• Sonuç bulunamadı

?Yazar ve. Aklın kötümserliğine karşı İRADENİN İYİMSERLİĞİ. Antonio Gramsci: Hapishane Defterleri. Aydınlık

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "?Yazar ve. Aklın kötümserliğine karşı İRADENİN İYİMSERLİĞİ. Antonio Gramsci: Hapishane Defterleri. Aydınlık"

Copied!
24
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

A ydınlık

BU SAYIDA

35

KİTAP TANITILIYOR

21 Aralık 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 43

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

KITA P .

Toplam: 1426

Kırmızı buğday tarlalarında, bir fotoğrafın coğrafyasında…

Milliyetçi geçmiş nasıl restore edilir?

Edebiyatta patafizik sesleri

Yüzyıllar öncesinden bugünün iktidar

mücadelesi

Aklın kötümserliğine karşı İRADENİN İYİMSERLİĞİ

Antonio Gramsci:

Hapishane Defterleri

? eleştirmenlere Yazar ve sorduk:

Edebiyat eleştirisi nereden nereye?

TARTIŞMA DOSYASI

(2)
(3)

“Akşamüstü telefonum çaldı, ahizenin diğer ucunda Atay vardı.

Kitabını hemen basmak istediğimi söyledim. “Ben kaç aydır uğraşı- yorum kimse basmak istemedi, emin misiniz?” diye sordu, “Evet he- men sözleşme yapalım” dedim. Sonra “iki cilt rahat okunur, ne der- siniz” diye sordum, kabul etti. Birkaç gün sonra Güncer Han'daki odamda yayın sözleşmesini kendi elyazısıyla hazırladı. İmza ettik. Çok güzel bir elyazısı vardı.”

Bu sözler Hayati Asılyazıcı'ya ait. NTV Tarih dergisinin Oğuz Atay'ın 35. ölüm yıldönümü dolayısıyla hazırladığı özel sayısına verdiği rö- portajda böyle anlatıyor Atay'la ilk çalışmasını. Asılyazıcı Akşam ga- zetesinden ayrıldıktan sonra Sinan Yayınevi'ni kuruyor. “Sinan” oğ- lunun ismi aynı zamanda. “Tutunamayanlar” eline geçtiğinde birçok başka yayıncının aksine kesinlikle basılması gereken bir eser olduğunu düşünüyor. Asılyazıcı'nın sanat hayatımıza sayısız katkılarından sa- dece biridir.

* * *

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin kurucu başkanı Sedat Simavi adı- na 36 yıldan bu yana sürdürülen ödüllerin bu yılki sahipleri açıklandı.

2012 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nün sahibi, geçtiğimiz Eylül ayın- da okurla buluşan “Lanetlenmiş Ağustosböcekleri”nin yazarı Ahmet Cemal oldu. Yazarın yeni denemelerini topladığı kitap, edebiyattan sinemaya, tiyatrodan resme, çeviri uğraşından politikanın sanata et- kisine dek uzanan yazılardan oluşuyor...

* * *

Geçtiğimiz hafta kapak dosyamızın fotoğraflarına fotomuhabir ar- kadaşımızın ismini eklemeyi unutmuşuz. Irmak Mete'ye emeklerin- den dolayı teşekkür ederiz.

İÇİNDEKİLER SUNU

Haftanın Portresi: Samuel Beckett s. 4

Ortak geçmiş nasıl restore edilir? s. 5

Edebiyatta patafizik sesleri s. 6

Edebiyat eleştirisi nereden nereye? s. 7

“Yolcu, yol senin ayak izlerindir” s. 8

Babil Balığı: Umut s. 9

Şiddete karşı siyaset s. 10

Sorgulanan tıp s. 11

s. 12

Kral çıplak! s. 14

s. 15

s. 16

Çin’i tanımaya nereden başlamalıyız? s. 17

Yeni Çıkanlar s. 18-19

Çocuk-Genç: Mona Lisa konuşuyor s. 20

Sahaf: İsmet Paşa’nın genç subaylık yılları s. 21

Alıntı Test-Bulmaca s. 22

21 ARALIK 2012 CUMA

3

Aydınlık KİTAP

www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com

Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.

Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34

Yönetim Yeri

İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04

Faks: 0212 252 51 22 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.

adına sahibi:

Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni:

Serhan Bolluk Sorumlu Müdür:

Mehmet Bozkurt

Genel Müdür Yardımcısı (Reklam):

Saynur Okuroğlu Aydınlık

KITA P .

Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç Editör: Pınar Akkoç

Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı

Kapak: Aklın kötümserliğine karşı iradenin iyimserliği

Yüzyıllar öncesinden

bugünün iktidar mücadelesi

Kemalizm’den Neoliberalizmin

Sosyal Demokrasisine

(4)

“Kunduru” da denen kırmızı buğday tar- laları arasında, Halys’in (Antikçağda Kızılır- mak’ın adı) kenarında, köylerde; ayrı ayrı yi- tirilenlerin acısıyla, bir arayışın peşinde, hikâ- yesizleşmenin en çok da insanın hikâyesizleş- mesinin derin sızısıyla dolu Sema’nın hikâye- sini anlatıyor “Babamın En Güzel Fotoğrafı”.

İlk kez okuma fırsatını yakaladığım Gönül Kıvılcım’ın on yıllık aradan sonra yazdığı ikinci romanı. 38 yaşında, bekâr, mutsuz bir ka- dın olan Sema’nın annesiyle birlikte çıktığı bir gezide bambaşka bir yolculuğun içinde kendini bulmasıyla başlıyor. Anne ve babasının şahit olduğu acı olaylara ve aile sırlarına tanıklık eden roman karakteri, köklerini arayan hü- zünlü bir hayatı gözler önüne seriyor. Fotoğ- raflar üzerinden, kaybolmayan kareler üze- rinden sorgulamalarda bulunuyor: Sahi ba- basının geçmişte unutamadığı o anı neydi?

GERÇEKLER NEREDE SAKLIDIR

Fotoğraflar kaybolmu- yor, bir süre karanlığa gö- mülüyor. Bazen beş on yıl, bazen yetmiş seksen yıl. Yal- nız insan, arayan insan, ara- yış ve umuda özlem…

Aşık Veysel’in “Bahar gelir gudurursun” dediği Kı- zılırmak’ın konuğu, geçmi- şin izini süren; fotoğraflarda gizlenenleri ortaya çıkarmaya çalışan Sema’nın öyküsünü anlatıyor ya da daha doğru bir

ifadeyle O’nun üzerinden bir coğrafyanın öyküsünü anlatma yoluna gidiyor “Babamın En Güzel Fotoğrafı”.

Başkalarının göremediği bir gerçeğin fo- toğraflarda saklı olduğu hissinden kurtula- madığını görüyoruz, romanın kahramanının.

Fotoğrafların sürüklediği yerlere gidiyor, ba- basının fotoğrafları doğrultusunda yola çıkıyor.

Genç yaşta Kızılırmak’ta boğularak ölen amcasının hikâyesini anlatıyor.

Ve hep erken gelen ölüm; babasının gidişi annesi ve Sema için baş edilmesi zor bir kayıp.

Sahi bozkırın nesini seviyordu Sema?

Zaman tünelinde yolculuklarla dolu ge- çiyor roman; yaralar, eski aşklardan kalanlar…

Aşık olunacak kadar güzel bir şehrin in- cir kokulu gecesi kuşatmıştı Sema ve sevdiği adam “Söğüt”ü.

Babasının fotoğraflarında kendi çocuk- luğunu ve biraz da Anadolu’nun tarihini arı- yordu. “Dinlediği her rivayet, duyduğu her ma- sal bir asa gibi eline yapışıp mucizevi yollar aç- tıkça umutlanıyordu Sema.”

Geri dönmeyen bir âşık, geri dönmeyen

ölüler, geri dönmeyen babalar…

Kahramanımız birçok karakterle tanıştı- rıyor bizi; bazen bir köylü kadın, bazen bir şo- för, bazen bir çiftçi, bir öğretmen…

SUÇLUYU DORU YERDE ARAMAK

Anadolu coğrafyasında gezerken yan yana duran güneş ve karanlık, düşmanlık ve dostluktan bahsediyor ve ekliyor yazar: “Bir yanda çok güzel, yıllarca, yüzyıllarca geriye gi- den tarihi bir miras, diğer yanda onun üzeri- ne dökülmüş kalın bir beton”.

Anlatımları sürerken zaman zaman yük- sek sesle sorular da soruyor Gönül Kıvılcım.

“Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evran geleneği- ne sahip, bir yandan Mevlana’sıyla Yu- nus’uyla, bereketli zamanlarıyla, Tanrı misa- firlerine kapılarını açan kervansarayları ile pı- rıl pırıl bir coğrafya diğer yandan nasıl bu kadar karanlık olabilir”.

Buraya kadar kitabın kur- gusu ve anlatımına değinmeye çalıştık. Elbette eleştirilerimizi dostane bir şekilde sıralamak- ta da fayda var.

Söylediklerinin kimi ye- rinde haklılık payları bulunan yazar, özellikle de 1980 önce- si yaşananları, Maraş olayları üzerinden anlatırken Alevi- Sünni çatışmasına da değini- yor. Bunları yaparken zaman zaman sözü “Ermeni tehci- ri”ne getiren Kıvılcım, aynı coğrafyada kaç binyıldır bir arada yaşayan halkların, kül- türlerin emperyalizmin kışkırtmasıyla birbi- rine düşürülüşlerinden ziyade kabahati geri bırakılan insanlara ve dolaylı yoldan da cum- huriyete yıkmak yoluna gidiyor. Gerici bir kat- liam üzerinden “azınlıklar, mübadele, tehcir, ölüm korkusuyla yavaş yavaş kaybolma” di- yerek Ermenilere yönelik bir soykırım uy- gulandığı fikrini inceden inceye hafızalara ka- zımaya çalışıyor.

Bir kurgulama olmasının yanında birile- rinin gerçek hikâyesinin anlatıldığı romanın satır aralarında verilen mesajı okurken bazı hu- susları söylemeden edemeyiz. Nasıl ki em- peryalizmin bağrında büyüyen gericiliğin ve şo- venizmin ektiği kin tohumlarının, acıların, kat- liamların karşısında durmak bir insanı görevse aynı zamanda da karışık, numaralanmış cum- huriyetçi tezlerden etkilenen zihinlerden dö- külen tohumların da bu coğrafyada filizlene- meyeceğini belirtmek de o denli faydalıdır diye düşünüyorum.

(Babamın En Güzel Fotoğrafı, Gönül Kıvılcım, Ayrıntı Yayınları, 153 s.)

Zaman tünelinde yolculuklarla dolu geçiyor roman; yaralar, eski aklardan kalanlar…

tarlalarında, bir fotoğrafın coğrafyasında…

ŞENOL ÇARIK

senolcarik@gmail.com

Gönül Kvlcm

Samuel Beckett

(13 NİSAN 1906 - 22 ARALIK 1989)

20

. yüzyılın deneysel edebiyatının önde gelen yazarlarından Samuel Barc- lay Beckett; şiirleriyle, oyunlarıyla ve eleş- tirileriyle edebiyat dünyasına damgası- nı vurmuştur. James Joyce’un takipçile- rinden olan yazar bu sebeple son mo- dernistlerden, daha sonraki pek çok yazarı etkilemiş olduğu için de ilk post- modernistlerden sayılmaktadır. Ayrıca

“absürd tiyatro” akımının da yaratıcısı olan yazar, varoluşçu çizgiyi eserlerinde hissettirmiştir. En meşhur oyunu “Go- dot’yu Beklerken”dir.

İrlandalı yazarın eserleri sade ve te- melde minimalisttir. Kimi yorumculara göre çağdaş insanın durumu hakkında hiççi ve kötümser eserler vermiştir. An- cak Beckett, eserlerinde sadece burjuva hayatından beslenerek Kafka’da sonra yabancılaşma, iletişimsizlik, anlamın yokluğu, insanın hiçleşme ve nesneye dö- nüşme sürecini, burjuva hayatının çü- rümüşlüğünü en iyi anlatan yazarlardan olmuştur. Zaman geçtikçe kısa ve özlü eserler vermeye başlayan Beckett, bu kö- tümser hali kara mizah yoluyla ifade eder. 1969 yılında Nobel Edebiyat Ödü- lü’ne layık görülür.

