• Sonuç bulunamadı

Şaban Şimşek. Alacaklı

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Şaban Şimşek. Alacaklı"

Copied!
52
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

(2)

Şaban Şimşek

Alacaklı

2020

(3)

ŞABAN ŞİMŞEK

1948 yılında Mersin Evcili Köyü’nde doğdu. Ailenin yedi çocuğun- dan altıncısıdır.

İlkokulu köyünde okudu. Mersin Lisesi orta bölümünden sonra Ga- ziantep Erkek İlköğretmen Okulu’nu kazandı, 1966 yılında öğretmen oldu. Eğitim önlisansı bitirdi. Afyonkarahisar, Zonguldak ve Mersin’de uzun süre köy öğretmeni ve yönetici olarak çalıştı.

1994 yılında emekli oldu. Mersin’de yaşıyor.

Yerel dergi ve gazetelere halk bilim, anı, araştırma, şiir ve öyküler yazdı. Öyküleri Erik Ağacı Öykü Sitesi, Acemi Dergisi, Kirpi Düşün ve Edebiyat Dergisi’nde; TOPLAYICI adlı romanı Ozan Yayıncılık’ta ya- yınlandı.

(4)

Alacaklı

(5)

Alacaklı

Yazan: Şaban Şimşek

Yayın hakları: Bu kitabın hakları saklıdır. Şaban Şimşek’ten yazılı izin alınmadan kısmen ya da tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

Dijital yayın tarihi: Ocak 2020

Kapak fotoğrafı: Abdulkadir Akpınar Kapak tasarım: Şaban Şimşek Yayınlayan: Şimşek Yayınları

Alacaklı / Şaban Şimşek, Türk edebiyatı / roman

Osmaniye Mahallesi Avukat Ahmet Boz Caddesi No: 22/4 Toroslar - Mersin

Tel: 0544 430 5743

Email: ssimsekyzr@gmail.com

(6)
(7)

Bir

Selma, “Ablam!” derdi, Döndü‟ye, Deniz‟i her bı- raktığında: “Geç kalmam ha, bilesin.”

Kadın, her seferinde, her ne işi varsa, gece yarıları- na ancak gelirdi. Döndü, uzaktan da olsa, bir silah sesi duysa -bugünler oldukça çoğalmıştı çünkü- yüreği kaygıyla burkulur, gözü kapıda, Selma‟yı beklerdi.

“Hoş” derdi Döndü, “kocamın da Selma‟dan geri kaldığı yok ya.” Geçen kıştan beri, doğrusu, radyodan anarşinin azdığını duyduğu günden beri, her şeyden korktuğunu biliyordu çünkü.

Döndü, bir gün, “Selma kız” demişti, “anarşi, eşkı- ya mı demek?”

“Nereden çıkardın bunu ablam?”

“Radyo diyor da.”

“Boş versene.”

“Ne bileyim ben. Eskiden bizim köyü eşkıya ba- sarmış...”

Selma, “Değil, ama az buçuk öyle sayılır.”

“Öyleyse” demişti Döndü, “Yani, Maraş‟ı basanlar da bu eşkıya mı Selma?” Çünkü dün akşam izlemeye gittiği komşunun televizyonu, bir vakit Maraş‟ta, yüz- lerce insanın öldürüldüğünü ve evlerin yakıldığını göstermişti.

Selma, “Hah!” demişti, seviyle gülümserken.

Ta sonraları, mahalleden kim vurduya gidenlerin cenazelerinin her çıkışında, korkusunun katlanarak arttığını anımsadı Döndü. İçi içine dar geldiği zaman,

“Her neyse bu.” derdi, “Selma gelmese içim yanıyor,

(8)

amma kocam gelmese yüreğim param parça. Allah‟ım aklıma mukayyet ol!”

Bir pazar günü, mahalleli bir öğretmenin öldürül- düğünü duyunca, sıranın kendilerine de gelebilece- ğinden emindi Döndü. Büyük bir kaygıya kapılmıştı:

Ne Selma‟ya, ne Ayşe‟ye diyebilirdi, ne de bir başka- sına. Rıza‟nın, “Fazla konuşma” diyen tembihi kulak- larında, evin odalarını dolanıp durmuştu. Akşamı zor etmiş, ama kocası da hala gelmemişti.

Döndü, o gün, gece yarılarına değin Rıza‟yı bekle- diğini hiç unutmadı. Bir ağlama tutturduğunu, duru- lunca uyuyakaldığını, düşünde Rıza ile oynaşırken bir tıkırtıyla uyandığını bugün gibi aynen anımsadı; kar- şısında sırıtıp duran Rıza‟ya koşup sarıldığını da.

Adamın üstü başı kir pas içindeydi. “Yapma Rı- za‟m!” demişti, “Başımıza bir şey gelecek diye öyle çok korkuyorum ki!”

Rıza‟nın gülümseyen yüzü az biraz sarkar gibi ol- muş ya da Döndü‟ye öyle gelmişti. “Kim soktu bunu kafana bir tanem?”

“Hiç kimse, Rıza‟m. Bir sokan mı olmalı, yani?”

“Olmamalı.”

“Öyleyse… Bir daha olmaz.”

“Tamam.” demişti Rıza, başını okşayıp içini doldu- ruverdiğinde, “Haydi bir tanem, kovayı ocağa koysa- na.”

Ocağa su koymak, uyumadan yatakta sabahlamak demekti.

*

(9)

Eylülün on birinci günüydü. Selma, ikindi üzeri Deniz‟i Döndü‟ye bırakıp gene sokağa çıttı. Akşam oldu gelmedi, gece oldu gelmedi...

Gece boyu bir takım araba sesleri duyuldu. İkiye doğru bir kadın sesi “Yapmayın!” diye bağırdı. Ardı ardına silahlar patladı ve bir erkek “Yandım!” diye haykırdı. Üçe doğru, yan sokaktan bir çocuk yalvar- maya başladı: “Babamı isterim. Ne olur asker amaca, götürme!”

Yarım saat kadar yalvaran çocuğun sesi, çığrışan öteki sesler içinde kayboldu gitti.

Ta ki, sabahleyin sokakta askerler devriye gezmeye başladı ve çevre yoluna tanklar dizildi, ama Selma, hâlâ gelmedi.

Sokaktan birisi, “İhtilal oldu.” diye bağırdı. “Sıkı- yönetim var. Sakın ha sokağa çıkmayın!”

Rıza, gün boyu yatağa kapandı ve akşama kadar uyudu.

Döndü, bir ara, Deniz‟i yatırınca radyoyu açtı. Ab- lak bir ses anarşi diyordu, memleket, vatan, ordu… milli birlik komitesi. Gidip kocasına sordu, “Ne oluyor böyle, Rıza‟m?”

“İhtilal, bir tanem… Yani ordu işe el koymuş.”

“İyi mi bu?”

“Bilemem, belki iyi, belki de kötü.”

Döndü, radyoyu imleyip, “Bak” dedi, “birisi tuhaf tuhaf türküler söylüyor.”

“Kız” dedi Rıza, “neresi tuhaf bunun. Has mı has memleket türküleri be, baksana!”

“Ya şu başlayan cazcuzgümtrak?”

Rıza, başucunda oturan Döndü‟yü belinden sarı- verdi, “Deli” dedi, “onlar da askeri marş.”

(10)

Döndü‟nün aklına bu, marş olan şey de takıldı, an- cak Rıza‟ya demekten çekindi, bu kez o kadar cahil olduğunu Rıza‟nın bilmesi şart değildi belki.

*

Sabaha üç günü dolacaktı ve Döndü, “Kadın hala gelmedi.” dedi. Kocası bunu sıkıyönetime bağladı;

ama insan sıkı ya da gevşek, bir yolunu bulur, çocu- ğunu yanına almaz mıydı? Doğuran değildi ki zavallı yokluğunu bilmesin. Yavrucak, aklına her gelişinde anam da anam diyordu ve susturana aşk olsun. O, da- ha yeni yeni yürüyordu ve onun “ana”, “baba”, “abla”

deyişi dillendiğini göstermezdi ki. “Dilsiz, zavallı bir çocuk!” Yokluğunda her ağlayışı, bir biçimde, anasını çağırış olmalıydı. Yoksa neden ağlasın, altı temiz, kar- nı tok olduktan sonra? Bir de tatlıydı ki! “Kuzum be- nim!” dedi kadın, “Eğer ben doğursaydım seni, kılını bile koymazdım elin yanında.”

Çocuğa anasından başkası eldi; çünkü ne denli se- vecen olunursa olunsun, hiçbir şey ananın yerini tu- tamazdı. Ananın yerini kendisi de tutamıyordu işte ve Deniz de “ha bire” ağlayıp duruyordu.

Hiçbir bağlantı yoktu, ama birden kayınbabası ak- lına giriverdi. Öteki yazbahardı; o zaman hep birlikte, aynı evdeydiler. Eğer Rıza, Seydişehir‟den atılmasay- dı, burada ne işleri olacağını düşündü kadın. Bereket versin yeterli birikimleri vardı; ama bir iş ayarlayınca- ya değin Rıza‟nın isteği, baba yurduydu. Böylesi, ufa- cık bir dileğine karşı durmanın yakışık almayacağını

(11)

kocasına dediği gün, doğruca Niğde‟nin yolunu tuttu- lar.

Köy yaşamı biraz zordu, ama anlayana çok da hoş- tu. “A deli!” derdi Döndü, kendi kendine, “Sen de bu köyün bir iti değil misin?”

Erikler dökmüştü, ama elmaların çiçeğe oturduğu zamandı ve kayınbabasının o okkalı sözleri, ta o gün- den beri çınlayıp duruyordu kulaklarında. Tuhaftır ki, nerede bir elma ve bir çiçek görse, onun sözleri dolu- verirdi içine, muşmula gibi buruk. “Sözüm ona, toru- nuna anlatıyordu kısır ineğin huyunu; ama asıl ken- dimeydi söylenen.” Ona göre, bir yılını dolduran gelin doğurmalıydı ve “düğünü olalı beş yılı ha geçti ha ge- çecekti bu kancığın.”

Adam, “Buzağılamayan inek hırçın olur a kızım!”

diyordu, torunu Sevgi‟ye. “Eğer şu gördüğün kara düve buzağılamasaydı, görürdün sen onun ne mene- men şey olduğunu! Alimallah ahırı birbirine katardı.”

