• Sonuç bulunamadı

“Gelecek ku

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "“Gelecek ku"

Copied!
4
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

“Gelecek kuşaklar”. Bu tamlama, en çok kullanıldığı metinlerden biri olan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC)’nde şu şekilde geçiyor: “Taraflar, insan türünün mevcut ve gelecek kuşaklarının faydası için iklim sistemini korumalıdırlar...” Benzer -insan türünü merkeze alan- kullanımları, yine 1992 tarihli Biyolojik çeşitlilik Sözleşmesi’nde ve BM çevre ve Kalkınma Konferansı deklarasyonunda da okumak mümkün. 1990’lardan başlayarak, “gelecek kuşakların sağlık ve iyiliklerini” ve “sağlıklarına uygun bir çevrede yaşama haklarını” düşünen ve garantiye almaya çalışan bir çevre duyarlılığının uluslararası düzlemde etkinleştiğini izlemek mümkün. Bu yazı, ilk bölümde bu duyarlılığı zorunlu hale getirmiş ekolojik kriz algısının küresel toplumdaki

yorumlarını özetliyor; ikinci bölümünde 1970’lerden beri dünyada çevrecilik adına etkinleşen hareketin (sürdürülebilir kalkınma ve ekolojik modernizasyon) duyarlılıktan ziyade bir tür uyanıklık olduğunu savunuyor.

Post-ekolojist Duyarlılık ?

Medyada, sokakta, millet meclisinde, iklim değişikliği meselesi bolca konuşuluyor artık. Konunun çok boyutluluğu ve modern varlığımızın her köşesine farklı şekillerde yayılmış etkisi, çok çeşitli yaklaşım ve algıyı mümkün kılıyor. Yaklaşım, yorum ve fikir bol, fakat meselenin barındırdığı aciliyette bir hareketlenme ya da değişimden bahsetmek mümkün değil. çevre duyarlılığı konusunda yapılan kişisel tutum ve davranış testleri, insanların çevre koruma, geri dönüşüm, genetik uygulamalar gibi konularda sözel olarak savundukları değerlerle, gündelik tercihleri ve davranışları arasındaki farka dikkat çekiyorlar. Yani savunulan ekolojik değerler ve fikiler, ekolojik davranışlarla tutarlı bir bütün oluşturmuyorlar; hatta söylemsel olarak savunulan insan merkezci ekolojik değerlerin, çevresel tahribatın devamı için araçsallaştırılmasından bile bahsetmek mümkün. Söylemle tavır, teori ile pratik arasındaki psikologların saptadığı bu uçurumu, bireyselden küresele çekip tartışmak mümkün.

Sürdürülebilir kalkınma hedefine doğru doğayı, çevremiz diyebileceğimiz herşeyi (dağlar daşlar, odunlar, tavuklar, sular seller, fikirler, mikroplar ve dahi kakayı) hızla ölçüp biçip mülkiyetimiz, sorumluluğumuz, kontolümüz altına alarak, ve envanterlerin birikimi sayesinde artık kısmi de olsa güvenilir modeller kurmayı becerdiğimizden,

planlayarak ilerliyoruz. Blimsel modellerimiz ortalamada 6 dereceyi bulan ısı artışlarından bahsediyor ve biz de ilerliyoruz. Kimi karamsar, kimi yapıcı, kimi boşvermiş, bir çok bakış açısıyla 4 söylemde özetleyebiliriz insan kaynaklı iklim değişikliğinin güncel algılanışını:

1 İnsanın, sırf insan olduğu için yerkabuğunu ısıttığı, özünden gelen bir dürtüyle bu pozisyona geldiği ve bir gün bir yolunu bulup yeni duruma göre evrimleşeceği ya da mevlaya kavuşacağı fikri, ki saçma da görünse en çok kabul gören görüş bu gibi görünüyor: “Savaşlar hep oldu ve olacak, tecavüz de öyle, yapacak fazla bişey yok, zevk almaya çalış”. Teslimiyetçi diyebileceğimiz, bireyin ya da türün tartışmalarını, sorumluklarını bir Allaha ya da bir tür yönetici elite havale eden, insanın doğasından bahsetmeyi seven bu görüşe denebilecek fazla şey yok.

