak istiyordu ancak, Husserl'in etkisinin önemli

olduğunu söylemek zordur. Yine de Husserl, müstakbel Din Fenomenolojisi için çok önemli iki kavram veya anlama prensibi ortaya koymuştur: epoche ve eidetic vision.

Epoclıe kelimesi fenomenolojik kullanımda "hükmü geçici olarak askıya almak",

"tatil etmek", "kişinin zihninden her türlü önyargıları dışlamak" demektir. Bütün bunlar fenomenoloji kavrarnsalında "paranteze almak" diye kullanılır. Bu ise, pa- ranteze almak vasıtasıyla ya da evrensel temele ait olmayan unsurları ileri bağlardan dışlayarak zihinde var olan objenin, saf bir olguya indirgenmesidir. Onun bu bağ­

lamdaki önemi, söz konusu olgu hakkındaki önceden var olan bütün değer yargı­

larını, olguyu saf bir şekilde anlayabilmek için, kaldırmak, ertelemektir. Daha başka

bir deyişle, ele alınan konu hakkında, daha önceden var olan önyargılan, en azından çalışma boyunca zihinden atmak ya da konuya dahil etmemektir.

Husserl'in fenomenolojisinde kullandığı eidetic vision deyimi de Yunanca bir ad olup "görünen şey", yani "şekil", "biçim" veya "öz" demektir. Fenomenoloji deyi- minde eidetic vision, gözlemcinin bir durum veya olguyu gözlemlerken, ne olabilirli-

ğini, ne olduğuna karşılık, onun gerçek özünü kavrama yeteneğidir. Burada önemli olan şey, öznelliğin bir formunu ifade etmesidir.

Husserl'in bu adımının ardından felsefecilerden ayrı olarak din bilimcileri, özel- likle de Dinler Tarihçileri bu yöntemden yararlanmak suretiyle ele aldıkları olgunun

tarihselliği içinde kazanrruş olduğu "özü", "anlamı", "mahiyeti" ortaya çıkarmaya çalıştılar. Bunların en önemlilerinin başında Gerardus van der Leeuw, Raffaele Pet- tazzoni ve Mircea Eliade gelmektedir. Elbette bu kimseler Dinler Tarihçileri olma-

larından ötürü, formasyonları gereği dinler tarihinin kendi olgularını işlemişlerdir.

Biz de bir dinler tarihi ilgileneni olmamız itibariyle, bizden de dinin yapısında bu- lunan bir fenomeni "anlamlandırmamız" beklenebilir. Ama her mesleğin felsefi çer- çevesini korumak ve ona saygı duymak şartıyla fenomenolojinin bir yöntem olarak sanat, hukuk, işletme, ticaret gibi alanlarda da kullarulabileceğini belirtmekte yarar

vardır. Gerçi, Din Fenomenolojisinin geniş anlamda dini fikir ve doktrinlerle ilgilen-

meyeceği yönünde yapılabilecek bir itiraz, elimizdeki bu çalışma için geçerli sayılsa

(5)

da ülkemizde Edebiyat Fenonıenolojisinin henüz bilinmemesi mazeretine sığınarak

Melunet Akif ERSOY un şiirlerindeki Allah imgesini bir din olgusu kabul edip İslam düşünce tarihinde değişik manifestosu olduğunu bilerek İslam ve Türk düşünce ev- reninde tezahür eden temel anlamına dayalı evrensel bir anlayış ortaya koyma cü- retimizin samimi duygulara dayandığını belirtmeliyiz.

Genel fenomenolojinin yukarıda işaret ettiğimiz iki kuralını Mehmet Akif ERSOYun şiirlerine uygulayıp tarihsel "o an'a" giderek şairin şiiri yazdığı andaki duygustma ulaşmak suretiyle, şiirde tasvir edilen Allah imgesinin manifestosunu

anlamlandırmaya çalışacağız. Bu anlamlandırmayı yaparken, konu devamlılığı açı­

sından Safahat'taki şiirler, konu ile ilgili ise, sırasıyla ele alınacak ve şiirin adı da pa-

ragrafı• kalın harflerle yazılıp belirtilecektir.

Metin içerisinde kullanılan rasyonel kavramı felsefi tarzdaki rasyonellik olma- yıp gündelik hayatta yerini bulan antropolojik akılcılıktır.

Şiirlerin alınlı kısmından sonra gerektiğinde günümüz Türkçe çevirisini verdi-

ğimiz kısımlar, Faruk Huyugüzel ve arkadaşlarının çalışmasından alınmıştır.

Mehmet

Akif

Ersoy'un Şiirlerindeki Allah İmgesi

Mehmet Akif Ersoy'un Safahat'taki şiirlerinden aşağıda alıntılarını verdiğimiz

bölümlerinde konu ettiği Allah inancını fenomenolojik bir değerlendirmeye uyarla-

dığımızda, günümüze kadar anlahlan "Akif algılaması"ndan çok farklı bir tarzda ortaya çıkan "başka bir Mehmet Akif Ersoy"un değişik bir Tanrı imgesi sunduğu

görülmektedir. Bunlar Sakin Tanrı tipolojisi ağırlıklı olmakla birlikte, şairin moral ko- nularda dara düştüğü anlarda Faal ve Müdahaleci Tanrı, yardımcı veya kurtarıcı Tanrı

ve baba şefkatli Tanrı tipolojilerini de sunduğu ortaya çıkınaktadır. Şimdi bunları sı­

rasıyla görmeye çalışalım.

1- Sakin Tanrı (deus otiosus)

Sakin Tanrı (deus otiosus) tipolojisi, insanın günlük hayahna fazla müdahale etmeyen ve insanların da dua ve ibadetlerinde işlerine karışbnlmamasıru istediği tanrı tipidir.1

Mehmet Akif Ersoy böyle bir tanrı tipolojisini şiirlerinde çok sık kullanmış olup İslam anlayışının da en temel ayırt edici özelliğini ortaya koymaktadır. Şair, o dö- nemde gözlemlediği insanların, günlük hayatta yapmak zorunda oldukları işleri ken- dileri yapmayıp da Allah'ın yerine getirmesini istemelerine, kaderlerine ölü gibi tes- lim olmalarına çok ağır bir biçimde hiddetlenip bu inanç ve davranışlardan kurtul-

malarını ve onun yerine Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak, faal olan Allah gibi, kendi işlerinde faal olmalarını beklemektedir.

1 Mircea Eliade-Ioan P. Couliano, Dinler Tarilıi Sözlüğü, çev. Ali Erbaş, İst. 1997, s. 37.

(6)

348 Pı;of Dr. ÜNAL

Mehmet Akif Ersoy'un Dıırmayalım, J\,1alıalle Kahvesi, Hasbihal, Siileymaniye Kür- süsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kiirsiisünde, Hatıralar, Umar mıydın? başlıklı şiirlerinde, vurguladığı tann imgesi, Müslüman halkın tembelliğinden her işini Allah'a bırak­

tığını gözlemlediği halkın yaygın Allah inancını eleştirmesi biçiminde kendini çok

açık olarak göstermektedir.