Yazın yaşamını esasen üç aşamada incelemek mümkündür. İlk dönemde Joyce ile tanışması neticesinde Joyce’un eserlerindeki etkisi büyüktür. Bu dönem yazdığı öykü kitabı “Aşksız İlişkiler” ve ilk romanı “Murphy” Joyce esintileri ta- şımaktadır. Sonraki eserlerinde sürekli tekrarlanan “delilik” ve “satranç” te- maları, bir ölçüde “Murphy”de de mev- cuttur. Romanın açılış cümlesi, Bec- kett’ın tüm eserlerine hayat veren kö-

tümser alt anlamların ve kara mizahın ipucunu verir: “Hep aynı dünyanın üze- rinde ışıldıyordu güneş, başka seçeneği yoktu çünkü.” II. Dünya Savaşı sırasın- da Roussillon’da saklanırken yazdığı

“Watt” ise aynı temaları içermekle bir- likte, daha az coşkulu bir üslûba sahip- tir. Bu romanın bazı bölümlerinde insan hareketleri “Permütasyon” matematik- sel permütasyon gibi kurgulanmıştır.

Bu durum, Beckett’ın daha sonraki oyun ve romanlarında ortaya çıkacak olan, hareketlerin kesin şekilde tanım- lanması kaygısının habercisidir.

İkici Dünya Savaşı sonrasındaki ikin- ci dönemde, sanatının öznel olması ve ta- mamıyla kendi iç dünyasından kaynak- lanması gerektiğini düşünmeye başlayan Beckett, en bilinen eserlerini üretmeye başlayacaktır: “Godot’yu Beklerken”

“Oyun Sonu”, “Krapp’ın Son Bandı”,

“Mutlu Günler”. Absürd tiyatronun temel eserleri olduğu düşünülen bu dört oyun- da, her ne kadar Beckett’ın kendisi “va- roluşçu” olmasa da, dönemin varoluşçu düşünürlerinin eserlerindeki temalar

“kara mizah” tarzıyla ele alınmıştır. Temel olarak bu oyunlar, anlaşılamaz ve akıl er- dirilemez bir dünya karşısında hissedilen umutsuzluk ile bu umutsuzluğa rağmen yaşamda kalma isteğini anlatır.

Son dönemde ise Beckett, 1950’ler- deki eserlerinde de belirgin olan yoğun- luğa daha da fazla yöneldi ve bu durum minimalist olarak anılmasına sebep oldu.

Önceki oyunlarda zaten az sayıda olan ka- rakterler, son dönem dramatik eserle- rinde artık sadece en gerekli öğeleri içe- recek şekilde daraltılmıştır.

Beckett, eserlerinde sadece burjuva

hayatndan beslenerek Kafka’da sonra

yabanclama,

iletiimsizlik, anlamn

yokluu, insann

hiçleme ve nesneye

dönüme sürecini,

burjuva hayatnn

çürümülüünü en iyi

anlatan yazarlardan

olmutur. Zaman

geçtikçe ksa ve özlü

eserler vermeye

balayan Beckett, bu

kötümser hali kara

mizah yoluyla ifade eder

(5)

Sinema yaznmzn bellek ve zaman üzerine daha çok üretmesi gerekiyor.

Bir yol haritas olarak görülebilecek bu çalma, umarm bu alanda

yaplacak birçok

çalmann da yolunu açar

Ortak geçmiş nasıl restore edilir?

Gül Yaartürk

G

ül Yaşartük’ü özellikle içinden geldi- ği feminist politikanın süzgecinden süzüp ortaya koyduğu film analizleri ile hayli dikkat çeken bir sinema yazarı olarak ta- nıyoruz. Yazar, Agora Kitaplığı’ndan çıkan

“Eleni, Maria ve Yorgo: Türk Sinemasın- da Rumlar” adlı bu çalışmasında, 19. yüz- yılla birlikte gemi azıya alan milliyetçi güdü ile biçimlendirilmiş, aslında kökü ta Osmanlı ortaoyunlarına kadar dayanan, 90’lar sinemasındaki Rum temsillerinin deşifresine soyunmuş.

“Yüreğine Sor”, “Sen Ne Dilersen”, “Sis ve Gece”, “Güz Sancısı” ve “Sıcak” film- lerinin bellek ve zaman kontekstinde “mil- liyetçi bir tarihin geçmişinin restorasyo- nu”na kültürel katkı sağ-

ladığı tespiti, bu min- valde sürülen izlerin et- raflıca irdelemesi, tar- tışmaya açılması, “Eleni, Maria ve Yorgo: Türk Sinemasında Rumlar”ın omurgasını oluşturuyor.