2 Çok boyutlu, çok karışık mekanizmaları (kuzuların geyirmesi, okyanusların asitleşmesi, türlü feedback etkileri vs vs..) öne çıkaran, insanın sorumluğunu yadsımayan, ama pratik olarak da saptamayan, sorumluluğu bir karışıklık içinde eriten ve erteleyen yaklaşım. Teknokratik diyebileceğimiz bu görüş, genelde araştırmaların ve bulguların artması gerektiğini yinelerken, özelde çevre duyarlılığının ancak kalkınmayla mümkün olabileceği (ekolojik modernizasyon) söylemine angaje olmuş gibi görünüyor. Ekolojik krizi gelecek kuşaklarca ve yüksek teknolojiyle çözülebilecek teknik bir problem olarak algılayan ve muazzam maliyetli bilim kurgu projelerine bel bağlayan bu yaklaşımı da bu yazıda konu etmeyeceğiz.

3 Ekolojik krizi bir sistem sorunu olarak gören, kapitalist birikim kültürüyle zaten dertli olduğundan, insanın insanı sömürüsüyle insanın doğayı sömürüsünü birlikte tartışan yaklaşım. Politik-Ekolojik diyebileceğimiz bu algı, iklim değişikliğini teknik boyutlarından çok toplumsal ve etik boyutlarıyla ele alıyor. Tüm meselenin batı kaynaklı bir komplo olduğundan ya da uluslararası sürecin sahteliklerine odaklanmaktan, teoride radikal pratikte uysal küresel sürecin taktik savunuculuğuna kadar geniş bir yelpaze çiziyor. çoğu zaman sorumluluğu öteleyen ya da nereden başlayacağını bilemeyen, ya da zenginlere, kalkınmış uluslara yükleyerek sistemin teşhir edilmesine odaklanan bu bakışı da pasif kabul edelim.

4 Sorumluluk yüklenen, pratik adımlar atmak, bir fark yaratmak adına sera gazlarının sektörel dağılımı, kotalar, orman kredileri, karbon borsası gibi araçlar geliştirerek dünyayı ve kendini birlikte kurtarmaya gayret eden girişimci

(2)

ruhu. Liberal post-ekolojist diyebileceğimiz bu yaklaşım bugüne kadar Avrupa Birliği’nin başı çektiği, BM iklim gündemi de dahil olmak üzere tüm küresel çabanın köşe taşlarını oluşturuyor. Asıl meselemiz, kendini “insan türünün mevcut ve gelecek kuşaklarının faydası için iklim sistemini koruma” sorumluluğuyla ve politikalarıyla donatmış, küresel gündem dolusu reklamasyon faaliyetiyle.

İklim değişikliği tartışma ve müzakerelerinde sürekli galip çıkan dördüncü yaklaşım, diğerlerini sürekli manipüle etmeyi başarıyor. Politik olanı bir gerçekçilik ve pratiklik değirmeninde öğütüyor, teknokratik olanı kapsayıp kullanıyor, teslimiyetçi pozisyona da yapıcı ve kârlı fırsatlar sunarak teslimatın devamını sağlıyor. Elini taşın altına sokmuş olan tek yaklaşım olarak görünme becerisi, diğer söylemleri pasifize etme yeteneği, bilim ve yönetişim süreçlerinde hakimiyet sağlaması sayesinde, ki bu da arkasındaki güçlü sermaye birikiminden geliyor. Diğer bakışları hayalperestlikle, yapıcı olmamakla, pasiflikle mahkum ederek zorunlu istikameti oluşturuyor. Sorunu saptayan, tanımlayan, değerleri ve limitleri tayin eden, alternatifsiz görünen bu yönelim; temel kavramlarından, dünyanın ucundaki küçük projeciklerine kadar incelenmeyi hak ediyor.

İklim Değişikliğinin çözümü Kolay!