Şimdi, şairin bu görüş ve inancını anlathğı şiirlerini metin olarak ele alalım.

Mehmet Akif Ersoy, Fatih Camii adlı şiirin 28 dizelik birinci bölümünde cami- nin temelinden başlayarak taşların renginden, yapının son şekline kadar fiziki duru- munu tasvir ederken çağlar içinden yarılıp gelen ata ruhlarının cami suretinde can-

lanışını aşağıdaki dizelerde şöyle tasvir eder:

"Bu kutsi nıa'bedin üstünde taban fevc fevc ervfilı,

Bu ulvi kubbenin altında cuşmı mevc mevc eııvfir.

Tecessüd eylemiş güya ki sublıun ruh-ı mahmuru;

Semadan yahud inmiş Jıfike, Sina-reng olup didar!

Burada ata ruhlarının Fatih Camii olarak şekillenişi ortaya konulmaktadır. Şa­

irin anlabmına göre, ata ruhları Fatih Camisinin kah temeli, kah duvarı, kubbesi, kah minaresi olarak kısım kısım cisimleşmişlerdir. Çünkü beş bin yıllık İslam ön- cesi ve İslami dönem geleneksel Türk inancına göre ata ruhları halk arasında canlı olarak hayatlarını sürdürürler, tıpkı şairin dediği gibi "Tecessüd eı;lenıiş güya J...i sub-

hım nılı-ı nıalınııını" biçiminde sahalı uykustından kalkıp dirilişinde halkın içinde- dir, cisimleşmişlerdir.

Semadan inmemiştir, şüphesiz, lakin semavidir:

Zemini olmayan bir cilve-i feı;yaz-ı havidir.

Dizesinde yine yukarıdaki inanç ve düşünce sürdürülmektedir ki, ata ruhla-

rının cisimleşmiş görüntüsü olan caminin gökten indirilmemiş olmasına rağınen,

"ruh" bakımından göksel olduğunu yine vurgulamaktadır: Ata ruhlarının cisimle-

şerek parça parça bir bölümünü oluşturduğu yapının mimarı Allal1'hr.

Göriindü sonra o dağlar zenıin-i haşyette!

İnm;etiyle Hiida kaldınnca lıer birini, Semm;a doğru o dağlar da açtı ellerini.

Bu dizelerde şair, yeryüzünde olanlara müdahale eden Orta Doğulu algılayışa

uygun müdahaleci, kudretli bir tann, bir Hüda tipolojisi ortaya koymaktadır. Doğu

veya Batı bölgelerinin Tann tipolojileri genel anlamda en sıkışık anlarda korumak imgesiyle, inananlarını hep yukarı kaldınruşhr. Her ne kadar bu dizede Hüda'nın,

(7)

ruh.lan minare ve harem olarak cisiınleştirip bir sevinci ve coşkuyu simgeleştirmesi

tasvir ediliyor olsa da benzer bir imgeleme Eski Türk Yazıtlarında kaostan varo-

luşa, yok oluştan kurtuluşa geçiş anlahrken "Yukandaki Türk Tannsı ve Türk kutsal

yer-suları, Türk bodunu (ulusu) yok olmasın, bodım olsun diye atanı İlteriş Kağanı ve mı­

nenı İlbilge Hatunu göğün tepesinden tutup daha yükseğe kaldırmışlar .... " (K'ID-10-11) ifadesinde de görülmektedir.

Medeniyet yarışını çöl yolculuğuna benzettiği Dıımıayalım adlı şiirinde Meh- met Akif Ersoy, medeniyet yarışında geri kalanın, ilerlemeyenin öldüğü ve sonsuza kadar sürecek olan bu yarışta var olmak için, yine Allah'ın müdahaleciliğini genelde olduğu gibi, bir tarafa bırakarak dünyevi işlerde tek geçerli yol olan "akılcı" bir şart ileri sürer: Çalışmak. Çünkü, çalışma olmadan, Allah'ın dei otiosi özelliği hiçbir za- man fayda etmeyecektir .

. . . Ölmeden olsun mu eı; miskin, bu çöller nıedfenin?

İnh7rnr etmek değilse yolda dumıak, gitmemek, Asumandan refreJ indirsin demektir bir melek!

"leı;se li1~insani illfi mfi sefi" derken Hüdfi; (NeCln (53):39)

Anlamanı hiç meskenetten sen ne beklersin daha;

Davran artik kfirbfinm arkasından dumıa, koş!

Malıv olursun bir dakı7can geçse hatta böyle boş.

Menzil almışlar da yorgun, belki senden binıecfilf

Belki yok, elbette öyle! Sen ne etmiştin hayfil?

Kurtuluş yok sa'yi-dfiimden, terakkiden bugün.

Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur!

Mfisivfi bir şey midir, boş dunnuyor Hfilık bile:

Bak tecelli eyliyor bin şe'n-i giinfigün ile.

Ey, bütün dünya ve mfijilıfi ayaktayken, yatan!

Leş misin, davranmıyorsun? Bari Allah' tan utan.

Burada ortaya koyduğu düşüncenin özü şudur: Kişi (burada millet) eğer dün- yada var olmak istiyorsa, bunun için yapması gereken işleri Allah'tan beklemeyip, hedefe ulaşıncaya kadar, sonucu alana dek, üzerine düşen görevleri layıkı ile sürdü- rüp tamamlamalıdır. Bunun önemini vurgulamak için Mehmet Akif Ersoy, Allah'ın

bile her gün değişik tecellilerle her an bir şeyler yaphğı analojisini, akılcılığı kendine ve sistemine ilke edinen Maturidi gibi sunmaktadır. Allah bile değişik biçimlerde

(8)

350 Prof Dr. Jv!ııstııfıı ÜNAL

f

davranırken, Türklerin leş gıbi yatmasının Tanrıya karşı yapılmış büyük bir saygı­

sızlık olduğunu ifade etmektedir.

Mahalle Kahvesi adlı şiirinde şair, Türk halkının nereden nereye geldiğini, par- lak günlerinden kahvenin o pis ve leş gibi havasına dönüşünü, o pis kokulu hava- daki kirli ruhun durumunu, o günlerdeki zavallılığını ve perişanlığını kahvehane imgesiyle çok güzel tasvir etmektedir. Bu şiirdeki kahvehane, Osmanlının ta başın­

dan, şatafatlı günlerin sonuna kadar ortaya koymuş olduğu güzelliklerin ve diğer

zenginliklerin birer birer yıkılarak onun harabesinden yapılmış bir yapıdır.

Kış uykusunda nıı geçmişti önnii ecdadın?

Hayır, o nesl-i necibin, o şanlı evladın, Damarlarında şehanıet yüzerdi kan yerine;

Yüreklerinde ölüm şevki vardı can yerine.