Tabii, bu geniş çö- zümlemeye girişmeden önce, “Türkiye’de Rum- lar” ve “Türkiye’de Rum Olmak” başlığı altında bu topraklarda yaşayan Rum- ların tarihini, gündelik po- püler kültüre/kitle kültü- rüne referanslar da ver-

mek suretiyle mercek altına almayı ihmal etmemiş Yaşartürk. Sonrasında da bu temeli güçlendirmek adına, bugüne değin sine- mamızda görülen gayrimüslim karakterle- rinin kısa kısa sunumlarını gerçekleştirmiş.

“Arşak, Yvete, Melayin, Agavni, Artin ve Nora: Türk Sinemasında Gayrimüslim Karakterler” adlı 3. Bölümde Rum/Gayri- müslim karakterlerin; isimleri, kırık şiveleri, boyunlarında taşıdıkları haç vb. gibi belir- teçlerle tek boyutlu çizilmiş ve karşıtlığın di- ğer ucuna yerleştirilmiş olarak karşımıza çık- tığı, genellikle de olumsuzlandığı belirtilmiş.

Bu olumsuzlanan karakterizasyonlar üze- rinden de paylaştırılmış geçmişin pekişti- rildiği, geleceğin bu tanımla devamının güven altına alındığı tezini ortaya sürmüş Yaşartürk.

1964’TE NE OLDU?

Kıbrıs’taki “Kanlı Noel” adıyla anılan ça- tışmaların ertesinde İstanbul Rumlarının zo- runlu göçü, arkasında birçok yarım kalan hi- kâye bırakır. Bu hikâyelerin sahiplerinden biri de, “Politiki Kouzina (Bir Tutam Ba- harat)” adlı filmin yönetmeni Tassos Bo- ulmetis’tir. 1964’te İstanbul’dan göç ettiri- lenlerin arasında bulunan Boulmetis’in, kendi hayatından yola çıkarak yaptığı “Po- litiki Kouzina” da Yaşartürk’ün çalışma- sında kendine yer bulmuş. “Barış için geç- mişi hatırlatmak yerine unutmanın sağladığı kolaylıkla tesis edilecek barış için masalsı bir geçmiş” sunduğu ifade edilen filmin, tıpkı

“Yüreğine Sor” ve “Güz San- cısı” gibi “maddi temellerden soyutlanmış” ve romantize ol- duğu vurgulanmış.

“Eleni, Maria ve Yorgo:

Türk Sinemasında Rumlar”, Türkiye’de yaşayan Rumlara dair belleğin sinemadaki yan- sımalarını dizinleyen çok önemli bir kaynak. Bu kayna- ğa göre; ele alınan bir dizi fil- min arasında sadece “Bulutları Beklerken”, “temiz” çıkmış.

Yani 90’lar sinemasında onca filmin içine yalnızca “Bulutları Beklerken”, milliyetçi geçmi- şin zihniyetini korumaya devam etmemiş. Mithat Sancar’ın deyişiyle “geçmişin egemenliğinden” kurtulmuş.

Agora Kitaplığı'nı ve aynı zamanda Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesinde Yardımcı Doçentlik görevini sürdüren Gül Yaşartürk’ü sinemamıza yaptığı bu katkıdan olayı tebrik etmek gerek gerçekten. “Ele- ni, Maria ve Yorgo: Türk Sineması’nda Rumlar”, her yönüyle tastamam bir çalış- ma değil. Ki, tastamam olması için bir se- bep de yok ortada. Sinema yazınımızın bel- lek ve zaman üzerine daha çok üretmesi ge- rekiyor. Bir yol haritası olarak görülebile- cek bu çalışma, umarım bu alanda yapıla- cak birçok çalışmanın da yolunu açar.

(Eleni, Maria ve Yorgo: Türk Sinemasında Rumlar, Gül Yaşartürk, Agora Kitaplığı, 176 s.) ERCAN DALKILIÇ

ercandalkilic111@gmail.com

5

Aydınlık KİTAP

(6)

“Bay How Ne Yapmalı?” isim- li öykü kitabıyla tanıdığımız yazar Özcan Doğan’ın, “Ayakları Pür- dikkat Refakatçi Haydutlar” adlı ilk romanı Alakarga Sanat Yayınla- rı’ndan çıktı. Özgün tarzıyla dikkat çeken yazar, Türkiye’de patafizik akımının ilk temsilcilerinden.