İnsan kaynaklı iklim değişikliğini BM dökümanlarına yakışır bir dilde, ama dökümanlarda yer almayan bir şekilde tarif etmeye çalışalım: Yerkabuğunda bulunan her tür fosili (petrol, kömür vs.) sistematik olarak yüzeye çıkarıp, yakıp, elde ettiği enerjiyle bir refah, kalkınma çabası içine girmiş “atalarımız” sayesinde atmosferde aşırı şekilde artış gösteren sera gazlarını kontrol etmek, azaltmak istiyoruz. Azaltmazsak, bizim olmasa bile çocuklarımızın,

torunlarımızın hayatlarının kabusa döneceğinden artık oldukça eminiz. O zaman ne yapıyoruz? Yerkabuğunun derinliklerinden fosil çıkarma işlemini hızla azaltıyoruz! Enerji arz ve talebi arasında bir yeniden yapılanmaya gidiyoruz?

Maalesef; hepsi verimlilik artırma ekseninde bir dizi esnek uygulama ve bol güzel sözden başka pek birşey yok küresel gündemde. Sözlerin en güzeli de kazan-kazan (win-win)!

Uyanıklık, iklim değişikliğinin tanımında başlıyor. Sorunun sebebi “sera gazları” olarak tanımlandığında, azaltılması gereken gazlar, ölçümleri, politikaları, ahlaki boyutları elle tutulur gözle görünür olmaktan çıkıyor. Sorunun

kaynağına inmek için tek adım atmak yeterli oysa, atmosferde doğal olarak bulunan bu gazların aşırı miktarlara çıkması tam olarak neden?

IPCC verilerinin açık şekilde ifade ettiği üzere, insan kaynaklı iklim değişikliği olgusunun %75’inden fazlası

karbondioksitle alakalı. Aşırı karbondioksit aslen yeraltında milyarlarca yılda birikmiiş karbonun sistematik bir şekilde atmosfere pompalanmasından (fosil yakıt madenciliği) kaynaklı olduğuna göre; hükümetlerarası sürecin yapabileceği müdahale basit görünüyor: Kolayca ölçülebilen kömür, petrol, doğal gaz madenciliği miktarını kontrol eder,

sınırlarsanız, atmosfere her yıl yeraltından eklenen karbonu kolayca eksiltebilirsiniz. Hem ölçmesi hem kontrolü kolay olur. Her ulus, her tüketici bu sınırlı kaynağı kendisi ne verimlilikle yakabiliyorsa ona gayret eder. 20 yılı aşkın

süredir devam eden müzakereler ve muammaya dönmüş halde bulunan ”sera gazlarının tahsisi ve kontrolü” meselesinden çok daha pratik ve gerçekçi bir yol!

Küçük bir bir pürüz var, petrol, kömür ve bağımlı endüstrileri, bugün modern yaşam olarak anladığımız pek çok şeyin alıştığımız şekliyle varolmasını sağlıyorlar. Yani gözümüz televizyonda, kulağımız telefonda, parmağımız internette, ayağımız gazda, popomuz ayı postunda yaşantımızı (ya da hayallerimizi) değiştirmeden, yeni bir enerji akış sistemi ve toplumsal örgü kurmadan bu “basit” çözümü hayata geçirmek mümkün görünmüyor. En çok değişmesi gereken de büyük olasılıkla en kıymetli şey: fosil yakıt endüstrisinin yıllık cirosu.

Bu basit ve kesin çözümü kazan-kazan fikriyatının küreselleşme ajansı görevi gören BM’den, ya da ilk adı Avrupa Kömür ve çelik Birliği olan Avrupa Birliği (AB)’den, beklemek safdillik olsa gerek. Gayet güzel bir dille kaleme alınmış, gelecek kuşaklara karşı sorumluluklardan bahseden BM anlaşmalarını ve sürdürülebilir kalkınmacılığı “uyanıklık” olarak nitelendirmemiz bundan. BM İklim Değişikliği çerçeve Sözleşmesi’nin ve Kyoto Protokolü’nün (temelinde sürdürülebilir kalkınma ve ekolojik modernizasyon literatürünün) gördüğü işlev, iklim değişikliği

(3)

meselesini kömür ve petrol madenciliğinden soyutlamak ya da ayırmak olarak görünüyor. İşte, her tür madencilik ve enerji yoğun endüstriler (demir-çelik, çimento, güvenlik) hızla gelişirken, bizler sera etkisinden, gazlardan

bahsediyoruz. çıkarılan petrol, kömür miktarı, otomobil sayısı, uçak sayısı, ormansızlaşma vahşice bir hızla artmaya devam ederken, hala bir şekilde küresel iklim değişikliğini engelleme “fikrimiz” var. Bu, sorunun kendisine varmak, kaynağına inmek yerine sonuçlar içinde çözüm aramaktır.