Fakat biz onlara aid ne varsa elde, yazık,

Birer birer yıkarak kahvehaneler yaptık!

Bütün lıeıjakil-i smı'at yetiştiren Şark'ın,

Zemin-i feıJzi nasıl şııre-zara döndii bakın!

Ne hastalımıesi kalmış zavallı eslafın,

Ne bir imareti, bitmiş elinde ahlafm.

Burada Tanrı ile ilgili doğrudan ifadeler olmamakla birlikte, aşağıdaki şiirinde

de görüleceği üzere, genel anlamda Allah'm emri olarak vurguladığı akıl gereğince

sürekli çalışıp güçlü olmak inanç ve düşüncesini ortaya koymaktadır. Çünkü Allah güçlüdür, güçlü olmak için de çalışmak gerekir.

Şiirin devamında insanların sefilliğine kızıp, ideal olanın düzenli bir biçimde

işine gidip maişetini kazanarak ailesini mesut etmek olduğunu, ama Türk halkının

bu ideal hayata çok uzak olduğunu, tembel insanların kahvehanelerde çürüdüğü

gibi, tembel Müslümanların da cennete uzak olduğunu vurgular. Yani her iyi şey,

ancak çalışmakla elde edilir.

Hasbihal adlı şiirinde de Akif Ersoy, önceki şiirlerinde üzerinde özellikle dur-

duğu işi Allah'a bırakmadan, kurtuluşa ancak çalışmakla erişileceği düşüncesini yine vurgular ve Türk halkının tembelliği bırakıp çalışmaya başlamasını, Hz. Peygambe- rin "heleke1-müsevvifun ... (bugünün işini yarına bırakanlar helak olur)" hadisini naklederek "tembellerin mahvolacağı" tabiat kanununa işaret eder:

Müsevvifler için dünyada mahvolmak tabi'idir.

Bıı bir kanım-i fıtrattır ki yok te'vili: Kat'idir.

(İşi yarına bırakanlar için dünyada mahvolmak doğaldır Bu bir yaratılış kanunudur ki yok başka yorumu: Kesindir.)

(9)

dedikten sonra, yine ayru çizgi doğrultusunda insanların yaratılış bakımından çalışmakla emredildiği, tembelliğin ise, "her an faal olan tanrıya" isyan olduğunu

belirterek insanları tembel ve çalışkan olarak iki sınıfa ayırt etmek suretiyle, dolaylı

olarak Türk halkının çalışkanlar kategorisinde olması için Kur'an'dan da ayet gös- terip tembel kalmayı sürdürenleri üstü kapalı olarak "Allah'ın kanunu" ile korkut-

maktadır:

Fakat cahille alim büsbütün nisbet kabul ebnez:

O bir kördür, bu lakin doğru yalıtan hiç udııl etmez.

Diyor Kur'an: "Bilenler, bilmeı1enler bir değil. .... Heyhat Nasıl yeksan olur zulmetle nur, alıya ile emvat!"

(Fakat calUlle alim hiçbir şekilde kıyaslanmaz

Biri kördür, fakat biri doğru yoldan hiç sapmaz.

Diyor Kur'an: "Bir değildir bilenlerle bilmeyenler ...

Nasıl bir olur karanlıkla aydınlık, dirilerle ölüler!)

Mehmet.Akif Ersoy bu şiirinde, Allah'ın kendi özelliği ve kanununun "çalış­

mak", yani faal olmak olduğunu, dolayısıyla insanın da ayru özelliğe sahip olma-

sından ötürü her an "çalışmak" mecburiyetinde olduğunu vurgulamaya çalışmak­

tadır. Zira, Türklerin o tarihlerde içinde bulunduğu varlık-yokluk durumu dikkate

alındığında insanların da "sonsuz var olmanın" simgesi Tanrının "faal olma" imgesi ile ancak var olabileceğine işaret edilmektedir.

Safahat'ın ikinci kitabını oluşturan yaklaşık kırk sayfalık SüleıJ1naııiye Kürsü-

silııde adlı şiirinde Mehmet Akif Ersoy, memleketin pürmelal halini değişik imge- lerle ortaya koymaktadır: Memlekette siyasetçilerin akıl ve kanun dışı işler yapbğını, şerefli kişilerin ahlaksızlığa karşı çıkmasını engellemek için görevlerinden uzaklaş­

brıldığını, insanların tembel, işsiz, parasız olduğunu, ne üniversitenin üniversite ol-

duğunu, ne de ordunun ordu olduğunu, kısacası bütün devlet kurumlarının cahil, liyakatsiz ve ahlaksızlarla dolu olduğunu tasvir ettikten sonra, halkın beyinsiz ol-

masından ötürü, günah olduğunu bile bile, derin bir ümitsizliğe düşmektedir. Zira

"memleket mahvoluyor, din de beraber gidiyor" sözü ile dinin varlığını memleket ve dev- letin var olmasına bağlıyor. A:z sayıdaki faziletli hocaların da nıollavari vıırdımıdııy­

mazlığına ve kadere boyun eğişine sitem eder, kahrolur; milletin tamamen ölü oldu-

ğunu (millet-i merhume), her birinin yürüyen bir mezar taşı olduğunu söyledikten sonra, en azından küçük bir ümit bulabilmek ümidiyle başka Müslüman memle- ketlere yola çıkar.

İlk gezi değerlendirmesini yapbğı Rusya'nın milyonlarca insana uyguladığı zul- miinü tasvir ederken elbet bir gün Tanrının hesabının onlar aleyhine döneceğini

(10)

352

. . . Hangi ma'sıımım olur hunu bu dünyada heder?

Yoksa kanwı-i İlalıi'1ji de 1ıırtar mı beşer?

Prof. Dr. Mııstnfn ÜNAL

• . I .

dizesiyle anlahrken Allah' ın intikam ve müdahaleci sıfatının elbet bir gün faali- yete geçeceğine inanmaktadır. Halbuki, Mehmet Akif Ersoy, bu dünya işinin Allah' a

bırakılmaY1P kulun çalışıp gayret göstermesiyle halledilebileceğini sürekli va'z eden birisi olmasına karşın, burada, Rus zulmünün hesabını Allah'a bırakmaktadır. Bu ters bakışın nedeni muhtemelen askeri', ekonomik vb. alanlarda Osmanlıdan kat kat üstün olan Rusya'ya güç yetmeyeceğini kabullenmiş olmasındandır. O çoğunlukla, Allah'ın moral konularda faal oluşunu öne çıkarırken, materyal alanlarda insanın çalışarak yüceleceği düşüncesini halka aşılamaY1 milli bir görev kabul etmiştir, yani her an akılcılığı, pozitivizmi va'z etmiştir. Şiirde Tfukistan'ın anlatıldığı bölümde, zaten bu düşünceyi şu dizelerle öne çıkarmaktadır:

Milletin hayrı için her ne düşünsen: Bid'at;

Şer'i tağyir ile terzil ise -haşa-sünnet!