Özcan Doğan, 1981 doğumlu ve Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı mezunu. Aynı zaman- da çevirmenlik de yapan yazarın, öykü, şiir ve çevirileri Sarnıç Öykü, Notos, Özgür Edebiyat gibi çeşitli dergilerde yayımlandı. İlk kitabı öykülerden oluşuyor ve patafizik akımının da izlerini ilk bu öyküler- de rastlamak mümkün. Yeni çıkan romanında da aynı akımı sürdüren yazar, yer yer Türk edebiyatının unutulmaz romanları ve karakter- lerinden izleri de öykülerinde ve ro- manında hissettiriyor.

Yazarın en büyük özelliği öz- günlüğü. Sıradışı şeyler denediği ve ilgi gördüğü kesin. Getirdiği en büyük yenilik ise kuşkusuz ülke- mizde bilinmeyen ve yazar sayesin- de edebiyat dünyamıza giren pata- fizik akımı. Patafizik, 19. yüzyıl son- larında 20. yüzyıl başlarında ger- çeküstü ve absürd akımlara öncülük eden edebiyattan müzik ve sinemaya kadar etki eden, Jacques Prévert, Dario Fo, Man Ray ve Max Ernst gibi pek çok edebiyatçıyı etkileyen bir akımdır. Patafiziği basit olarak is- tisnalar bilimi olarak tanımlayabi- liriz, yerleşik algıyı aşarak istisnalar üzerinden dünyayı yorumlama ça- basıdır.

Patafizik akı- mının edebiyata etkisi, edebiyata farklı bir bakış al- gısı getirme çabası şeklinde ortaya çıkmıştır. Eserlerde metinler gerçeklik- le doğrudan ilişki kurmamaya çalışır.

Bu sayede okuyu- cunun yorum alanı genişletilmeye çalı- şılır ve tek anlam yerine çokanlamlı- lık kazandırılmaya

çalışılır. Yokluk durumu ön plana çı- kar, karakterlerin yaşamı eylemle- rin yokluğu üzerine şekillenir.

Patafizik akımı savunanlara göre patafizik hayatın her alanındadır ve kaçınılmazdır. Bu sebeple her yaza- rın ve şairin tesadüfen de olsa ede- biyatında kullanmaları mümkündür.

Özgün tarzı ve konularıyla dik- kat çeken yazar Özcan Doğan ile bu hafta sizler için yeni kitabına ve ede- biyat anlayışına dair röportaj yaptık.

Keyifli okumalar.

İlk kitabınız öykülerden oluş- maktaydı. Şimdiki kitabınız ise bir roman. Neden roman yazmayı ter- cih ettiniz?

İlk kitaptan sonra, yazmak iste- diğim pek çok öykü fikri şekillen- mişti kafamda. Küçük notlardı bunlar. Fakat bunları ayrı birer öykü olarak yazmak yerine, bir ana tema etrafında gelişen hikâyeler olarak yazmaya karar verdim. Bu benim için daha kolay olacak diye düşündüm ve öyle de oldu. Ayrıca yeni bir tür denemiş olacaktım. Bu açıdan roman fikri öne çıktı. Fakat öykü yazmaya devam ediyorum bugün de. Bundan sonra da kimi fikirler roman, kimileri de öykü ola- rak şekillenecek sanırım. Yazar- ken belli oluyor bu daha çok.

P a t a f i z i k edebiyat akı- mını Türki- ye’de kullanan ilk yazar oldu- ğunuz düşünülü- yor. Katılıyor mu- sunuz? Bu akımın ede- biyatınızdaki yeri nedir?

Patafizik, düşünüş tarzımı önemli ölçüde etkileyen bir kavram.

Sanat ve edebiyat anlayışımda bu- nun çok açık etkileri var. Aslında, yalnızca edebiyat açısından de- ğil, bütün olarak va- roluşu bir Patafizik durum olarak algıla- dığımı söyleyebilirim.