Biliyordu ki; hiçbir kısır hayvan, hiçbir yeri birbiri- ne katmazdı. “Bunak, beni İstanbullu mu sanıyor ne!”

diye söylendi içinden; “Ben de bu boklu köydenim, sen de”, ama “ne gezer!” Babanın dediği dedikti ve yeter ki bir başlayabilsin, pos bıyıkları ıslanıncaya de- ğin anlatırdı. Oysa ahırı birbirine katan çokça ya to- sunlar ya da beygirler olurdu, düveler ve kısraklar as- la. “Kısırlar hiç değil!” Ahırda asıl kıyamet, bir hayva- nın doğuracağı gün kopardı. “Hele doğuran bir inek- se, bak sen herkesin keyfine. Ağız yemenin törene dö- nüştüğü böylesi bir ev daha var mıydı koca köyde, bunak?”

“Daraldım mı ne?” dedi içinden. “İnsan böyle mi daralır istemediği birini anımsayınca?” İnsan aklı,

(12)

çokça karşıtına yatkın olur. Birden kaynanasının yu- muşak yüzü ile sevecen bakışları canlanıverdi gözle- rinde. Babayla anayı, ikisini, karşı karşıya koyuverdi, hayalinde. Biri yazbahar, öteki zemheriydi. “Ne tuhaf iştir bu!” Onların yanına kendisini ve kocasını koydu bir de. “Kendisi çiçek, kocası böcekti; hep birbirine ge- reksinmeli.” Sonra, derin derin soludu. “Doğurmasam kıyamet mi kopar yani?” dedi, “Değildir elbet, ama niye onca şamata?”

Dedi de, bir anda köyden havalara karışıp, Mersin‟e uçuverdi Döndü. Uçmak bir düştü aslında ve bir daha uçmaksa düşten uyanış. Uyanmak bazen kırıklık verir insana, kırıklık da hırçınlık olur çoğu zaman. İçi dolu- verdi Döndü‟nün, “Hiç sevemedim adamı.” Sonra,

“Ne derler?” diye sordu ve yanıtını yine kendisi verdi,

“Kızım sana diyorum, gelinim sen anla. Ben her şeyi anladım ama…”

Yüzünün al al olduğunu hissetti birden, çünkü mutlu olunca allanırdı yanakları. “Rıza iyidir bereket versin.” Gene abuk sabuktu, “Hem iyidir, hem de bir böcektir o, çiçeğine düşkün! Ben de...”

İşte o, kayınbabasının dokundurduğu günün gece- si, yatakta bir o yana bir bu yana dönüp durduğunu anımsadığı o gece... Bir anda odanın mertekleri ve merteklerin hasır örtüsü canlanıverdi Döndü‟nün göz- lerinde. Yüreği tuttu mu ne? “Ama ne tutuş!” derdi, her aklına gelişinde. Rıza uyandırdığında hala hıçkırı- yordu çünkü: “Olmaz… Olmaz amma!”

“Ne olmaz, Döndü‟m?”

“Olmaz!”

“Döndü kız!” dedi Rıza, omuzlarını sarsarken;

“Kendine gelsene bir tanem!”

(13)

Gözlerini açtığında gördüğü yoğun bir sisti ve sisin içinde de kocası. Nedense adamcağız şaşkın şaplaktı.

Kendini tutacağına, kocasına neler olduğunu soraca- ğına, hüngür hüngür ağlamaya başladığını anımsadı.

Doğrusu, içinde öyle bir ağlama isteği vardı ki, “Dur- durabilirsen durdur.” Rıza‟nın başını göğsüne çekti- ğini ve saçlarını sıvazlamaya başladığını hiç unuta- madığını düşündü. İyi biliyordu, kocası başını sıvaz- ladıkça dinginleşirdi çünkü. “Rıza‟m bunu ne zaman belledin?” Nasıl bellemişse bellemişti ve gönlü adım adım duruluyordu işte. “Bir süre sustuğumu biliyo- rum.” Anımsamak ne güzeldi. Sustu ve gözlerini elle- riyle sildi, başını kaldırdı, “Rıza‟m!”

“Söyle bir tanem!”

“Beni bırakmazsın değil mi?”

“Nereden çıktı bu kız?”

“Baban „bana kısır düve‟ diyor.”

“Neden?” dedi Rıza; ama aslında her şey zaten apaçıktı. Doktor, kendi dölünün yeterli olduğunu, ama Döndü‟nün hiç yumurtlamadığını dememiş miy- di? “Demişti”; ama söylenmeden de edememişti, “Ne demek yani? Karım tavuk mu ki yumurtlasın doktor!

Babam da tutturmuş bir kısır düve masalı…”

“Bir gunnar karı bul da Rıza‟m, babana gunnasın dursun… Amma beni yanından atma ne olur!”

“Ne biçim söz bu Döndü?” dedi Rıza. Sesine bir se- vecenlik yükledi, “Ne seni bırakırım, ne de bir gunna- cı bulurum! O kadar…”

Zaten duymak istediği buydu Döndü‟nün ve koca- sına iyice sokuldu. Birden benliğinin Rıza ile doluver- diğini ve onu içine almak, hatta eritirken bir yandan

(14)

da erimek isteğiyle yanıp tutuştuğunu anımsadı, her aklına geldiğinde ve bugün de...

Bu oldu Rıza‟nın son sözü. O sabah derlenip topar- landılar ve gezmeye gider gibi doğruca Mersin‟in yo- lunu tuttular. Döndü, oralarda kimileri kimseleri var mı, yok mu, sormadı kocasına. Ona özgür olmak ye- terdi ve “aslında arttı bile.”

“Geçim” dedi Döndü, sonra içinden, “Geçim çok kolaymış meğer! Niğde nere Mersin nere? Burada her şey, arasan da boldu, aramasan da.” Atatürk Par- kı‟nda biriyle buluştuklarını anımsadı, ama nasıl eri- şim kurduklarını hiç anımsayamadı. Adam onları aldı, götürdü, boş bir barakaya yerleştirdi. Bir odası ve banyo olarak da kullanılan bitişik bir mutfağı vardı, ama tertemizdi. Helası ise, köydeki gibi dışarıda bir çatmaydı. O gün eve getirdiği kap kaçakla yatağı nasıl bulduğundan hiç söz etmedi kocasına. Belki satın aldı;

ancak kap kacak değil de yatak epeyce eskiydi. Aslın- da ısrar etse, belki derdi kaynağını; ama Rıza bu ko- nuda hep suskun kaldı. Havalar ısınmaya başladığı sı- rada barakadan iki odalı, ayrıca mutfağı olan ve helası da içerde, beton bir eve taşındılar; “Çünkü çinkolu ba- raka yazın çok sıcak olurmuş!”

Rıza, “Sen var olasın Ali Hoca!” derdi aklına her geldikçe, ya da Döndü o günü her anımsattığında.

Parkta karşılayan ve barakaya yerleştiren oydu ve Döndü, Rıza deyinceye değin adamın adının Ali Hoca olduğunu da bilmiyordu. Bahar yaza, yaz da güze dö- nerken daha bir rahatladılar ve elleri para da görür oldu. Ali Hoca‟nın dediği para, söylediği mal mıydı ne?

(15)

Koca Mersin‟de gezgin sebze satışından adam gibi para kazanan Rıza‟dan başkası var mıydı? “Vergisi yok kirası yok, ne kolay bir alışveriş!” derdi Rıza.

Derdi; ama ara sıra iki üç günlüğüne bir yerlere gider ve üstü başı kir pas içinde dönerdi. Bir keresinde eli yüzü yara bere içinde çıka geldi; ama daha Döndü sormadan yanıtını yapıştırdı: “Ayağım kaydı da bir tanem.”

Rıza, gittiği yeri ve ne yaptığını karısına hiç açmadı.

Döndü‟nün, “Yalnız olmaktan korkuyorum Rıza!”

dediği gün, işte o zaman, Ali Hoca‟ya yardım ettiğini söyledi; “hepsi o kadar.” Aslında yalnızlıktan değil, her gün bir adam ölüyordu sokaklarda, Rıza‟ya bir şeyler olacağı korkusundandı yakınması. Sonra, tem- muz ayında buraya taşındılar. Koşullu bir taşınmaydı bu: “Niğdeli olduğunu de, ama köyünü deme! Adını de, ama soyadını deme!”

“Ne demek bu Rıza? Böyle koşul mu olur?”

“Olur!” dedi kocası, “Ben bunu koşuyorum, sen de uyacaksın.”

“Ben senin her koşuluna uymalı mıyım?” diye sor- du Döndü.

“Hayır, ama buna uy. Kalanına ister uy, ister uyma bir tanem.”

Döndü bir an düşündü: “Olsun bakalım.”

İyi ki taşınmışlar; ev sahibi hoş bir adamdı ve karısı daha da hoş. Komşusu Selma ve “Tabi ki Deniz bebek de!”

Rıza, sürekli onun işine gittiğine göre, kendilerini adam eden oydu ve Döndü bir ara Ali Hoca‟yı yeme- ğe çağırmayı düşündü. Elbet Niğde usulü ağırlardı;

ama kocasına kaç kez söylediyse, bir gün olsun adam

(16)

evlerine gelmedi. “Onun koşulu da gelmemek miydi yoksa?”

“Deniz, düne göre daha mı kolay uyudu ne.” dedi Rıza, uykuya dalmadan önce. Döndü ise başını kal- dırdı, anılarından sıyrılıp yatağın üstünde doğruldu.

Bedenini döndürdü, çocuğu bir süre yangılı, ama daha çok acımıklı izledi. Deniz‟in gözbebekleri oynayıp du- ruyordu ve ara sıra hıçkırıyordu da. İçi eridi gene,

“Yavrum,” diye fısıldadı Döndü, “düşünde ananı mı görüyon kuzum?” İyi ki kanepeyi karyolaya dayama- yı akıl etmişti Rıza. Deniz bebek kendisine daha ya- kındı ve böylece onunla daha çok ilgilenebiliyordu.