(Şeriah bozarak rezil etmek ise, haşa-sünnet!) Ne Huda'dan sıkılırlar, ne de Pe1jgamberdeıı.

SmJısız medrese var gerçi Buhara'da bugün ...

Okunandan ne haber? On para etmez fenler, Ne bu dünyada soran var, ne de ukbada geçer!

Bu ilinısiz hocalardan, bu be1Jinsizlerden, Çekecek memleketin hali ne olmaz, düşünün!

En Bahdakinden en Doğusuna kadar, başta Osmanlı ülkesi olmak üzere, bütün Müslüman ülkelerde gerilemenin temel nedeni olarak gördüğü ve yaşadığı bütün dü- zensizliklerin, yolsuzlukların, ahlaksızlıkların, namussuzlukların, küstahlıkların, üke-

lalıkların, inançsızlıkların ve tembelliğin tam tersinin Japonya' da bulunduğunu, hal-

kının ahlakça çok yüce olduğunu aynı şiirin devanunda anlahrken, oralarda Osmanlı

yöneticilerinin izlerinin olrnaYJŞını "Ulema valıy-i İlahiyi mi bilmem, bekler?" sözü ile

Osmanlıların işlerini Allah'a havale ettiği inancını eleştirerek ortaya koymaktadır.

Aynı şiirin Hindistan Müslümanlarının toplumsal, bilimsel ve dilli durnmunu tasvir e~en bölümünde Mehmet Akif Ersoy onların bilim ile dini aYJrt edip Bahnın

bilimini, kendilerinin de dilli inançlarım milliyet duygularıyla birleştirip sanatta, ah- lakta ve erdemde çok yüksek düzeylere ulaşhklarıru, dolayısıyla da yakın gelecekte

bağımsızlıklarını da kazanmaY1 hak edip daha da gelişecekleri ümidini vurgula-

maktadır. Bu bölümde şair, milli yükselişin bilim, iman, ahlak ve çalışmakla müm- kün olacağım işaret ederek yüzyıllardır Osmanlıda terk edilen bu düsturu bir dal1a hahrlatmak istediği görülmektedir. Mehmet Akif Ersoy, II. Abdülharnit'in Kanıın-i

(11)

Esasi'yi kabul ettiği haberinden dolayı Hindistan Müslümanlarının Haydarabad'da

yaşadtl<lan sevinci tasvir ederken, aynı anda bu kabul edilişten duyduğu şaşkınlı­

ğını, pek kabul etmediği dei otiosi Allah imgesi ile anlatmaktadır:

Cilşa geldikçe fakat aynı teraneyle cihan, Görür oldum dönen işlerde yedu 1lahı nı1w.n.

Bu ne şfihın işi, ya Rab, ne sipfihın kan ...

Bu senin kudretinin havsala-çfik esran!

Yurdumun gülmeyen evladını artık güldür ...

(Fakat aynı sözler cihanı harekete getirip coşturunca, dönen işlerde Allah'ın gizli elini görür oldum. Bu ne padişahın işi, ne ordunun işidir Ya Rab, ... Bu senin kud- retinin anlayışı parçalayan sırrıdır. Yurdumun gülmeyen insanını güldür artık)anla­

mındaki sözlerinden de açıkça anlaşılacağı üzere, Mehmet Akif Ersoy, Türk halkının

çok eleştirdiği "her şeyi Allah'a bırakma inancına", Allah'ın müdahaleciliğine sıkış­

tığı zamanlarda kendisi de müracaat etmektedir. Bu dizelerde de II. Abdulhamit'in Kanun-i Esasi'yi kabul etmesini halkın tazyiki veya başkalarının Sultanı sıkıştırması

sonucunda değil de Allah'ın yeryüzündeki işlere müdahale etmesi sonucunda ger-

çekleştiğini anlatmaktadır. Halbuki, Mehmet Akif Ersoy bu inancı çoğu zaman, bu inanca sahip olan Türk halkına kızmak suretiyle eleştirmektedir.

Şiirin devamında Osmanlı halkının birlik :içinde olmasını, bilim ve sanayide ilerlemelerini haklı olarak tavsiye ederken Allah' ın vazgeçilmez bir kuralını da "Ya-

şamak hakkını kuvvetliye vermiş Yaradan" sözleriyle hatırlatmaktadır, ancak bura- daki kuralın içinde Allah'ın güçlü olduğu, kendisinin de güçlüleri sevdiği anlamını çıkarmak mümkün olmakla birlikte, dizenin mefhum-i muhalefetinden onun zayıf­

lara destek olmadığı anlamını da çıkarmak mümkündür.

Bu şiirin sonlarına doğru, Mehmet Akif Ersoy gezmiş olduğu Müslüman ülke- lerle diğer ülkelerin gelişmişlik farkını gözlemledikten sonra Müslümanların yükse- lebilmesi için son sürat çalışarak bilim ve sanatı elde etmeleri gerektiğini :ifade eder ama şair şiirin sonunda çaresiz kalan Müslümanların ülkesini, hiç olmazsa bu top- raklan, Anadolu'yu (aşağı yukarı Misak-ı Milli sınırlarını) korumasını Allah'tan di- ler. Bu dilek bölümünde çaresizlik anlarında olduğu gibi, Allah'ın müdahalecilik sı­

fatına sığınarak Onun Türklere yardım etmesini diler.

Fatih Kürsüsünde adlı bölümündeki Vaiz Kürsüde başlıklı şiirde Mehmet Akif Ersoy, Türk milleti özelinde bütün Müslümanların genel durumunu uzun uzun ta-

nımlarken "ayaklar altında" kalışlannın temel nedenini Müslümanların bilimi terk ederek ''kader'' ci bir "tevekkül" ile dinin maskaraya döndürülmesine dayandırmak­

tadır. Bunun akabinde Müslümanların "tevekkül" adına Allah'a ısmarladıkları işler­

den örnekler vererek Allah'ı kendilerine "kul" ettiklerini hicvederek tasvir etmek- tedir. Ona göre aklın getirdiği şartlan oluşturmak demek olan kader ile ilişkili olan tevekkül inancı, akıl ve tecrübe doğrultusunda işleri tamamlayıp sonucunu Allah' tan

(12)

354 P:rof Dr. Mustafa ÜNAL

' i

beklemek iken, Müslümanlar bunu, emek harcamadan her şeyi Allah' tan istemek şeklinde yaygınlaştırmışlar, İslamı lanetleyici bir bakış ile kuşatmışlar, kendileri de

· "beyni örümcekli" yığınlar haline gelmişler, Din bütün kainat ile birlikte insanlara da "çalışın!" dedikçe bunlar "kader" deyip ''.Allah'ın belasına razı olmuşlardır."