Türkiye’de Patafizik neredeyse hiç bilin- meyen bir konu. 3-4 yıl önce durum daha da kötüydü. O gün- lerde blog ortamında yazdığım yazılar ve Notos dergisi için hazırladığım Patafi- zik dosyası okurlar ve yazar adayları arasında çok güzel bir ilgi gördü. Pa- tafiziğin kendine özgü dili insanla- rı kolaylıkla etkiliyor. Patafizik kav- ramıyla tanışmaktan dolayı büyük heyecan duyan ve Patafizik metin- ler yazmaya başlayanlar oldu. Şim- di az da olsa Patafizik düşünen ve yazanlar var. Ben şahsen bu konu-

da iyi olduğu- mu düşünüyo- rum. Türki- ye’de tam an- lamıyla Pata- fizik metinler yazan ilk kişi olabilirim ger- çekten de. Zaten yazan insan sayısı çok az olduğundan, böyle bir sonuç çıkıyor normal olarak.

Romanınızda yer yer “Aylak Adam” ve “Tutunamayanlar” ro- manlarından izler hissediliyor.

Okuyucularınız da aynı şekilde benzetmelerde bulunuyor. Bu du- ruma katılıyor musunuz? Etkilen- diğiniz ve beğendiğiniz yazarlar kimlerdir?

Evet bu yönde yorumlar var.

Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay sevdi- ğim yazarlar. Bu iki yazardaki yazı üslubunun ve karakter özelliklerinin izleri yazdıklarımda görülebilir. Fa- kat bu birebir etkilenmekten ziyade, insanın varoluşunu algılama nok- tasında bunlara duyduğum yakın- lıktan kaynaklanıyor sanırım. Fakat esas olarak yakınlık hissettiğim ve yazdıklarımda izleri veya benzer- likleri görülen başka yazarlar var.

Blanchot, Calvino, Kafka, Jarry, Borges ve Poe’daki insan algısını paylaştığımı rahatlıkla söyleyebili- rim. Bunlar okumaktan büyük zevk aldığım yazarlar ve bu ister istemez yazdıklarımda etkili oluyor. Özellikle Jarry ve Blanchot’nun etkisi bü-

yüktür. Fakat ben etkilenmeyi doğal buluyorum. Edebiyat tarihi bütü- nüyle bir etkilenmeler silsilesi ola- rak görülebilir ve başka türlüsü de pek mümkün değildi zaten. İlerle- menin de bir koşulu bu galiba.

Yeni bir tarzda yazmak sizi en- dişelendiriyor mu? Türk okuyucu- ların yeniliklere açık olduğunu dü- şünüyor musunuz?

Aslında yazarken ve yayımlama aşamasındayken böyle bir endişem olmadı. Çünkü okumaya değer ve zevk aldığım şeyleri yazmaya çalışı- yorum. Özgün şeyler anlatmak ya da sıradan şeyleri özgün biçimlerde an- latmak istiyorum. Yayımlanmadan önce aldığım yorumlar romana dair herhangi bir endişe uyandırmadı.

Fakat yayımlandıktan sonra aldı- ğım bazı yorumlar bundan sonrası için endişelenmeme neden oldu.

Kurgu olarak bazı noktaların çok ka- palı olduğu söyleniyor. Sözgelimi

“Karanlıkta” rüya gören adam ve o adamın yolda yürüyen kahramanın karşısına çıkması ya da kitabın so- nunda bulunan dosyanın aslında eli- mizdeki kitabın ikinci cildi olması gibi ayrıntılar. İkinci soruya gelince. Evet, okuyucular yeniliklere açık. Ama bu okuyucuların sayısı çok az maa- lesef. Bu genel olarak edebiyatın bir sorunu zaten. Çok farklı şeylerin kit- leler tarafından beğenilmesi zaten kendi içinde biraz paradoksal bir şey olurdu.

(Özcan Doğan, Ayakları Pürdikkat Refaketçi Haydutlar, Alakarga Sanat Yayınları, 142 s.)

Edebiyatta patafizik sesleri

“Okumaya deer ve zevk aldm eyleri yazmaya çalyorum. Özgün eyler anlatmak ya da sradan eyleri özgün biçimlerde anlatmak istiyorum”

DENİZ ANTEPOĞLU

denizantepoglu@hotmail.com

“Patafizik, düşünüş tarzımı önemli ölçüde etkileyen bir kavram. Sanat ve edebiyat anlayışımda bunun çok açık etkileri var.

Aslında, yalnızca edebiyat açısından değil, bütün olarak varoluşu bir Patafizik durum olarak algıladığımı söyleyebilirim”

Özcan Doan

Patafizii basit olarak istisnalar bilimi olarak tanmlayabiliriz.