Aslında, gündüzler gecelerden daha kolaydı; çünkü Deniz‟le oynayan çoktu gün boyu. “Daha yeni yeni yürüyen tüm bebekler bu denli oyun sever mi olur- du?” Döndü bunu asla bilemedi. Üstelik bilemezdi de;

ama “Deniz‟in oyundan vazgeçip anasını aramaya zamanı yok muydu ne.”

Asıl sıkıntı akşama doğru başlıyordu. Güneşin ışın- ları odadan çekilmeye yüz tutsun, Deniz‟i önce bir durgunluk sarıyor, huysuzlanıyor; sonra köşe bucağı tarıyor, ardından yanık sesiyle bir ağıttır tutturuyor- du. “Bu ağlayış,” diyordu Rıza, yaza doğru ölen ana- sını anımsayınca, “bir ölünün arkasından ağlar gibi.”

Döndü, Rıza‟nın benzetmesine önceleri pek bir an- lam veremedi; ama gide gide hak vermeye başladı.

Her türlü şaklabanlık, şeker, lokum hiç bir şey fayda vermiyor, hiç biri Deniz‟i avutmuyordu artık. Onun her ağlayışı bir başkaydı ve Döndü‟nün de içi bir alev.

Gün geldi, Deniz‟e bakıp o da huysuzlandı ve çocuk ağladıkça o da ağladı. Benzer günler benzer geceleri kovaladı. Böylece bir hafta devrildi, günler yenisine

(17)

karıştı; ama Döndü‟ye her şey bir ömür denli uzun geldi. Baktı ki, bir de ne görsün, Deniz bebeği kucağı- na her alışında içine bir şeyler dolu doluveriyor. Her şey damla damla birikti ve artık bundan sonra onsuz olamayacağını düşünmeye başladı. Bu, bir yıldırım sevisiydi belki; ama insan bir bebeğe, doğurmadığı böyle bir bebeğe yıldırım hızıyla tutulabilir miydi?

“Bilinemez.” dedi, ama yanıtına hiç de aklı yatmadı.

“Bilinemez elbet; ama neden olmasın.” Sonra, “Deniz bebek” dedi, “kuruyan özüme bir emdir belki.” Ger- çekten özü kurumuş muydu Döndü‟nün? Aslında, herhangi bir yanıtı da yoktu bu sorunun.

“Bugün dokuz gün oldu bebeğim. Artık anan yok, ben varım. Ben oldum sana ana. Orospu Selma öz anan olsa, gelip seni alırdı. Köpek bile eniğini ağzına alır da yanında götürür.”

Bugün güneş bulutların arasına bir girip bir çıkı- yordu ve doluveren gün ışığı gidiverince odadan, ha- fif bir serinlik basıyordu. Gene de Deniz bebek domur domur terlemişti. “Yağacaksan yağ be yağmur!” diye bağırdı Döndü. “Baksana yavrum yanıyor!”

Rıza kanepeden doğruldu, “Ne dedin ne?”

Döndü, ona bakıp gülümsedi; ama gözlerindeki ışıltı hınzırca geldi Rıza‟ya.

“Ne dedim?”

“Ne dediğini bilmiyor musun?”

Döndü bir soluk aldı, “Yavrum?”

Rıza başını salladı, “Olmaz!”

“Neden olmasın?”

“Polise başvursak?” dedi Rıza; ancak sesinde böyle bir isteğin tınısı bile yoktu. Polise başvuramazdı as- lında. Ali Hoca demese de iyi biliyordu bunu ve hiçbir

(18)

makama gidemeyeceğini de; çünkü çıkıveren bu “ey- lül fırtınasında” havalar çok sisliydi. Kemal ile Selma, olası ki artık birer avdılar ve çoktan avlanmışlardı.

Oysa Rıza, avlanmayı asla kabul edemezdi ve asla bir av olmayacaktı.

Döndü, “Olmaz Rıza!”

“Öyleyse?”

“Ben bakarım.”

Rıza, “Bak bir tanem,” dedi, “sana engel olan mı var?”

(19)

İki

“Bugün doğum günün.” diye mırıldandı kadın.

Sonra, birine der gibi seslendi: “Deniz‟imin doğum günü!”

Hırsızlıktan gelen kadın, alayla güldü, “Kimin?”

Aliye, ayağa kalkıp kadının üstüne yürüdü, “Bana bak!” dedi, “ Ne istersin bu kadından be!”

Kadın sus pus, sırtını duvara dayadı. Ellerini şalva- rının içine sokup gözlerini tavana dikti.

Selma‟nın gözleri doluverdi. Taşıveren damlalar yanaklarına doğru süzülürken, önündeki gazeteyi ko- parıp koparıp atmaya başladı. Kaç parça yolduysa bir o kadar da hıçkırdı, gözyaşları ellerine, ellerinden ga- zeteye damla damla inerken. Burnuna sağ yumruğu- nu dayadı ve birkaç kez çekti. “Yavrum” diye inledi;

“Yaşıyor musun kuzum?”

İçinde bir şeyler kabarmaya ve göğsü büyümeye başladı. Başına balyozlar iniyordu ve gözleri de pat- lamak üzereydi. “Orospu!” diye bağırdı ve sonra so- luklandı; “Orospu Döndü!”

Tezgâhın ilk gün ürküntüsü atlatılınca, ikinci gün daha kolay geçerdi. Buna, yorgunluğun da katkısı ol- malıydı, ama Selma bunu hiç düşünmedi. Üçüncü gün, Deniz‟in yüreğini burkan özlemi, memelerine bağlanan elektriği yuttu gitti. Öyle ki, falakada hayal bile kurabiliyordu artık. Dördüncü günü akşamı, Döndü‟nün oğlunu getirebileceği düşündü. Beşinci

(20)

günü askıdaydı ve Deniz özleminin bir kez daha, tüm acılarını bastırdığını gördü. Bir hafta geçti, Döndü gelmedi.

İki hafta geçti…

Gün oldu Deniz özlemi, yaşamının tek nedeni oldu, gün oldu Döndü‟ye kızgınlığı her şeyi silip süpürdü.

Kızdıkça meme uçları sızladı. Meme uçları sızladıkça Döndü‟ye kinlendi. Başlarda sızıyı elektriğe yordu, ama gide gide buna da alıştı.

Bugün hem meme uçları, hem de yüreği sızım sı- zımdı. Kulakları uğultulu, gözleri buğulu, “İtin gun- nadığı kadın!” diye bağırdı. “İnsan insana böyle mi yapar? Yavrucuğum anasız durabilir mi? Zavallı De- niz‟im… Orospu! Ne yapacaksın elin çocuğunu?”

Gazeteyi bıraktı, oturduğu, ancak kayıveren karto- nu altına çekti. Sırtını duvara dayadı ve derin derin soludu.

Gözetimin kapısı açıldı. Her açılan kapı ya tezgâha yolculuğa çıkmak ya da bir azmanın eziyete başlaya- cağına gösterendi.

Gelen ikinci şube adamı, kapıya yakın büzülüp du- ran hırsız kadına yaklaştı. Bir tekme attı ve bağırdı:

“Ayağa kalk lan!”

Kadın ayağa fırladı, duvara dayanıp memeleri üze- rinde kollarını bağladı.

Aliye, “Buna da elektrik vermişler… Namussuz- lar!” diye düşündü.

Adam, dün gelen sarışın kadına döndü, “Senin su- çun ne?”

“Yedieminliği suiistimal, efendim.”

Kırk beşlerdeki esmer kadın, “Kocamı bıçakladım.”

dedi.

(21)

Aliye, yutkundu: “Dev-yol efendim.” dedi. Adamın sorguda elektrikçi olduğunu biliyordu: Açık kalan gözbağının aralığından görmüştü çünkü.

Köylü giysili bir kadın, “Hakaret efendim.” dedi.

“Orospuluk yapma!” dedi adam, “Yalan söylüyor- sun!”

“Vallahi komiserim!”

Komiser olmak, her düz polisin hayaliydi. Adam, gülüverdi: “Bak gözünü patlatırım ha!”

“Tamam… Efendim, zina.”

“Hah! Şimdi oldu.”

Adam, Selma‟ya gelince, “Haydi” dedi, “ziyaretçin var.”

Bir an Döndü‟nün gelmiş olacağını düşünen Selma, hafifçe gülümsedi, “Sağ olun.”

Adam, “Uzat.” dedi, kelepçeyi gösterip.

Selma, kayıtsızca ellerini uzattı. Adam da bir atakta kelepçeyi taktı. Sol dirseğinden tuttu: “Haydi.”

Bodrumu çıkıp zemine geldiler. Selma, bir yandan adama uymaya çabalarken, diğer yandan holün bir köşesinde, bir görüşme yeri olabileceğini tasarladı ve köşe bucağı bir çırpıda taradı. Birinci katın merdive- ninde umudu çatlar gibi oldu. İkinci katın merdive- ninde ise bu çatlak bir parça büyüdü. Üçüncü katın merdiveni bittiği anda her şey dağılıverdi: Tezgâhın kapısı karşısında, ya hoş geldin diyor, ya da zevkten dört köşe sırıtıyordu, az sonra kelepçeyi çözüp Sel- ma‟yı tezgâhın demir halkasına bağlarken memurun yaptığı gibi…

Tezgâhın elektrikçisi, meme uçlarına doladığı telleri bantlamaya mı çalışıyordu ne. Gözbağının burun ucundaki deliği biraz daha büyük olsaydı kıyamet mi

(22)

kopardı yani? Ha öyle, ha böyle! Ne fark ederdi?

Ederdi belki. “İti an…” diye geçirdi içinden ve gerisini tamamlayamadı. “Zaten onlardan ayrılamazsın ki.

Adı batasıcalar!”

*

Memur, Selma‟ya yazdırdığı ifade kâğıdına göz attı ve aniden bağırdı: “Bu ne be! Bak sokarım ha…”

Adamın gözleri, aynı anda Selma‟nın bacak arasına kayıverdi. Bir süre öylece durdu, sanki fark edilmesini ister gibi.

Selma, gördüğü şey karşısında dehşetle irkildi.

Besbelli ki adamın sokacağı yer, boğazı değildi artık…

Selma‟nın dişleri birbirine çarpmaya başladı. Ar- dından dizlerini ve sonra bütün bedenini bir titreme- dir sarıverdi. İstencini çağırdı, hatta dudaklarını ısırdı, ama bir türlü yanıt alamadı. Amansız bir hıçkırık gel- di, boğazına düğümlendi, soluğu boğazında dondu kaldı.