O, bu şiirlerinde halkın kaderci din anlayışını eleştirirken, rasyonel bir İslam inanç ve uygulaması önermektedir. Rasyonel İslam anlayışı Osmanlının çöküşünü

araştırma çabaları sonucu ortaya konulmuş bir anlayıştır. Osmarılı'nın son döne- minde bir kısım kimseler, Osmarılının çöküş nedenlerinden birisi olarak 17001erden sonra medrese eğitiminin "kaderci", "teslimiyetçi" din eğitimine saptığı tespitini ya- pıp kurtuluşun rasıJonel İslam diye adlandırılabilecek geleneksel Türk Müslümanlığı çizgisindeki din eğitimi ve yaşayışına yeniden dönmekle olacağı görüşünde idiler.

Cumhuriyet'i kuranlar tarafından da benimsenen rasyonel bir İslam inanç ve yaşa­

yış projesi doğrultusunda Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Yusuf Ziya Yörükan, M. Şemsettin Günaltay, H. Basri Çantay, A. Hamdi Akseki gibi din bilginleri çok önemli bilimsel çalışmalar yaparlarken, yine bu çizgide bulunan Mehmet Akif Er- soy da şiirleriyle katkıda bulunmuştur.2

Rasyonel Türk Müslümanlığına dönüş Mehmet Akif Ersoy'un şiirlerinde yegane konu olmaktan ziyade, bütünlük içinde kaynaşmış bir öğretidir. Bu bütünlük de di- daktik bir tarzda işlediği vatan, millet, devlet, bayrak, bağımsızlık ve milliyetçilik te-

malarıdır. Bu ana konuların tümünün var olması ile rasyonel Müslümanlığa ulaşıla­

cak ve "din" o zaman "var" olacaktır. Bunlardan birisinin yok olması halinde din de ortadan kaybolacaktır. Bu noktada dönemin ilgili şartlarını dikkate almak kaydı ile Mehmet Akif Ersoy'un, şiirlerinde sadece İslam'ı kurtarma, devletin şeriatla yönetil- mesi gibi bir kaygısı olmadığı, onun amacının, Müslüman Türk milletinin nezdinde devletin kurtarılıp yüceltilmesi g~yesi olduğu şeklindeki bir tespitin de yabana atıl­

maması gerekir ki, şair buraya kadar da görüldüğü üzere, "kurhıluş"un yegane şar­

tuun tembelliği doğuran kaderciliği veya cebriliği bırakıp, Allah'ın faal olması gibi Müslüman Türkün de çok çalışmasıdır.

2- Faal ve Müdahaleci Tanrı Tipolojisi (dei Otiisi)

Faal ve müdahaleci Tanrı tipi, evrende meydana gelen her türlü olaya, her işe

müdahaleci olan Tanrıdır. Yukarıda analiz etmeye çalıştığımız deııs otiosııs Tanrı ti- pinin tam tersi bir özelliğe salup olup hemen hemen bütün tarihi dinlerde bulunan

2 Bu bağlamda Cumhuriyet'in din politikasına başka bir kanaldan katkı sağlamak amacıyla Mehmet Akif Ersoy meal çalışması yapmak üzere projede görev almış ve bunun için Ekim 1925'te Diyanet İşleri Başkanlığı ile 6000 lira bedel karşılığında bir antlaşma yapmıştır. Buna göre Mehmet Akif Ersoy meal çalışmasını yapmak üzere Mısır'a gider. Bkz. Dücane Cündioğlu, Bir Kıır'aıı Şairi Melınıel Akif Ersoy ııe Kıır'a11 Meali, 2004, s. 112-165.

(13)

en ayrrt edici özelliklerden bir tanesidir. Bu özellikteki Tanrılar hiç diıılenıneyip her an faaldir, kendine inanan insanların gayret göstermesine, çalışmasına gerek olmak-

sızın her ne zaman olursa olsun ihtiyaç duydukları her olay ve nesneyi imdatlarına yetiştirir, varlıkların giriştiği her türlü mücadelenin sonucunu belirler, ama yine de

varlıkların mücadeleye katkısı oranında onları ödüllendirir veya cezalandınr. Anla-

şılacağı üzere, buradaki Tanrı, deyim yerindeyse, kişiyi iliklerine kadar bilir ve her nerede olursa olsun onu yönlendirir. Bu dinlerdeki Tanrılar, insanların ilahi emir ve

yasaklarına göre hareket etmesi için zorlayıcı bir faktör konumundadır. Dolayısıyla

insanlarda "Tanrı korkusu" duygusunu onlara vermiş olur ve onları hayatları bo- yunca barış ve sükf:ına terk etmez.3

Mehmet Akif Ersoy, yukarıdaki bölümün sonunda işaret edildiği üzere, şiirle­

rinde böyle bir Tanrıyı kabul etmeyip tam tersine Allah'ın dünya işlerinden el etek çekmesini, buna karşılık da insanların çalışmaya ve azme yönelmesini beklemekle birlikte, zaman zaman birçok konuda milletin beceriksizliğini görüp ümitsizliğe düş­

tüğü anlarda Allah'ın müdahalesini bekleyip devleti ve memleketi düşmandan kur-

tarmasını umut etmektedir. Onun bu istisnai tavrının nedenini düşmüş olduğu ruh halinde aramak gerekir.

Tevlıid ya1ıut Feryad adlı şiirinde Mehmet Akif Ersoy, Allah'ın büyüklük ve kudret sıfatlarını, inandığı biçimde tasvir ettikten sonra, aklı devreye sokup dün- yada olup bitenleri Allah'ın dünya olaylarına müdahale sıfah ile ilişkilendirerek sor- gulamaya başlıyor. Burada memleketin düşmüş olduğu çaresizliğin neden olduğu ümitsizliğin, şairin inandığı Allah imgesini nasıl da değiştirdiğini açık bir biçimde

anlatmaktadır:

Canileri, katilleri meı;dana süren sen;

Canideki, katildeki cür'et yine seııdeıı!

Sensin yaratan, başka değil, zulmeti, nuru;

Sensin veren ilham ile takvayı, fücııru!

Zalimde teaddiye olan nıeyl nedendir?

Mnzlum niçin olmada ondan müteneffir?

Akil nereden gördü bu dddi harekah?

Bir failin icban bütün gördüğüm asar!

Cebri değilim ... Olsmn İlahi ne suçum var?

Bu dizelerde şair, Allah'ın sıfatlarını "fiilleri Allah'ın yaratbğıru, dolayısıyla da

kulların kendi fiillerinden sorumlu olmadığı" biçiminde yorumlayan ve böyle oldu-

ğunu savunan, insanın rüzgann yönüne göre uçan bir tüy gibi Allah'ın iradesine tabi

3 Van der Leeuw, s. 607-608.

(14)

356 Prof Dr. Mustafa ÜNAL I

olduğunu ileri süren Cebriyecilerin4 karşısında, kulların cüz'i iradesine ağırlık veren

Mahıridi inancına sıkı sıkıya bağlı olmasına karşılık, Türk'ün o sıkıntılı günlerinde

"Cebri değilim .... Olsam

Ilahi

ne suçum var?" vurgusuyla Allah'ın müdahalecili-

ğinin bir anlığına da olsa gerçekleşmesini beklemekte; şu dizelerle de bu arzusunu

ısrar derecesinde dilemektedir. Çünkü akıllılarla akılsızlar arasında fark kalmamış, başvuracak başka çaresi kalmarruşhr:

... Ya Rab, bu yüreklerdeki ses dinmeyecek mi?