Kazı-Kazan Literatürü

BM’nin iklim değişikliği sürecindeki öncü rolünü, AB’nin 1990’lardan itibaren adeta bir ekolojik modernizasyon bayrağı açmasını tek kavramla özetlemek mümkün: İngilizcede “decoupling” denen, ayırım ya da soyutlama olarak Türkçeleştirebileceğimiz muamma. Paşalar pratikte, çıkarılan yakılan kömür ve petrol miktarıyla atmosfere bırakılan karbondioksit miktarını ayırmaktan bahsediyorlar...

“Decoupling” balonuna hava basan iki pompa var, birincisi basitçe verimlilik. çıkarılan fosil yakıt miktarı çılgınca artarken, “fosil yakmada uzmanlaşarak” aynı enerji için daha az kömür yakma çabası. Verimlilik güzel, ama nereye kadar? sorusunu, verimlilik optimizasyonunun artan ivmeyle maliyetlendiğini ve artan talebin yanında devede kulak kaldığını hatırlatarak geçiyoruz.

Yeryüzüne çıkarılan fosil yakıtla, yakınca atmosfere bırakılan karbondioksit miktarını “ayırmanın” ikinci ayağını teknolojik fanteziler oluşturuyor: Atmosferdeki karbondioksit miktarını yönetmek, ya da karbon çevriminin mühendisliği. Pratik olarak “karbon yakalama ve saklama” ya da “karbondan kurtulma” gibi fikirlerle hareket eden ultra teknolojist yaklaşımlar. Teorik olarak, atmosferin bir bölümünü iyonize ederek uzaya CO2 atma fikrine

“karbondan kurtulma”, CO2’yi atmosferden ya da termik santral bacalarından emerek yerkabuğuna, okyanus tabanına gömmeyi hedefleyen fikre de “karbon saklama” deniyor. Borsaların, küresel sermayenin tek umudu bu tür bir teorinin bir an önce uygulamaya geçebilmesi. 2005 tarihli IPCC “karbondioksit yakalama ve saklama” özel raporunda göze çarpan iki şey var. Birincisi, gaz karbonu yakalayıp, sıkıştırıp, boru hatlarıyla taşıyıp gömmenin öngörülen maliyeti bu fikri sadece özel durumlarda uygulanabilir kılıyor ve yüksek miktarda enerji gerektiriyor. İkincisi, bu fikrin “madencilik dünyası” içinde olduğu; yani bu sektörü sınırlamak, durdurmak yerine kabaca iki katına çıkarırsanız (boru hatları, enjeksiyon tesisleri vs...) atmosfere bıraktığı karbondioksiti kendi kendine epeyce (%80-90)

azaltabiliyor! Tabi, bilim kurgusal bir gelecekte. Uyanıkların ve kazanmayı bilenlerin geleceğinde.

AB’nin iklim değişikliğinde yüklendiği öncü rolü ve geçirmekte olduğu ekolojik modernizasyon süreciyle

sürdürülebilirlik endüstrisinin öncülüğüne soyunma hamlesini uyanıklık olarak nitelendirmek kaba görünebilir. Hele ABD tam gaz savaş endüstrisinin süvariliğine devam ederken. Gelişmekte olan sürdürülebilirlik endüstrisinin tüketicisi olmak, hibrid araba, düşük sarfiyatlı beyaz eşya, yeşil kredi katı almak hem makul, hem zorunlu (hem de kolay) gözüküyor. Duyarlı ve sorumlu yaşlı kıta imajını pekiştirmek için uğraşan AB, yapıcı bir süreç (gelecek nesilleri ve dünyayı kurtarma süreci) için birlik çağrıları yaparken, uyanık yaftası yapıştırmak akıl işi mi?