Aslında “sokarım” sözcüğünü duyduğunda vajina- sı yanmaya başlamasaydı eğer, kendini tutacağından kesinkes emindi. Elleriyle yüzünü kapattı, istencini bir daha zorladı… Zorladı, ama olmadı. Ayakları yerden kesildi ve ta uzaklara uçup gitti...

*

…Gözleri bezli ve gerili kolları da bileklerinden bir yerlere bağlıydı gene. Zemine, belki başka bir düzlü-

(23)

ğe, sırtüstü uzatılmıştı ve bluzunun düğmeleri çözülü, öylece bekletiliyordu. Her elektrik faslı böyle olurdu gerçi. Bir ara, birisi ayaklarını yoklamaya ve bacakla- rını germeye başladı. Üç beş soluk aldı ve bekledi. Ar- tık bacaklarını oynatamıyordu ve ayak bileklerinde de artan bir sıkışma vardı. Bu, iki yana berkitilmek miy- di? Ama neden? Kalçalarına bir ağırlığın hafifçe bastı- ğını duymaya başlayınca, ayaklarının bir yükseltiye alınmış ya da asılmış olabileceğini düşündü. İçinden,

“Bugün yöntem mi değişecek ne?” diye geçirdi; ama ılık bir soluk üflendi yüzüne doğru, votka çalığı; sonra tanımsız bir iç çekiş. O, ya da başkası, ama birisinin apış arasına el attığını fark ettiği anda bedeninin kas- katı kesildiğini hissetti. Üstüne iki soluk ya aldı ya alamadı, vajinasına bir şeyler girdi…

*

Gözetim yeri olsa olsa elli metrekare kadar bir bod- rumdu. Gündüzleri, tavana yakın küçücük pencerele- rinden gelen ışıkla ancak bir kısmı aydınlanabiliyor- du; ama akşamları yakılan bir lambayla da ancak bir o kadar. Duvarın bir tarafı küçücük bölümlere ayrılmıştı ve buralara, “hücre” deniyordu. İşlemi biten her suçlu ki, burada bulunan her kişinin adı suçluydu, geceleri hücrelerden birine tıkılıyor, sabah erkenden alınıp ye- niden tezgâha götürülüyordu. Sözde sorular ve yazılı açıklamalar bittikten sonra suçlu ya bir sandalyeye, çoğunlukla duvara berkitilmiş özel demir halkalara kelepçeli ya da Filistin askısına gerili olarak bir süre bekletilirdi.

(24)

Tezgâhın cenderesi asıl akşamdan sonra işletilir ve genellikle gece yarısına doğru biterdi. Selma o gece, sabaha karşı hücresine indirildi. Bitkin miydi, hiç anımsayamadı; ama kendine gelince, hücre süresi do- lan Devyollu Aliye‟yi çağırdı. Kızın gelmesiyle birlikte kapı parmaklığına önünü dayadı ve bacaklarını açtı.

Olan biteni kıza demedi; ama ona, hiç utanmadığını ve kendisinin de utanmaması, ancak kesinkes ağzını sıkı tutması gerektiği fısıldadı yalnızca. Aliye, Sel- ma‟nın apış arasına sokup çektiği parmaklarını bur- nuna götürdü ve hıçkırıkları arasında inledi, “Abla…

Senin de mi?”

Aliye sözünde durdu mu, Selma bunu asla bileme- di. Bir süre sonra savcılığa çıkarılan kızcağızı bir daha hiç görmedi. Sorgulanıp da salıverilen hiç olmadığına göre, olası ki o da tutuklandı; ama nerede? Acı, anım- sandığı anda anı olmaktan çıkıp yeniden yoğunlaş- maya başlıyorsa eğer, belleğin gizli odağında ağla- mamak olası değildir. Böylece, bedeni yeniden; ama tümüyle sarmalayan acı gider, başladığı anı da kanık- samayı dener. Selma, hiç sönmeyen bir ateşin değil, bir korun acısıyla yandığını düşünürdü hep. “Çünkü”

derdi, “alev yalar geçer, ama kor eritir.”

Bir ara içinin kıyım kıyım kıyıldığını anımsadı. Kı- yılmak, eli kolu bağlı olmak denli kapalı kalmakla öz- deşti çünkü. Ha kapalısın ha kıyık! On aydır tutuk- luydu ve ilk duruşmaya az bir zaman kalmıştı. Bu sü- rede cezaevi müdürlüğüne tam beş kez dilekçe yazdı;

ama hiçbirine yanıt alamayınca, altıncı dilekçenin is-

(25)

tek satırında, “eğer devletseniz ve eğer bir parça in- sansanız Deniz‟imi bulursunuz” diye yakındı. Yakın- mak küçülmek miydi? Değildi elbet; özde ana olmak insanı küçültemezdi çünkü. Ne algıladıysa okuyan ki- şi, ertesi sabah Selma‟yı aldılar ve müdür yardımcısı- nın karşısına diktiler. Adam, ondan, dilekçesindeki bir satırın silinmesini istiyordu. Böylesi sözler içeren bir evrakı dosyalayamazmış. Aslında daha önceki dilek- çelerin tümü işleme konmuş da daha sonuç alınama- mış. Eğer bu dilekçe değiştirilmezse hiçbir zaman, ama asla bir yere varamazmış…

Selma, adamın uzattığı kâğıdı aldı ve gülümsedi.

Sonra dürdü, büktü ve sustu. Bu an, aklından hiç çık- madı; ama adamın başka bir şey deyip demediğini de hiç bir zaman anımsayamadı. Koğuşuna götürülürken ne denli kızgın olduğunu, daha sonraları her aklına gelişinde gözlerinin yanmasından anlardı. Dilekçenin bir harfine bile dokunmadı. Ertesi sabah aynı dilekçeyi yeniden yönetime gönderdi ve daha öğlen olmadan soluğunu müdürün yanında aldırdılar.

Selma, ilk kez gördüğü müdürün zihninde bıraktığı hiçbir iz yoktu ve o anın belleğinden silinmiş olabile- ceğini söylerdi, içindeki Selma‟ya. Doğaldı belki; çün- kü aklı fikri oğlundaydı ve aldığı bilgi karşısında çıl- gına döndüğünü biliyordu. Çünkü Döndü kadın, çok sonraları edindiği bilgilerin de doğruladığına göre, daha yakalandığı hafta sonuna doğru yoklara karış- mıştı ve gittiği yeri bilen de yoktu. Bilginin ayrıntıla- rını sormadı Selma. Hoş sorsa ne yazardı, Deniz‟e değgin olmadıktan sonra.

Oğlu sağdı tartışmasız; öyleyse, kalanı vız gelirdi ona. “Vız mı gelirdi? Yoksa… Kadın kendisine bulaş-

(26)

tığından korkmuş olmasın? Komşunun çocuğuna ba- kıvermek bulaşmak sayılır mıydı? Ama… Ama ne- den? Neden Döndü? Yavrum… Ah Döndü!” Buradan sağ çıkarsa eğer, Döndü‟yü bulabileceğini düşündü bir an, hatta bundan şu anda iyice emindi. İki soluk sonra içini bir hoşluk dolduruverdi Selma‟nın. Şimdi daha dingindi artık.

Bu ara, müdüre çıkarılmadan bir iki gün önce ya da birkaç gün sonraydı belki, kocasıyla görüşebilmeyi denedi. Dilekçesinde, “karı ve kocanın birbirleriyle görüşmesinin hakları olduğunu” iki kez belirtti. As- lında, o sırada Kemal‟in Deniz‟i bulmuş olabileceğini tasarlamıştı hep ve bu düşüncesini bayağı perçinle- mişti de. Bir düştü, tasarlanmış bir düş; ama olsun.

Bununla bir parça avundu ve bütün istencini kocasına yönlendirdi. Çünkü Kemal bir yolunu bulur, Deniz‟i aratırdı. Tanış bir gardiyanın getirip götürdüğü küçü- cük pusulalarla da olsa, bir iletişim kurabiliyorlardı ve gelen her pusula yüreğini umutla dolduruyordu. Son gelen pusulayı eline aldı ve yazının her harfinde didik didik Deniz‟i aradı. Sözcükler sevgi ve özlemle do- luydu, ama hiç birinde Deniz‟i yoktu. İçi acıyla bur- kuldu. Koca adam, eğer Deniz‟den ufacık da olsa bir haber alabilseydi, harfler bu denli özlemle kıvrılır mıydı? Deniz sağdı, sağdı ama...

Yönetmek demek, her şeyi ağırdan almak demekti anlaşılan. Her tutuklu bir köleydi ve hiç birinin, diğe- rinden fark yoktu besbelli. Öyle değilse, kendisi hangi ayıpla alınmış ve bu dört duvarın arasına sokulmuş- tu? Şu halde Selma da bal gibi bir köleydi, devletin kö- lesi…

(27)

İçindeki Selma, “Yoksa kız, İsmail‟i sen mi doğur- dun?” deyip duruyordu, eşlikçisi gardiyan Hacer‟i ak- lına her getirişinde. Daha İsmail‟i sormadan ve yanıtı- nı almadan benliği gider, Hacer‟den Muhammed‟e doğru sıçrayıverirdi, her nedense. Peygamberin boyu kendini İsmail soylu sayardı; İsmail ise, köle Hacer‟in oğluydu. Bundan dolayı Mekkeli ve Medineli köle ka- dınların tümünün memeleri açıktaydı, olası Hacer ve kendisinin tezgahta olduğu denli. Ancak köle kadınla- rın hatırı sayılır bir bölümü Müslüman olmuşlardı ve Selma‟ya göre, bu örtüsüzlerin her biri birer Ha- cer‟diler. Hacer olmayan kadınların tümünün meme- leri örtülüydü ve bu da özgür olduklarına değgin bir gösterendi. Sonra, tüm Hacerler için inen vahiy, “Ör- tünüzü göğsünüzün üstünden bağlayın!” diyordu;

ama özgür kadınlara değildi bu söz. Kapalı meme ör- tüyü netsin? Selma, asla bir vahiy beklemeyecekti ve kesinkes Hacerlerin safına da katılmayacaktı. Kendisi bir Hurreme‟ydi çünkü.