Senden daha emr-i sükUn innııyecek mi?

Her an ediyorsun bizi makhur-i celalin, Kurban olayım nerde senin, nerde cemalin?

Ama bütün bu arzu ve beklentisine rağmen, aklının ve kalbinin derinliklerinde

saklı olan inancına, yine akılcı düşüncesiyle sorular sorarak bağlı kalmakta, uzak-

laşmamaktadır. Başa gelen olayların, verilen kurbanların hikmeti Allah'a ait olsa da yine de akılcı bir cevabını ümit edip kabul etmek istemektedir:

Sendense eğer çektiğimiz bunca devahi, Kimden kime feryad edelim söyle ilahi!

La-yüs'el'e binlerce sual olsa da kurban İnsan bu muammalara dehşetle nigehban

Kurtuluş Savaşı yıllarında peş peşe gelen yenilgiler, duyguları neredeyse isyan derecesine çıkaran sürekli ölümler, yokluklar, kıtlıklar ve hastalıklar, düşüncesinin

her zerresinde "akılcı" olan Mehmet Akif Ersoy'un bile

"Bir şahsa esir olmm;ı bir koskoca millet, Mekrinle mi ya Rab sanıyor kendine devlet?

Dünym;ı yakıp yıkmm;a bir seı;f i teail.di, Zalimlere kahnn o kadar verdi ki nıeı;dan:

"Yok adil-i mutlak!" diyecek ye's ile vicdan .. . Mü'miıılere imdiida yetiş merhametinle" ....

dizeleriyle ülkenin çöküşünde her türlü sıkınhdan dolayı karşılaşılan bezginli-

ğin neticesiyle Cebrilikten medet umduğu görülmekle birlikte, " ... Mazlum şikayette,

nediimette sitemkar; .... Gelmez mi İlahi sana bir kanlı temaşa?" dizelerinde de zamanın ağır şartlarındaki Allah ile, Mehmet Akif Ersoy'un kalbinde ve aklında barındırdığı 4 . Mezhebin kurucusu Cehm bin Safvan (ölümü 745)'dır. Kurucusunun adına nispetle Cehmiyye de d -

nilir. Görüşlerinden birkaçı şöyledir: İnsan hiçbir şey yapamaz, her şeyi Allah yaratmış olup insanın fiilleri de Allah tarafından yaratılmıştır. İnsanın ne iradesi ne de hürriyeti vardır. Bazı insan fiilleri insana mecazen atfedilir. Bkz. Neşet Çağatay, İ. Agah Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarilıi, Ankara Üni- versitesi Basımevi 1985, s. 134-135.

(15)

"Allah" ile aynı olmasını dilemektedir. Burada şairin Tanrı algılayışının iki türlü ol-

duğu açığa çıkmaktadır. Birincisi, maddi konularda, yani dünyevi konularda olabil-

diğince de11s otiosııs; ikincisi ise, Müslümanların içinden çıkamayacağını zannettiği,

ümidini yitirdiği sıkıntılı durumlarda bir "kurtuluş ümidi" olarak sarıldığı, toplu- mun yola gelmesi, dini anlaması gibi moral konularda akılcılıktan uzaklaşarak onun

müdahaleciliğini ön plana çıkardığı müdahaleci dei otiosi Tanrı tipidir.

Hakkın Sesleri başlığını verdiği Safahat'ın üçüncü kitabında Mehmet Akif Er- soy, şiire 'Mah'ın her şeyin sahibi olduğu, her şeye gücünün yettiği, istediği her şeyi

yapabilecek güç ve kudret sahibi olduğu" anlamını veren Al-i İmran suresinin 26.

ayeti ile başlamaktadır. "Malike1-mülküm", yani "mülkün sahibiyim" sıfatına derin- den inanan şairin, Allah'ın bu sıfatlarıyla bitip tükenen imparatorluğa Allah'ın sahip

çıkmasını diler. Ama şair, Allah'ın bu karakterini göremeyip bilakis soylu Türk mil- letini soysuzların eline düşürdüğünü ifade ederken biraz daha ileri gidince "isyana"

dalacağından korkmuş olmalı ki, insanın mülke kesin sahip olamayacağına; her şeyi

alarun da verenin de Allah olduğuna, dünyaya Allah'ın hükmettiğine sığınır.

Şiirin bu birinci bölümünün devamında Mehmet Akif Ersoy, başta Arapçası ile birlikte Türkçe anlamını verdiği ayetin muhtevasında görülen kudretli ve müdaha- leci Allah imgesinin memleket ve insanları için bir kez de olsa tecelli etmesini şu şe­

kilde terennüm eder:

İlalıi, en asil akvanıı alçaltırsın istersen;

Dilersen en zelil eşlıasa izzetler verirsin sen!

Bu lıaybetler, bu hüsranlar bütün senden, bütün senden!

Nasıl taArş'a yükselmez ki me'yusane bin şiven?

İlalıi, altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı. ..

Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı.

Ne ma'sımı ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı!

Ne bikes Jıanumanlar işte yangın verdiler, yandı!

Şıı küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı!

Sami dinlerin en temel özelliklerinden birisi olan kulun kendini Allah'a acın­

dırması ve Allah'ın "rahmet" sıfatını harekete geçirmek için bu kıtalarda memleke- tin işgali, ezanların susturulması, çanların inlemesi, milletin zilleti, ülkenin düşüşü,

hilalin parıltısının sönmesi acıklı bir biçimde anlatılır, ama hemen ardından bütün

acındırrnalara rağmen Allah'ın rahmetiyle acımadığını, müdahaleciliğinin hiç teza- hür etmediğini büyük bir ümitsizlikle, bitkinlikle "Ne doğmaz günmüş et} acizlerin kud- retli Hallak'ı!" sözleriyle hayal kırıklığını ifade ederek aman diler. Bununla da kal-

mayıp elde kalan son yurdu en soylu milleti ile birlikte Allah'ın kahreden emriyle

(16)

358 Prof Dr. Mııstafn ÜNAL

bir avuç aşağılık soysuz ordu ile yok edilmesi neticesinde Allah'a karşı hayal kırık­

lılığını şu sözlerle ifade eder:

Tecelli etmedin bir kerre Allalıım, cemalinle!

Şu iiç yiiz elli milyon ruhu öldürdün celalinle!