Kesinlikle, çünkü, birbirine benzeyen (ve karıştırılan) iki kavram, ekolojik modernizasyon ve sürdürülebilir kalkınma, Avrupa’nın kimliği, Avrupa’yı tanımlayan en kilit değerler haline gelirken, çevre ülke ve kültürlerce tartışılmaksızın kabul ediliyorlar, makul bulunduklarından ve alternatifsizlikten olsa gerek... Halbuki her iki kavram da kapsayıcı evrenselllik makyajının altında oldukça ideolojik ve politik kavramlar. Sürdürülebilir kalkınma zaten üzerine epeyce yazılıp çizilmiş, çokça eleştirilmiş, yine de küresel gündeme damgasını basan bir hedef. Sürdürülebilir kalkınma bir hedef, çünkü bugünkü ekonomik büyüme-gelişme fikriyatının içine ekoloji parametresini tümüyle entegre etmeyi gerektiriyor. Yani maden açan firmanın kestiği ağacın, yolduğu otun maliyetini de hesaba katmasını gerektiriyor. Kalkınma saplantıs ının dışında bir önerme barındırmasa da, sadece kısmi başarı ile sınırlı olsa da, sistem içinde aklı

selim bir öneri gibi görünüyor. Eleştirel yorumların bile hakkını teslim etmesi, alternatifsiz görünmeyi beceren verili sistemin içinde bir kazanım olarak değerlendirilmesinden kaynaklı. Eninde sonunda sürdürülebilir kalkınma çok boyutlu bir hedef, üretim süreçleri, tüketici alışkanlıkları, ürün standartları, refahım dağılımı gibi bir çok konuda değişim öngörüyor, değişim market mantığının içinde olsa da...

Avrupa Birliği’nin 1990’lardan beri ezberlettirecek kadar çok tekrarladığı, ekonomi ile ekolojinin uyumlu yönetimini, kalkınmanın çevre için ne kadar gerekli olduğunu savunan söylem ise, sektörler, firmalar, ürünler düzeyinde işleyen, çok daha dar bir çerçeve. Hani insan, eleştiriye boğulan sürdürülebilir kalkınma çerçevesini arar hale geliyor. Ekolojik

(4)

modernizasyonun sürdürülebilir kalkınmadan farkı, temelde sadece kazan-kazan durumlarını gözetmesi ve baktığı her sektörden, sanayiden, süreçten bir kazan-kazan durumu üretmesi. Yani zaten kıt ve muğlak olan etik, toplumsal dönüşüm fikirlerini iyiden iyiye kulak arkası etmesi, mutlak bir market fomülü olarak işlemesi. Kaba tabirle,

sanayicilerin çözümü olması. Evet, sürdürülebilir kalkıma yolunda, AB öncülüğünde ve BM çatısı altında yapılmaya çalışılan, biyosferdeki karbon çevrimi ve dengesiyle oynamayı azaltmak ya da durdurmak değil, o çevrim ve dengeyi oyuncak haline getirmektir. Kazanmaktan vazgeçemeyen, kazanması gereken gelecek nesiller için.

İnsan merkezciliğin geleceği

Ne anlıyoruz gelecek nesiller, kuşaklar dendiğinde? Torunlarımız, onların torunları? çünkü biz çekip gideceğiz bu dünyadan? Bir yere gideceğimiz yok halbuki, toprağın altında bir süre çürüyen karmaşık moleküllerimiz bir bitki tarafından bir gün yeniden yüzeye çıkarılacak, bizim torun da o bitkinin yaprağını yiyen hayvanı yiyecek.