Hurreme ile Selma arasında, sözgelimi, ne fark vardı? O eski İran‟ın özgür kadınıysa, kendisi de Anadolu‟nun özgür kadını olamaz mıydı? Amaç aynı olunca zamanın bir anlamı kalmazdı çünkü. Nasıl ki Hurreme, ölen kocası Mazdek‟in yerine geçmişse, kendisi de kocasının ve oğlunun yerine geçip savaşını sürdürecekti. Bu kararı onu, her koşulda direnmeye koşulladı. İşte, on beş gün geçmişti ve hala dilekçeye bir yanıt yoktu. Bir dilekçe daha yazdı, koşullanması- na koşut; ama gene apar topar müdüre çıkardılar.

Önceleri surat astı mı, bilmiyordu; ama bu kez al- maya gelen gardiyanlara gülümseyerek baktı. “Oh!”

dedi kadının birisine, ama arkasını getirmedi ve sustu.

(28)

Uzun bir koridoru birkaç kez döndükten sonra bir ka- pının önünde durdular. Eşlikçi gardiyanın birisi kapı- yı vurdu ve içeriye girdi. Öteki gardiyan ise, koluna girdiği Selma‟yı kapı önünde bir iki dakika bekletti.

Az sonra kapı açıldı, gardiyan başını uzattı ve arkada- şına “gel” işareti yaptı. Eşlikçisi Selma‟nın koluna asıldı ve onu adeta sürükledi. Üçü birden odaya girdi- ler; ama burası daha önce geldiği yer değildi ki.

Bir masanın arkasında genç bir kadın oturuyordu ve kadın, her haliyle yerleşik bir sekreterdi; hem umursamaz, hem ne denli önemli biri olduğunu gös- terip duran bir tip. Selma, “Bu kızın başına havası vurmuş” diye düşündü. Sekreter masasından yavaşça kalktı, yürüdü ve “Müdür” yazan kapıyı, sağ parmak- larıyla iki kez tıklatıp açtı. İki yandan koluna yapıştık- ları Selma‟yı bu kapıdan geçiren gardiyanlar da onu, kocaman bir masanın önüne dikiverdiler. Müdür aynı adamdı ve gene koltuğun arkasında zar zor görünü- yordu. Belki adamın oturuşu böyleydi, ancak Sel- ma‟ya hep gömülüvermiş gibi geldi. Orta yaşın ağırlı- ğı vardı adamın üstünde. Başıyla masanın sağ önünde duran meşin koltuğu gösterdi ve Selma‟ya buyurdu:

“Oturun.”

Selma, ne yapacağını danışmak için değil, hala kendisini bırakıp bırakmayacaklarını görmek için gar- diyanlara bir soluk baktı. Kadınlar aniden kollarını sa- lıverdiler ve birer adım geriye çekildiler. Tutuklunun oturmasını bekleyen müdür gardiyanlara döndü ve sağ eliyle bir, “gidin” imi yaptı. Arkada kalan gardi- yan, “Baş üstüne efendim!” dedi ve çıktığı kapıyı ya- vaşça kapattı.

(29)

İki dirseği üzerinde hafifçe doğrulan müdür, gözle- rini Selma‟ya çevirdi; bir iki saniye süzdü ve sonra hangi örgütten olduğunu soruverdi. Selma, “Sanki bilmiyor!” dedi içinden, ancak soruyu bir solukta ya- nıtladı.

Adam, önündeki kâğıtlara eğildi, sonra başını kal- dırdı ve Selma‟yı gene birkaç saniye süzdü, ya da Selma öyle sandı. Birden, ama hiçbir giriş yapmadan,

“Kaç yaşında?” deyiverdi.

Selma, iliklerine değin titredi; çünkü bu, bir sorgu yöntemiydi ve burası hiç de uygun yer değildi. Acaba yeri olmasın? Çünkü nice kişinin alınıp sorguya götü- rüldüğünü görmüştü. Belik burada sorgulananlar da vardı. Olur mu olur! Devletin ne yapacağı bilinmez ki.

İçindeki Selma, “Saçmalama!” dedi. İki uzun saniye geçti ve Selma da bu sürede iki kez soluk alıp verdi.

Bu arada, dilekçesindeki altını çizdiği sözleri anımsa- yınca rahatladı. Sorulan kocasının değil, Deniz‟in yaşı olmalıydı.

“İki idi.”

“Ne demek, „iki idi‟?”

“On ay geçtiğine göre şimdi üç olmalı.”

Müdür, tutuklunun ses tonundan, başkaldırının yoğunluğunu ölçmeye çalıştı. Başaramadığını anla- yınca içinden sordu, “Bütün kadınlar böyle midir?”

Karısı da dolar doluşur ve bir biçimde tümünü üstüne boşaltıverirdi çünkü. Tutuklunun durumu ve karısı, olası ki ikisinin çağrıştırdığı kızı gözlerinin önünde canlanıverdi. O da üç yaşındaydı. Bu yaşın ne cici bir dönem olduğunu oğlundan olduğu kadar kızından da iyi biliyordu. Gerçekten biliyor muydu? Birden yüzü gerildi.

(30)

Müdürün gerilen yüzü, Selma‟ya acı çeker gibi gel- di. Bir derdi vardı adamın, ama gizli bir derdi. Yoksa o da mı yavrusundan ayrıydı? Özgür insan acı çeker miydi ve ona acımalı mıydı? Başını iki yana salladı ve bu sallayış, müdüre acıdığına pişman olduğunun bir göstereniydi aslında.

“Kim bakıyor?”

“Komşuya bırakmıştım.”

“Ne demek, „komşuya bırakmıştım‟?”

Selma, nedense bu söze alındı ve kanı beynine dolmaya başladı. İçinden, “Sana mı getireydim koca bunak?” dedi. Hemen kendini toparladı, “Yakalan- madan bir gün önce.”

“Şimdiye kadar hiç aramadın mı?”

“Tam altmış beş gün bağırdım.”

Müdür, bu sayısıyla kadının karakoldaki gözaltı sü- resinden söz ettiğini anladı,“Ya!”

“Bana, „örgüte girerken düşünseydin‟, dediler.”

“Bir dilekçeyle başvursaydın…”

“Dilekçeyi yutturdular.”

“Ne demek, „yutturdular‟?”

*

“Yutturdular” sözcüğü ile birlikte Selma‟nın bey- ninde bir şimşek çaktı ve gene uçup gitti. Sorgu, ifade kâğıdı… Tutuşan meme başları… Yanan vajinası…

Bir öksürük duydu, tıpkı tezgâhta ara sıra duyduğu gibi. Gözleri kapalıydı, ama bilincine sordu, “Ben ne- redeyim?”

(31)

Öteki Selma, “Salak!” dedi, “Daha nerede olacak- tın?”

Birden bulunduğu yeri anımsayıverdi. İçindeki Selma‟ya “Umarım uzun sürmedi?” dedi.

Yanıt beklemeden gözlerini parmaklarıyla sildi. Ba- şını kaldırıp baktı; müdür hala karşısında, yanakları sarkmış, kendisine bakıyordu. “Sakin olun Selma Ha- nım!”

Müdürün sesindeki bu katılık ya da baskınlık, ken- dine bir kaç kez seslendiğine değgin bir gösteren ola- bilir miydi? “Belki” dedi içindeki Selma. “Tamam…

Müdür Bey.”

“Bakın.” dedi müdür; “Bakın Selma Hanım… Ko- canızla görüşebilmeniz için savcının izni gerek. Verir mi vermez mi bilemem. İsterseniz bir dilekçe yazın.”

Selma, “Efendim,” dedi, ama içi kıyılıverdi, “Efen- dim” sözü bir kez ağzından çıkmıştı artık ve geri ala- mazdı, “duruşma sırasında mümkün…”

“Hiç ummayın,” dedi müdür, çarpan ve bildik tav- rıyla, “sizi duruşma anı dışında bir arada tutacaklarını da.”

Her sözün bir anlamı vardı elbet; ama Selma‟ya her söz bomboş gürültüydü artık. Kocasının konduğu ko- ğuşun batıda bir yerlerde olduğunu söylemişlerdi.

“Duruşmada bile adam gibi görüşemeyeceğine göre,”

dedi içindeki Selma, “ne tarafta olduğunu ne yapacak- sın deli?” Birden, bacaklarına doğru bir şeyler akıver- di. “O da ne?” Ayağa kalktı ve müdüre aldırmadan topuklarına değin inen şeyi göz ucuyla aradı; ama to- pukları ve döşeme kupkuruydu.

Mektupçuklar sevgi sözcükleriyle doluydu hep;

ama Deniz‟den hiçbir haber yoktu gene. Her volta atı-

(32)

şında ve voltasının her adımında bir ileti gelebileceği- ni düşündü. “Gelmeliydi, ama nasıl?” Kendinin yok- tu; fakat Kemal‟in ziyaretçisi var mıydı acaba? Eğer ziyaretçisi geldiyse, kocası bir yolunu bulur, oğluna ulaşabilirdi. “Ama neden bir haber yoktu? Neden?”

Belki yakınları daha içeri düştüklerini bilmiyorlardı.

“Akılsız” dedi içindeki ses, “içeri düştüğümüzü bilen varsa bile, kim bize bulaşmak ister?”

“Anam babam…” dedi Selma; “ama onlar var mı ki?” Oysa kardeşi Tahsin bile Kemal‟e karşıydı ve üs- tüne üstlük, kocasının ailesinde tek oğul olduğunu da biliyorlardı. Eğer kaynanası ve kayınbabası ölmese- lerdi, belki sahip çıkarlardı. “Sahip çıkabilecek bir başkası olur mu ki?” diye sordu içindeki Selma‟ya; bi- rinci dereceden akraba olmayan birinin, bir siyasi tu- tuklunun görüşüne gelebilmesinin olanaksızlığını bile bile. Hoş, ziyaret edecek birileri olsaydı bile, jandar- mada adamı bulunmalıydı ki gelebilsin. Umudunu bir kez daha yitirdiğini anladı ve derin bir soluk aldı;

“Deniz‟im!”