Otunnuş eğlenirlerken senin -lıiişfi-zeviilinle, Nedir ilhiidı inılıfilin o sfimit infiiilinle?

Nedir İslanı'ı tenkil in bu miista' cel nekiiliıile?

ifadesiyle Allah'ın kanununu akla dayandıran Maturidilikteki Tanrı inancını insan

aklı, insan iradesi ve insanın çalışması toplamındaki ebedi tek kural olarak hatırlatmak

suretiyle bunun tersini yapanların böyle acılan her zaman yaşayacağını anlatmaktadır:

"Allalı'taıı bekleme, yardımı kendine kendin yaparsın ancak! Allah ağlayana acımaz!"

Ömrü boyunca rasyonalist bir Tanrı inancına sahip olan şair, bütün varlığım

kaybettiği anda, bunun dışına çıkarak bir sefercik de olsa Allah'ın müdahalecili-

ğine teslim olup Celıri bir beklenti içine girmesine rağmen şiirin son kıtasında yine özüne dönüp

Sus ey divane! Dıımıaz kiiinahıı seı1r-i mıı'tiidı

Ne sandın? Fıtratın alıkiimı lıiç dinler mi fenJiidı?

Bugün, seıı kendi kendinden iimid et ancak imdiidı;

Evet, sen kendi ikdiinmıla kaldır git de bldiidı

Cihan kamm-i sa'iıı, bak, nasıl bir hisle münkfidı!

Ne yaptın? "leı1se li1-insmıi illa nıii-se'fi" vardı! ...

(Sus ey çılgın! Durmaz evrenin her zamanki seyri.

Ne sandın? Yaratılışın hükümleri feryadı hiç dinler mi?

Bugün, sen ancak kendi kendinden ümit etmelisin yardımı;

Evet, sen git de kendi gayretinle kaldır bu zulmü.

Bak, dünya çalışma kanununa nasıl bir duyguyla boyun eğmekte!

Peki sen ne yaptın? Halbuki "leyse li1-irısani illa ma-se'a"

(İnsan için kendi emeğinden, çalışmasından başka bir şey yokhrr, vardı!) Yusuf Suresinin (12) " ... Allalı'ın inayetinden ümidinizi kesmeıJiniz; zira, k~firlerden başkası Allalı'm inayetinden iimidini kesmez" anlamındaki 87. ayet ile başlayan şiirde

Mehmet Akif Ersoy, "dipdiri meyyit (canlı cenaze)" diye tanımladığı Türk milleti- nin ölmüşlük derecesindeki uyuşukluğunun İslam anlayışına uymadığını, şaşkın­

lıktan bir an önce kurhılup Allah'ın kesinlikle reddettiği ümitsizlikten sıyrılıp dün- yada bir ışık kalmasa bile onu yaratacak. kişinin biz olmamız gerektiğini söyleyerek halka yaşama ve kurhılma şevki şırınga etmektedir. Kurhıluş için yine Allah'ın tek şartını hatırlatır: Ümitsizliğe kapılmadan azimle çalışmak.

(17)

10 Nisan 1913 tarihinde, Osmanlının hızlı bir biçimde çok aşın kan kaybettiği

günlerde yazrruş olduğu ve "İçinıizdelci beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helik eder misin Allah'ım?" anlamındaki A'raf (7) suresinin 155. ayeti ile başladığı şiirde şair,

ayetin meali doğrultusunda ülkemizdeki "beş on serseri" dediği küçük bir güru- hun yanlışları yüzünden, üç yüz milyon civarındaki Müslümanın cezalandırılması­

nın Allah'ın "adil" sıfatına uymadığını, Müslümanların yaşadıklarına bakarak olan bitenin Allah'ın adaletine sığmadığını, yine Allah'a haykınr. Bu adaletsizliği ortadan

kaldınp kendi adalet ve gücünün tecellisini göstermesi için Allah'ın hoşuna gidecek kutsallar olan hikmetli Kur'an, Cedd-i Hüseyin (Hz. Muhammed), Hararneyn, Hi- caz topraklan gibi isimleri saydıktan sonra, vaziyeti daha da acındırmak için de üç yüz milyon imanlı insan (!?), dul kadınlar ve öksüz çocuklar motifini kullanmakta-

dır, ama anlatışına göre bütün bunlardan ümidini kestiği de anlaşılmaktadır:

"Ya Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabalıı?

Mahşerde mi biçarelerin, yoksa felahı,

Nur istiyoruz ... sen bize yangın veriyorsun!

"Yandık!" diyo111z ... Boğnım;a kan gönderiyorsun!

Ya Rab, bu ne hüsrandır, İlahi, bu ne zillet?

Mazlumu nedir ezmede, ezdinnede ma'na?

Zalimleri adlin, hani, öldümıedi hfilfi!

Cani geziyor dipdiri ... can vemıede ma'sum Suç başkasınındır da niçin başkası mahkUm?

Lfi-yüs'el'e binlerce sual olsa da kurban;

İnsan bu muamınalara dehşetle nigelı-bfin!

Eyvah! Beş on kafirin imanına kandık;

Bir uykuya daldık ki: Celıeıınenıde uyandık!

Yaksaydın a nıel'unları ... tuttun bizleri yaktın!

Yetmez mi nıusfib olduğumuz bunca devfilıi?

Ağzını Jcurıısun ... Yok musun eı; adl-i İlahi!"

Bu şiirde ve daha başka şiirlerinde de görüldüğü üzere, milli şair, Allah ile millet

ilişkisini terennüm ederken Sami dinlerin her şey için, her an Allah'a müracaat ediş

biçimlerinden farklı olarak Maturidi aracılığı ile Müslüman Türkler arasında yayı­

lan Gök Tanrı dinindeki Tanrı-insan ilişkisine daha çok benzemektedir. Zira, bu iki

anlayışa göre kişiler, Tanrıya sadece, bütün yapabildiklerini yaptıktan soma çaresiz

kaldığı anlarda başvurur, Onun yardımını diler. Zaten, Gök Tanrı da yarattıkları ta-

rafından fazla rahatsız edilmeyi sevmez.

"Güç yetiremeyeceğimiz yükü bize yüklemeAllah'ım" anlamındaki Bakara (2.) Suresinin 286. ayetinin bir bölümü ile başladığı Hatıralar kitabının ilk şiirinde Meh-

(18)

360 Prof. Dr. • . I Mııstafa . 0NAL

met Akif Ersoy, Müslümanların içinde bulunduğu aaklı durumu Allah'ın bir cezası

olarak tasvir ederken Allah'a karşı kahır dolu serzenişte bulunur. Bu kalınlı yaka-

rışta şair, Allah'ın cezasının çok aşırı derecede olduğu ve bunları azalhp milleti ra-

hatlatmasını isyan edercesine haykırmaktadır:

"Ey bunca zamandır bizi te'dib eden Allah;

Ey alem-i İslam'ı ezen, inleten Allah!