İnsan merkezcilik, kendini belki de en çok gelecekle ilgili kurgularda, kabullerde gösteriyor. Evrimin son halkası olmaya kararlı, gezegen sınırlarını aşma çabasındaki insan evladının öldükten sonra bakteriye, solucana, toprağa (earth) dönüşmesini yediremiyoruz sanki. Gelecek kuşakların refahı derken, torunların banka kredisi, gayri safi milli hasılası gibi hepten farazi şeyleri düşünüp planlıyoruz, ama gezegenin bir bütün olarak nasıl değişmekte olduğunu düşünmekten adeta kaçınıyoruz.

Bugün iklim değişikliği diye algıladığımız şey, enerji manyağı olmuş türümüzün, çevresini yönetme ve kendi faydasına göre yeniden organize etme güdüsüyle, yer kabuğunda daha fazla enerji tutulmasını sağlaması, ve bu durumunu engellemedeki acuzeti olarak görünüyor. Yarı kapalı bir sistemdeki enerjiyi arttırdığınızda, hız ve

kontrastın artmasına yol açarsınız. İnsan türü, sayı ve becerisindeki muazzam artışla gezegen boyutunda değişiklikler yapma, yönetme gücüne, yetisine kavuştuğu halde, bu becerisini yönetme becerisine sahip görünmüyor. Güneş

sistemindeki başka gezegen ve uydularda hayat başlatmayı planlayacak düşünsel ve teknolojik düzeyde bulunan bu endemik tür, bir yandan birbirini palalarla (ya da fizyonla) öldürmekten vazgeçemiyor. Gelecek kuşaklara vatan için öldürme gibi bir fikri öğretmeğe devam eden ve öldürme (savunma, güvenlik) sanayisine gözü gibi bakan “küresel toplum” hala bir ortak vatan algısına sahip değil. 21. Yüzyılın başlangıcında, içinde bulunduğumuz “küre” algısı, o kürenin yaşayan bir sistem, bir gezegen olduğunun unutulmasına dayanıyor. Gezegenin doğal sistem ve akışları, küresel sermaye akışına kurban ediliyor.

İnsan merkezci kazanma fikriyatı, ekosistemi korumak amacıyla; arabasız, otoparksız, güvenlik sistemsiz kimsenin kalmayacağı hayalllerini (ve bu arada atmosfer de dahil herşeyi) pazarlayarak ileliyor. İşte gelecek kuşakların sağlık ve iyilik dolu günlerde yaşamasının BM bandrollü reçetesi! Hepsi kazanacak bu bebeklerin!

Mehmet ALİ ÜZELGÜN, Ekoloji Kolektifi Haziran 2008 * Bu yazı, üç ekoloji dergisinin 2008 sayısında yayınlanmıştır.

Referanslar

Benzer Belgeler

Ancak insan onuru, yani insanın akıl ve vicdan sahibi bir varlık olarak değerli olduğu bir kere kabul edildikten sonra, insanın yaşam hakkının, özgürlüğünün, düşünce

hasılada yatırımların oranı, borçların gayri safi milli hasılaya oranı, dış borçların ihracata oranı, taşıt sayısı, enerji tüketimi, yenilenebilir enerji oranı,

Durban'da üzerinde mutabık kalınan paketin, diğer hususların yanında, iklim değişikliğiyle mücadele konusunda tüm ülkeleri bağlayan hukuki belgenin 2015 yılına kadar

Konferansta, yeni resmi iklim anla şmasının önemli bağlayıcı konularının yer aldığı metin onaylandı.. Ev sahibi Meksika tarafından hazırlanan metin, Bolivya

İngiliz The Guardian gazetesi, petrol devi ExxonMobil tarafından finanse edilen bir Amerikan kuruluşu olan The American Entreprise Institute’un (AEI) BM taraf ından 1988’de

İlerlemeci ve kalkınmacı anlayışın sorgulanması için en kritik küresel dönemeç olan insan kaynaklı iklim değişikliği fenomeni, düşük sarfiyatlı ampullerle,

İKLİM AKTİVİSTİ GRETA THUNBERG’İN BİRLEŞMİŞ MİLLETLER (BM) ZİRVESİ’NDEKİ

Tekstil sektörünün üretim hacminin geniĢ ve proses adımlarının fazla olması birçok çevresel etkiyi de beraberinde getirmektedir. Bu nedenle ilgili sektörde ciddi