Deniz yoktu, ama umut da yoktu. “Umutsuz ve ge- leceği olmadan yaşam olur mu?” diye sordu içindeki Selma‟ya. “Eğer yaşıyorsam umudum da olmalı; ama kız, umut nerede?” Hiçbir yanıt alamayınca içinden, umudun ne olabileceğini düşündü uzun uzun. Umu- dun, bir sözcük anlamı var mıydı? Bir tanımı yoksa eğer, “Pandora denen kadın son kalan bu şeyi de salı- vermiş olmasın evrenin boşluğuna?”

Ranza arkadaşı çokça, “Bazen bir düşleme bile yer bulamıyorum.” der ve yakınırdı, “Neden sözcüklerin tümü bilinen anlamlarından uzaklaşıyor abla?”

“Ne kadar haklısın be kız!” dedi, içindeki Selma.

(33)

“Elimden başka bir şey gelmez mi müdür bey?”

Selma bundan emin değildi; çünkü özgür insan dilese dağı deler, dileğine koşardı. Bazen masal ile gerçek aynıydı ya da masalla bir takım gerçekleri öğrenmek de. Adamın bakışlarında bir hüzün vardı sanki. “Ama neden? „Üzgün olmak‟ ne demek? İnsanın gözleri içinden geçeni ya da üzgün olduğunu söyler mi?”

“Söylemez” dedi öteki Selma. “Öyleyse müdürün sesi neden titrek? Her titreyen ses acı mı çeker?” İçin- deki Selma bağırdı, “Sus artık Selma!”

“Savcıya dilekçe yazmayı unutma. Oğlundan da söz et!” dedi müdür.

“Sağ olun!” dedi Selma ve bu kez kendini tuttu; bir daha “efendim” demeyecekti çünkü.

“Güle güle Selma Hanım.”

İçinden bağırdı, “Neyime güleceğim be adam? Sen var git kendine gül!” Sonra müdüre göz ucuyla baktı ve alçak sesle karşılık verdi, “Sağ olun Müdür Bey!”

Sesi kızgın mıydı? “İnsanın sesi hem kızar hem de acı çeker mi?” İçindeki Selma kızgındı ama: “Efendim, desene salak!”

Müdür, gardiyanları çağırdı, daha doğrusu zile ba- sınca ikisi birden odaya daldılar. Yaşlı olan kadın bir müdüre, bir Selma‟ya baktı ve gülümsedi. Belli ki ola- ğan dışı bir şey yoktu.

Müdür, “Hacer Hanım” dedi ve ekledi, “tutukluyu götürebilirsiniz.”

“Bak kız!” dedi içindeki Selma, “İbrahim‟in Hacer‟i bu mu?”

Hacer, “Baş üstüne efendim.”

Selma, göz ucuyla müdüre bir daha baktı. O baktık- ça adam koltuğuna sindi ve neredeyse kayboldu. İçin-

(34)

deki Selma fısıldadı: “Bu Anadolu garibini kim müdür yapmış buraya kız?”

*

Cezaevinde başka kadın gardiyanlar var mıydı, bi- lemezdi; ama duruşma günü sabahı Selma‟yı çıkış ka- pısına değin gene bu iki gardiyan götürdü. Gene ikisi onu jandarmaya teslim etti ve ikisi ringe girinceye de- ğin kapıda beklediler.

Götürüldükleri yerin Adana‟da olduğunu, ancak belediye binasını tanıyınca anlayabildi Selma. Bugün ringin müşterisi beş kadındı. İçindeki Selma bağırdı:

“Sanki başka günleri iyi biliyorsun, salak!”

Köylü tavırlı bir kadın onunla ilgilenecek oldu.

Olağan zamanda Selma‟nın bu kadını bağrına basaca- ğına yemin edebilirim; ancak yol boyunca hep sustu.

Bir süre sonra dar bir yola saptılar ve okaliptüslerle çevrili bir alana gelince ring duruverdi. On dakika ka- dar beklediler ve sonra ringin arka kapısı gürültüyle açıldı. “Hoş” derdi her anımsadığında Selma, “sanki ringin başka bir kapısı daha var.”

Bir Jandarma, elinde uzun bir zincir, kapı önünde duruyordu. Yanına iki jandarma daha geldi. Önce biri, sonra diğerleri ringe girdiler. İçlerinden çavuş olan,

“Kızlar” dedi alayla, “ellerinizi uzatın bakalım!”

Selma, yanındaki köylü kızına, neler oluyor gibi- lerden baktı. Kız, belki de kadındı, ama alayla fısılda- dı, “Gancık köpeklerin zincir zamanı anam!”

Bir er, zinciri doladığı her kola bir halka yaptı ve her halkayı bir asma kilitle sabitledi. Sonra her kadın

(35)

arasında bir adım aralık bıraktı ve beş kadının kolları- nın birbirine berkidi. Alaycı çavuş, bu kez egemenlik tını yüklediği sesiyle buyurdu: “Haydi inin bakalım!”

Ringin kaportasına ve hele döşemesine dokunan zincirin sesi Selma‟ya bir tuhaf geldi. “Ne garip!” dedi içinden. Öteki Selma sordu: “Yapılan değil de zincir mi tuhaf, a salak?”

Biri adını ünlüyordu. İçi dalgalandı ve sesin geldiği yöne döndü. Gördüğü ile birlikte, canının bir parçası kopuverdi ve bacaklarından topuklarına doğru bir şeyler akı akıverdi. Kemal karşıda, elli adım kadar ilerdeki okaliptüsün altındaydı.

“Selma!”

Elini kaldıracak oldu; buna özeği değil, zinciri engel oldu. Selma, ancak, “Kemal!” diyebildi, ama usulca.

Onun sesini duyup duymadığını bilmiyordu. O da zincirliydi; saçları tıraşlı, yeşil tek tip giysili başka in- sanlara bağlı, tıpkı kendisi gibi.

Öteki kadınların yargısını bilmiyordu; ama Selma, aynı savın tek kadınıydı. Kemal‟e ve öbeğine bir daha baktı; tümü Tarsus kıyımında yakalanan yoldaşlardı, Kemal‟i ortalarında dimdik. Çok sonra, Özal‟ın cum- hurbaşkanı seçildiği gündü sanırım, partinin yeniden derlenip toparlanması amacıyla bir araya geldiklerin- de Hüsnü yoldaş, Selma‟nın duruşmada çok sevimli olduğunu ve kendilerine hep gülümsediğini söyledi.

Oysa Selma için o gün, ayrıntılarını anımsayamadığı, ancak çok özel ve hayal meyal bir andı; onun sisler içinde gördüğü ve bildiği tek şey, Kemal‟in çukura gömülü sağ gözüydü çünkü. Yeri değildi elbet; ama ne o gün ve ne de başka zaman kocasına, gözüne ne olduğunu hiç sormadı. Duruşma sırasında, o yan yana

(36)

oturtuldukları zamanda bile, bir olup Deniz‟iyle eriyip giden Kemal‟ine bir tek söz diyemedi. Kemal de bir gün olsun, “anlatayım” demedi. Selma, gerçeği çok sonra; ama Kemal‟in tahliyesinden aşağı yukarı bir yıl sonra Hüsnü‟den öğrendi.

Meğer Kemal‟in aralıksız iki gün tutulduğu tezgâh gününde olmuş, ne olduysa. Ne gözetim yerine, ne de hücreye indirmişler bu sürede. Üçüncü günü sabahı tümüne, üstelik tehditle, “Kemal‟in kendi gözüne bir kalem sapladığına değgin bir tutanak” imzalatmışlar.

Hepsi o kadar. On beş gün sonra getirdiklerinde Ke- mal‟in gözü sargılıymış. Bir ay sonra yarası iyi olmuş, ancak geriye, göz çukurundan başka bir şey kalma- mış…

Erkeği bu haliyle de çok hoştu. “Ah Kemal!” dedi içindeki Selma, “Spartaküs bile senin yanında yaya kalır anam!”

Umudunu Pandora‟ya kaptıran bir tutukluya bile ilk duruşması, yaşamının önemli bir dönüm noktası denli heyecan verici gelir. Selma, duruşmaya değgin değil, Kemal‟i göreceği ve asıl görebildiği için yüreği- nin ne denli coştuğunu hiç unutamadığını anımsardı.

O gün, yakalanalı on bir ay olduğunu hesaplamıştı ve savcılık sorgusu katılmazsa eğer, yargıya yeni çıkıyor- lardı. “On bir ay, on bir yıl olur mu?” diye sordu için- deki Selma‟ya. “Bu, on bir yılda Deniz‟im ne kadar büyür?”

Yargıcın birinin -kurulda iki yargıç bir subay vardı- mesleğini sorduğunu duyar gibi oldu. Oysa aynı yar- gıç adını, adresini sormuş ve birkaç saniye önce yanı- tını da almıştı; ama mesleği ona neydi ki?

“Selma Kurtuluş, mesleğiniz?”

(37)

“Müstahkar kadın!” dedi alayla. Burada moda olan eski dildi çünkü; egemen Türk İslam sentezciliğinin önerdiği dil. “Aşağılanan, değersiz, düşkün ve bom- bok edilmiş” anlamına gelen sesi, o günden sonraları bile kulaklarında çınlarken, yargı kurulu da canlanı- verirdi gözlerinin önünde. Suskun duran öteki yargıç, her nedense, yanıtından sonra başını önüne eğdi ve öyle kalakaldı. İçindeki Selma, “Çok gülünçsün kız!”

dedi, “Baksana, adamcağızı itin götüne soktun.”

*

Siyasi konuları konuşmak olasıydı, ancak her ko- ğuşta birer ikişer polis olabileceğini unutmamak koşu- luyla. Çünkü bir kaç ay içinde, durup dururken şube- ye çağırılanların çoğunun, açıkladıkları bilgilere değ- gin sorgu sualden geçirildikleri anlaşıldı. Kısa süre sonra, bu duruma da bir çözüm bulundu: Artık, bun- dan sonra hiçbir kimse, örgütüne ya da bağlantılarına değgin, hiçbir şey söylemeyecekti…

Bir suçlamadan toplu gelenler ya da önceden tanı- şanlar için bu kural pek işletilmezdi. Ola ki içlerinden birisi sorguya çağırılmasın, hemen kural anımsanır, ancak on beş yirmi gün sonra her şey gene eskisine dönerdi.