Bizler ki senin va'd-i ilalıine inandık;

Bizler ki bin üç yüz bu kadar yıl seni andık;

Bizler ki beşer bir sürü ma'buda taparken,

Yıktık o yaman şirki, devirdik ebediyen;

Bizler ki birer hamlede evhamı bitirdik, Ma'bedlere Ma'bud-i Hakiki'yi getirdik;

Bizler ki senin ismini dünyaya tanıttık. ..

Gördükse mükfifatını, ya Rab, yeter artık!

Çektirmediğiıı hangi elem, hangi ezadır?

Her anı hayatın bize bir rıız-i cezadır!

Ecdadımızın kanlan seller gibi akmış ...

Maksadları dininle beraber yaşamakmış.

Evladı da kıırban olacalanış bu uğurda ...

Olsun yine, lakin bıı ışık yoksulu yurda, Bir nıır-ı nazar yok mıı ki baksın bacasından?

Bir yıldız, İlahi? Bu ne zulmet! Bu ne zindan!

Hfilfi mı semamızda gezen leıjle-i menıdııd?

Hala göriinmez o selıer-pare-i nıev'ııd?

Ömrün daha en canlı, hararetli çağında,

Çalkannıadayız ye's ile Jıirnıan batağında!

Kiinı aldı cihan, biz yine ferdalara kaldık ...

Artık bize göster ki o ferdmjı: Bunaldık!"

Bu şiirinde şair, aslında Deus Otiosus Tanrı tipinde "vurdumduymaz" bir Allah'a inanmakla birlikte, yukarıdaki bölümlerde zaman zaman işaret edildiği üzere, ken-

dinirı bütün gayretlerine rağmen, bir belanın henüz bitmeden diğerinirı yaşanması

gibi karşısında gücünün yetmediği anlarda maddi olmayan konularda Cebi:iliğe va- racak derecede "Müdahaleci bir Allah'ı" özlemekte, ondan da bu özlemine karşılık

vermesini beklemekte, ama onun vurdumduymazlığına da "kahretmektedir." İsyan derecesine varan kahnnı, teslimiyete dönüştürerek şiirin son bölümünde onun ile adeta anlaşma şartlarını öne sürmektedir:

"Lfikin bu cehennem onu yıldırdı mı? Asla!

i

1iiya seğirtip duruyor namını Jıiilii.

(19)

Artık gidiyor: Hakk'a varan bir yolu tutmuş,

Allah'a bakan gözleri dünyayı unutmuş.

CUş eyleyedursun geriden nevlta-i hüsran ...

Yadında onun şimdi ne matem, ne de hicran!

Yadında değil lanesinin Jıüzn-i elimi;

Yadında değil yavnısunun tavr-ı yetimi;

Yadında değil doğduğu, ter döldüğü toprak;

Yadında kalan lıfitıra bir şey o da ancak:

Gökten ona "yüksel!" diyen ecdfid-ışelızdi!

Artık o da yükseldi, fakat yerde ümidi:

Bir böyle şehidin ki mükfi.fatı zaferdir, Vennezseıı İlahı dökülen hunu hederdir!

Bu dizelerde görüldüğü üzere, şair, Allah'ın yüceliğine teslim olmakla birlikte Dede Korkut'ta görülen Deli Durnrul'unAzrail'e olan tavrım sergileyerek, "Sen Türk milletine edeceğini ettin, bundan sonra onlara kurtuluşu nasip etmezsen her şey boşa gitmiş olacak, bunu bilmelisin" anlamında kahrefti.ği anlaşılınaktachr. ·

Mehmet Akif Ersoy Habralar kitabının yedinci şiirine Al-i İmran suresinin 173.

ayetini şu an1arru ile birlikte verir: " ... Birtakım kimseler kendilerine "düşmanlarınız

sizin için kuvvetlerini topladılar; onlardan korkmalısınız" dedikleri zaman bu haber

imanlannı aıttınr da '~ah'ın yardımı bize yeter, o ne güzel vekildir" derler."

Bu şiirin tümü, bu ayetin öncesi ve sonrası ayetlerde anlatılan ilk dönem Müs-

lümanlarının itikadi ve askeri tavırlarının uyumunu özet biçimde şimdiki Müs-

lümanların bu konudaki durumlarıyla karşılaşbrmaktachr. Buna göre şair, ilk dö- nem Müslümanların cesaret, inanç, gayret, bilgi ve sonunda '~ah'a sığınması"ru

gerçek Müslümanlık olarak tarumlarken, bunun karşılığında 20. yüzyılın başların­

daki Müslümanların parça parça bölünmesi, yerlerde sürüiımesi ve bu haldeyken

"Allah'a sığınması"ru "sözde Müslümanlık" olarak tanımlar. Bu anlatımıyla Meh- met Akif Ersoy, Cebrilikten uzaklaşıp özündeki rasyonalist Maturidi tevekkül inan-

cına dönmektedir.

Safahat'ın 7. Kitabının 1918 tarihli Umar mıydın başlıklı şiirinde Mehmet Akif Ersoy, yine İslam dünyasının ahlaksız, virane ve sefil durumuna işaret ettikten sonra, çaresiz ve ümitsiz halkın kurtuluşu için tek çıkar yolu şöyle tarif eder:

"Çalışmak! ... Başka yol yok, hem nasıl? Canlarla, başlarla.

Alınlar terlesin, derhal iner mev'ud olan rahmet,

Nasıl hfisir kalır "tevfiki hak ettim" diyen millet?"

Referanslar

Benzer Belgeler

6 October 2017 2017ربوتكأ Ekim 2017 acikmedeniyet.com ةحتفنملا ةراضحلا Open Civilization Açık Medeniyet Yusuf Varlı İbn Haldun’da yeni araştırma merkezi:

Department of Biostatistics and Medical Informatics, Istanbul Medeniyet University, Turkey ORCID: 0000-0003-3582-9460. Gülhan

Department of Biostatistics and Medical Informatics, Istanbul Medeniyet University, Turkey ORCID: 0000-0003-3582-9460. Gülhan

Department of Ophthalmology, Istanbul Medeniyet University fehimesen@yahoo.com ORCID: 0000-0002-9948-5575 Mustafa HASBAHÇECİ Department of General Surgery Medical Park Fatih

Department of Ophthalmology, Istanbul Medeniyet University fehimesen@yahoo.com ORCID: 0000-0002-9948-5575 Mustafa HASBAHÇECİ Department of General Surgery Medical Park Fatih

It is an internationally peer-reviewed journal published by the Istanbul Medeniyet University Faculty of Medicine of İstanbul in the field of health sciences.

Department of Urology, Istanbul Medeniyet University erolbulent@yahoo.com ORCID: 0000-0003-2402-3373 Mustafa HASBAHÇECİ Department of General Surgery Medical Park Fatih

Hacettepe University Faculty of Medicine, Oncology Institute, Medical Oncology Department Graduate Thesis, Ankara, 1992.