Hangi kural işletilirse işletilsin, bir örgütten tek olana, kesinkes kuşkuyla bakılırdı. Selma da tekti ve uzun süre bir başına kaldı. Dahası, bazı Devyollu kız- lar bir başkaydılar: Ya Selma‟ya bakıp bakıp birbirle- rine bir şeyler söylerler, ya da için için gülerlerdi. Bun-

(38)

lara karşın, hiçbir kimse Selma‟ya tam anlamıyla sırtı- nı dönmedi, ama gelip söyleşen de olmadı.

Tutukluluğunun ikinci ayına girdiği gün DDKD‟li Şükran selam verdi: “Nasılsın Selma?”

Ertesi gün, sayım ve kahvaltıdan epey sonra, saat ona doğru koğuş kapısı açıldı. Herkes pür dikkat ke- sildi, dokuzdan sonra kapının açılması pek olağan sa- yılmazdı çünkü.

Hacer Gardiyan, genç bir kadını içeriye soktu ve bağırdı: “Geçmiş olsun.”

Devyollu Gülendam, “Aa!” deyip kadına doğru koştu.

Kadın, biraz ikircikli, “Sen, belli, Gülendam‟sın.”

Hacer Gardiyan, “Hah Gülendam!” dedi, “Al sana bir Devyollu daha.”

“Sağ ol abla.”

Gülümseyerek geriye dönen Hacer, kapıyı gürül- tüyle kapattı.

“Ama” dedi Gülendam, yeni gelen kadına, “seni yarına bekliyordum.”

Kadın şaşkın, “Bilemem ki.”

“Anlaşılan tedrici kısa tutmuşlar.”

Kadın, anlamasa da onadı: “Öyledir sanırım.”

Kadını tutup koğuşun önüne çekiveren Gülendam,

“Arkadaşlar!” dedi, “Bu Rukiye.”

Koğuşun tümü, Rukiye‟ye hoş geldin çekmek için adeta sıraya girdiler. Selma ise en sona kaldı. Elini uzattığı anda Rukiye‟nin yüzü ilgisini çekiverdi: Bir yerden tanıyordu bu kadını, ama nereden?

Rukiye, birden silkindi, “Aa Selma!” dedi, “Sensin ha!”

(39)

Selma, az buçuk sevinir gibi oldu, “Seni tanıdım, amma çıkaramadım kız.”

“Kız” dedi Rukiye, “O yaz… Cumhuriyet Ala- nı‟ndan, hatırlasana!”

“Cam grevi destek eylemi… Tamam, tamam…”

Rukiye, bir tanış bulmanın sevinciyle, ama merakla,

“Ne zaman yakalandın Selma?” deyiverdi.

“Ta baştan beri...”

Rukiye, Gülendam‟a, “Kız” dedi, sesine acımsı bir tın katıp, “Mahallede bu Selma‟dan başka konuşulan yok ha! Bilesin.”

Selma, ilgiyle mırıldandı: “Deme kız.”

Gülendam‟ın gözleri büyüyüverdi, “Kız” dedi Ru- kiye‟ye, “bak şurada çatlayacağım ha!”

Rukiye, oracıkta, ama bir solukta Selma‟nın kaybo- luşunu, Deniz‟i Döndü kadına bırakışını, kadının sırra kadem basışını döküverdi.

Rukiye‟nin her sözü Selma‟ya ok oldu battı… Battı, battı… Yüreğini deldi geçti ve olduğu yere yığıldı kaldı.

Daha Rukiye heyecanı bitmeden, Selma heyecanı sarıverdi koğuşu. Herkes koştu, kadının başına üşüş- tüler. Kimi su içirmeye çalıştı, kimi bir iki tokat attı, kimi de göğsünü aralayıp ovuşturmaya çabaladı. Ol- du, olmadı… Selma bir türlü ayılmıyordu ki.

Embirli, hepsini yarıp geldi ve bir atakla Selma‟yı kucakladı, oturdu, başını dizine dayadı, “Çekilin lan, orospular!” diye bağırdı. “Aklınıza yeni mi geldi?”

*

(40)

Selma, ta baştan beri Sercan denen kadınla aynı ranzayı paylaşıyorlardı. Kadını bir akşam aldılar, gidiş o gidiş. Tutuklu olmak, sorgusu bitmek demekti. Geri alınışlar, yalnızca ek sorgular için olurdu ve on beş günü pek de geçmezdi. Oysa kadın alınalı iki ayı geç- mişti: Şu halde ya ölmüştü ya da polisin tekiydi.

İşte, Sercan‟ın polis olma olasılığı bir haftalık kural getirdi, ancak soğumaya başladığı ikinci haftada da Rukiye geldi.

Gülendam, Rukiye‟yi Selma‟nın ranzasına, Ser- can‟ın yerine yerleştirdi; o üstte, Selma da altta.

Yarın cumaydı ve Rukiye de görüşe çıkabilecekti, doğaldır ki geleni olursa. Değilse, bir ay sonraki ilk cumadan önce görüşü olanaksızdı. Bazen görüşe üç beş kişi çıkar, bazen koğuşun boşaldığı da olurdu.

Rukiye‟nin durumu anlaşılır anlaşılmaz bir uğultudur koptu: “Ne şanslı kadın be!” dediler, “Düşmüş, ama kedi gibi dört ayağı üzerine.”

Yatağa bir biçim verdikten sonra, “Kız” dedi Gü- lendam, “sen hangi mahalledensin?”

“Sağlık.”

Gülendam‟ın yüzü sarkıverdi. “Öf be!” dedi, “İnsan unutmaya çalışıyor, amma olmuyor ki.”

Rukiye “Neden?” diyecek oldu, ancak Selma‟nın kaş işaretiyle sustu.

Meram Sineması kıyımını anımsamasıydı Gülen- dam‟ın yüzünü karartan. Öcünü almak istediği için de buradaydı. Derin bir soluk aldı, dişlerini sıktı, Ruki- ye‟ye acıyla baktı. “Kız” dedi, gözleri buğulu, “Yasin Ağabey‟im de Meram‟daydı, biliyor musun?”

“Biliyorum.”

Gülendam, gözleriyle nasıl bildiğini sordu ve sustu.

(41)

“Ben cenaze töreni komitesindeydim de...”

Öyleyse Gülendam neredeydi? İnsanın ağabeyi öl- sün de cenazesine katılmasın, olur şey değildi. Buna Gülendam‟ın bir yanıtı olmalıydı. Vardı zaten: “İz- mir‟de gözaltındaydım kız.” dedi. “Keşke o eyleme katılmasaydım…”

“Üzülme!” dedi, Rukiye. “Olan olmuş. Elinden ne gelirdi ki.”

“Öf!” dedi Gülendam, “Bunu başka bir zamana bı- raksak…”

Belli ki kız, her zaman yaptığı gibi, acılarını ertele- mek istiyordu. Selma ile Rukiye de susarak ona ya- rımcı oldular.

“Poliste kaç gün kadın kız?”

“İki buçuk ay kadar.”

Gülendam, Selma‟ya “Bak bak!” dedi. “Biz beş ay kalalım, Rukiye adeta misafir olsun!”

Rukiye, “Ee!” dedi, “Raconu ben kesmedim ki anam.”

“Ne şans be!” derken Gülendam, gıptayla gülüm- sedi.

Selma da alayla, “Galiba dışarıda devrim olmuş.”

Rukiye, “Ah keşke!” dedi.

Bir atakla ayağa kalkan Gülendam, “Haydin ben gittim.” dedi ve koğuşun arkasına doğru yürüdü.

“Selma başıyla, Rukiye de “Olur.” diyerek Gülen- dam‟ı uğurladılar.

Selma‟nın beklediği an anca geldi. Başını kaldırıp Rukiye‟ye, “Şu benim hakkımda denilenler…” diye- cek oldu.

(42)

Selma‟ya seviyle bakan Rukiye, “Az önce dediğim gibi” dedi, “senin kayboluşun, Döndü‟nün göçünden başka denecek bir şey yok be anam!”

Selma adeta dayattı: “Döndü‟yü de…” diye fısılda- dı, “Döndü‟yü!”

Sesine olası, az biraz bir acı eklemeye gayret eden Rukiye, “Mahalle Döndü‟nün gittiğini biliyor, ama inan ki Selma, nerede olduğunu bilen bir kuloğlu yok.”

*

Her ayın ilk cuma günü, cezaevinde, kendiliğinden bir sus pus başlardı. Aslında tam bir sessizlik sayıl- mazdı, ama rahatlıkla fısıltıyla yakın bir susuş denile- bilirdi buna. Bu geleneğin, salt siyasi koğuşlara özgü olduğunu söyleyenlerin çoğunluğu adi suç koğuşla- rında yatanlardı. Ama sus pus, görüş bitimine değin sürer, sonra her şey eski halini alırdı. Doğrusunu tam bilen yoktu, ancak bir gelenek yerleşmeye görsün, vazgeçmek olanaksızdı.

Zamanla, siyasi kadınlar koğuşuna da bu kural kondu ve bugün koğuşta sinek uçsa duyulurdu.

Görüş saati ilk zamanlar dokuz buçukta başlar, on birde biterdi. On İki Eylül‟ün birinci yılından sonra görüşün başlangıcı aynı kaldı, ama öğlenden sonra üçe kadar sarktığı günler de oldu. Görüşe gelmek, sa- bahın yedisinde başlayan bir serüvendi. Yediyle sekiz arasında yoklamalar biter, cezaevinin alanına alınan görüşçüler koğuş koğuş sıraya konur, adı okunanlar içeriye alınırdı. Eskiden alanda birkaç metrekarelik

(43)

gölgelikler varmış. Yönetim orduya geçince öncelikle gölgelikler sökülmüş. Böylece yağmurda güneşte, so- ğukta sıcakta sığınabilecek bir yer kalmamış…

Soğukta pek olmazdı, ancak sıcağın bastırdığı gün- lerde bayılanlar, görüşçülerin yardımıyla, ayılıncaya değin orada kalırlardı.

Saat onda koğuş kapısı açıldı ve herkes pürdikkat adının okunmasına hazırlandı. Başka hazırlıklar da vardı elbet, tek tipi giymek gibi. Saçlar taranmalı, ama uzunsa salıvermek yasaktı. Ya örgülü olmalı ya da at- kuyruğu bağlanmalıydı. Kısa saçlılar için sorun yoktu;

ister yandan, ister ortadan ayır, karışan olmazdı.

Gelen gardiyan Hacer‟di. Elinde liste, koğuşun or- tasında durdu ve okumaya başladı: Yataklı, Embirli, Esma ve Rukiye‟le bitlikte daha beş tutuklu ilk posta- da görüşe çıkacaklardı.

Tek sıra oldular ve Hacer önde çıktılar. Dışında bekleyen öteki gardiyan da kapıyı kilitledi. Beklenme- den, sıranın önünde Hacer, ardında gardiyan Naciye, koridorda yürümeye başladılar. Genelde, koridora çı- kan her tutuklu yön kaybına uğrardı. Yalnızca elektrik lambalarının aydınlığında bir süre yürüdüler ve güne- şin parladığı küçük bir salona geldiler. Bu salonun dört duvarından dört bir yana koridorlar çıkıyordu.

Sol koridora döndüler. Bir duvarda dört kapı vardı ve her kapının önünde bir erkek gardiyan duruyordu.

Hacer, soldaki son kapıya gelince yaşlıca adama selam verdi. Gardiyan buyur etti, içeriye girdiler.

İnce, uzun bir salondu burası. Karşı duvarda, hüc- reye benzer on tane bölüm vardı. Her bölüm, bir cam bölmeyle içerdeki başka bir salona bakıyordu. Hacer

(44)

tutukluları birer hücreye yerleştirdi ve karşı salondaki gardiyana tamam işareti verdi.

Ziyaretçiler, bir dakika içinde salona doluştular.

Kimisi görüşçüsünü hemen buluverdi. Yaşlı bir kadın, tek tek baktığı hücrelerin dolu olduğunu gördüğü halde, ayaklarını sürüye sürüye görüşçüsünü aradı.

Birisi ona, sondaki camı gösterince canlanıverdi, “Ru- kiye‟m!” diye inledi.

Tek camda, sesin geçebileceği hiçbir delik yoktu.

Ses geçişi hücrelerin yan kenarlarından verilmişti. Baş- larda bunu göremeyenler, ne denli bağırsa bağırsınlar, iletişim sıkıntısı çekerlerdi. Hacer, Rukiye‟nin toylu- ğunu bildiği için ona kenara aldı. Kadına da, Ruki- ye‟nin karşısına gelmesi için işaret etti.

Rukiye, “Anne!” diye bağırdı. “Nasılsın bir ta- nem?”

Kadın, kulağını sesin geldiği yöne verdi: “İyiyim kızım. Sen nasılsın?”

Rukiye, iyi olduğunu diyemedi. Tezgâhtan yeni çı- kan hangi insan iyi olabilirdi ki: “Babam nasıl anne?”

“İyi de…”

Rukiye‟nin yüzü geriliverdi: “Hala affetmiyor ha?”

Kadın yutkundu ve “Hı.” dedi.

“Ali okula başladı mı anne?”

Kadın, bir hı daha çekti. Sonra iki elini cama daya- yıp, “Avukat „yakında çıkar‟ diyor.”

Bu, Rukiye‟ye verilen bir umuttu belki, ama asıl inanan annesiydi. İçindeki, gidip annesine sarılıverme isteğini bastırdı ve bu kez Ayla‟yı sordu: “Enişte bir iş bulabilmiştir inşallah.”

“Yoo kızım… Ne gezer.”

“Ama neden ki?”

(45)

“Sen…”

“Yani ben?”

“Soruşturmada hep sen…”

Özel işyerlerinde bile güvenlik soruşturmasından geçemeyenlerin işe alınması olanaksızdı. Rukiye üz- gün, “Hep ben ha, anne?” dedi.

Kızına sevecen gözlerini diken kadın, bir yandan başını sallarken, yalnızca “Hı!”diyebildi.

Orta hücredeki tutuklu ile görüşçüsü kavgaya baş- ladılar. Karşıdaki orta yaşlı, şişmanca adam, “Allahın belası!” dedi. Sonra avazı çıktığınca bağırdı: “Olmaz olaydın! Sana kızım demeye utanıyorum!”

Tutuklu, “Baba!” diye bağırdı: Esma‟ydı bu. Yüzü allak bullaktı. Çömelip ağlamaya başladı: “Bir daha gelme bana. Yüzünü bile görmek istemiyorum.”

Adam, kızına bir lanet işmarı çekip çıkışa yürüdü.

On beş dakika su gibi geçti ve bitiş zili çalmaya baş- ladı. Yataklı Melek, oğluna veda ederken, “Allah be- lanızı versin.” diye söylendi. “Bir aya on beş dakka ye- ter mi be!”

Embirli, “Anne!” dedi.

“Söyle Emine‟m.”

“Kuzuma iyi bak n‟olur!”

“Elbette kızım.”

“Hoşça kalın anne.” Embirli‟nin yanağından bir damla yaş indi, sağ ayağının önüne düştü.

Emine‟nin ağladığını gören Hacer, kolundan çekti ve annesine gitmelerini işaret etti. Naciye‟de Esma‟yı kolladı, tek sıra olup kapıya doğru yürüdüler.

Birinci postanın gidiş gelişi anca yirmi beş dakika sürmüştü. Şimdi ikinci postadaydı sıra: Gülendam,

(46)

Fatma, Suzan, Saliha, Şadiye ve Şükran‟la birlikte altı kişi daha.

Bu postada, Suzan dışında herkes koğuşa gülerek girdiler. Suzan‟ın kocası, tutuklu olduğu gerekçesiyle boşanma davası açmış. Sözde bu yasal hakkıymış.

Kendisinin solcu olduğunu bildiği halde daha fakülte bitmeden evlenme teklifinde bulunmuş, ama Suzan nereden bilsinmiş adamın sağa meyilli olduğunu. Üs- tüne üstlük ödleğin tekiymiş. Bir eylem konsa, korku- dan tir tir titrer, bir bahane uydurur kaçarmış...

Suzan‟ı ilgiyle dinleyenler olduğu kadar sessizce yerenler de vardı. Ona, en ifrit olan Fatma oldu: “İn- san özelini bu kadar karalar mı be!”

Nazlı, Sema, Şeyma, Gülay, Zeliha ve Kerime‟den oluşan son posta olaysız döndü.

Bir ara Selma‟nın ranzasına gelen Gülendam, “Kız”

dedi, “Senin hiç yakının yok mu be?”

Selma anlamsızca baktı, “Var.” dedi.

“Hani ya?”

“Öf be Gülendam! Kocam var, biliyorsun o da tu- tuklu. Aynı davadan olmasaydık bekli görüşürdük.

Oğlum var…” Selma birkaç defa yutkundu, “Oğlum var, o da kayıp.” dedi ve Gülendam‟a acı acı baktı.

Gülendam üzgün, “Bağışla abla!” dedi. “Yaranı deştim.”

Selma‟nın istencini zorladığı, gülümsediği halde gamzelerinin çıkmayışından belliydi, “Aldırma kız.”

*

(47)

Bir gün, havalandırmada yalnız başına volta atar- ken Selma‟ya yaklaşan Fatma, “Selam” dedi, “Ben de sana katılabilir miyim?”

Selma, konuksever, “Selam kız.” dedi, “Haydi gel.”

Birbirlerine bir şeyler demeden iki tur attılar. Fat- ma‟nın bir derdi olmalıydı. Selma, ilkin onun açılma- sını bekledi. Açılmazsa eğer, biri iki tur sonra kendisi başlardı.

Fatma, dördüncü tura gelince yavaşladı. “Selma”

dedi, “Ne oldu bize böyle?”

Bildiği kadarıyla kendisinin Fatma‟yla, Fatma‟nın da başkalarıyla hiçbir sorunu yoktu. Şu halde kadının sorusu özel değil, siyasi olmalıydı. Bilirdi ki koğuşta siyasi konuları tartışmanın bir bedeli vardı. Diğer yandan Fatma‟ya güvenmeyecek de kime güvenecek- ti? Anlamamışı oynadı ve soruya soruyla karşılık ver- di: “Ne oldu ki Fatma?”

“Daha ne olsun kız.”

“Yani?”

“Biz bunca çabayı hapis yatmak için mi verdik?”

Bir soluk düşünen Selma, “Elbet değil.” dedi.

Fatma, yılgın yılgın baktı: “Ezip geçtiler.”

Selma, “Tamam, öyle de.” dedi, “Bana kalırsa, iş çok farklı.”

“Nasıl yani?”

“Dışarıyla iletişim kurmamız hemen hemen ola- naksız. Ancak, sanırım ne senin örgütün, ne de be- nimki daha bitmedi.”

Fatma‟nın gözlerinde ufak bir ışıltı belirdi: “Kız”

dedi, “Rukiye‟ye sorsak?”

“Daha değil. Onu iyice tanıdıktan sonra, belki…”

Referanslar

Benzer Belgeler

Emrin gereğini ilk gerçekliştiren Zührî (ö.124/741) olmuş 8 , bu tedvîn de genelde şifâhî nakilden yazılı nakle geçişin başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Nitekim

Avusturya sefiri Baron Kaliçe: «— Istî.nbulofun bize danışmadan bu notayı gönderişine hayret ediyo - ruz. Hele şu son aylarda Prens Ferdi- nandı sahabetten

and offenders to solve their dispute through mediation?”, “Do you trust that we have a well trained mediators?” and “Do you believe that mediation in criminal

Doğum yemeği, diş bulguru, sünnet yemeği, söz kesme, nişan yemeği, kına gecesi, düğün yemeği, cenaze yemeği gibi tören

Macaristan'da üç gün içinde kuvvetli yağış beklerken çevreye yayılmasından korkulan 2,5 milyon ton zehirli atık için baraj in şa ediliyor.Macaristan, çatlamış

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Başkanı Kemal Derviş, "Küresel ısınmada tüm dünya uzun vadeli bir risk ta şıyor ama en çok ve hemen yakın gelecekte

(Adamın bu üç cümlesi arasına önce virgül koymuştum. Sonra vazgeçtim ve nokta koymayı seçtim. Nokta, durumu aslına uygun biçimde yansıtmak için daha elverişli, daha

 Borçlunun alacaklının ihtarına rağmen ve borcun muaccel olması rağmen yerine getirilmemesi durumunda borçlunun temerrüdü söz konusudur.. Para borçlarında paranın