Edebiyata etkisi, farkl bir bak algs getirme çabasdr. Eserlerde metinler gerçeklikle

dorudan iliki kurmamaya

çalr

(7)

Edebiyat eleştirisi nereden nereye?

21 ARALIK 2012 CUMA

7

Aydınlık KİTAP

E

leştiri, sanatın ve edebiyatın baş- lıca besin kaynağıdır. Sonrasında sergi- lenecek eserlerin önünü açar, yol gös- terir. Üniversitelerin edebiyat bölüm- lerinde ilk öğretilenlerden biridir;

eleştiri beğeniye dayalı bir yargılama değildir. Yapılan, eseri tarihsel ve sos- yolojik açıdan bir bağlama oturtmak ve bu bağlam içerisindeki işlevini tes- pit etmektir. Bu sayede eserin anlamı- na anlam katmaktır aslında eleştiri.

Onu açığa kavuşturmak, deyim yerin- deyse yerli yerine oturtmaktır. Tabii ki estetik de değerlendirmeye alınması gereken bir kriterdir. Fakat bu da yine kişisel beğeniye dayalı değil, belli öl- çütler etrafında ele alınır. Söz konusu bir edebi eserse eğer üslup, dil kullanı- mı, gramer, dilbilgisi, akışkanlık, süsle- meler.. Bütün bunlar ve daha fazlası değerlendirmeye alınır. Aydınlanma

düşüncesinin mirasıdır sanat eleştirisi.

Alman Romantikler bunun edebiyat üzerinde ilk uygulayıcılarındandırlar.

Yayın organları kurulur, buralarda eleştiri yazıları yayımlanır. Alman- ya'nın dört bir yanında farklı görüşten yazar ve eleştirmenler çıkardıkları der- gilerde kıyasıya eleştirirler birbirlerini ve yazarlar beslenir bu eleştiri kültü- ründen. Sonunda kazanan edebiyat olur.

Türkiye'ye baktığımızda daha geç bir tarihte de olsa benzer gelişmeleri görebiliyoruz. Cumhuriyet'in ilk yılla- rından itibaren giderek gelişen bir kül- tür sanat hayatı ve yayıncılık söz konu- su. Dergiciliğin gelişmesi derinlikli tar- tışmaları beraberinde getirir. İlerleyen dönemde yine Fethi Naci gibi büyük isimler yaşatır edebiyat eleştirisini. O günden bugüne uzanan büyük bir biri-

kim söz konusu aslında. Peki nerede bu birikim? Günümüz edebiyat camia- sında ne kadarını görebiliyoruz? Ede- biyat eleştirisi ne durumda, ya da kaldı mı? Yoksa eğer neden yok? Olması için neler yapılmalı? Bu sorular yeni değil. İçten içe tartışıldığını biliyoruz.

Yayın hayatımızdaki sözümona çeşitli- lik, içerik olarak ise tekdüzelik kafaları kurcalıyor elbette. Sayıca bu kadar çok derginin, kitap ekinin yan yana çıktığı bir Türkiye olmamıştır. Buna karşın içerik ne durumda?

Yakın zamanda bu tartışmalar bir kez daha alevlendi. Yazar - eleştirmen Irmak Zileli'den Oya Baydar'ın son ki- tabı hakkında bir yazı kaleme alması isteniyor. Fakat yazı tamamlanıp söz konusu yayın organına gönderildiğinde yer verilmeyeceği bildiriliyor. Yazının tamamına internet ortamında ulaşmak

mümkün. Aydınlık Kitap konuyu irde- lemek için kapsamlı bir dosya hazırlı- ğına girişti. Amaç yayıncı, akademis- yen, yazar ve eleştirmenlerden “edebi- yat eleştirisinin olması için ne yapılma- lı” konusunda görüş almaktı. 20'den fazla isme ulaştık. Görüş bildirmeleri- ni istedik. Birçoğu konuya ilişkin pek bir bilgisi olmadığını söyledi. Yayıncı olup da eleştirinin kendi alanına gir- mediğini söyleyenler bile çıktı. Sonuç- ta istediğimiz kadar zengin bir dosyay- la karşınızda olamasak da konuya iliş- kin son derece gerçekçi ve öğretici bir tabloyu yansıtıyoruz sizlere. Bakın ya- zar ve eleştirmenler ne yanıt vermişler.

Bu arada şunu belirtmeden geçmeye- lim. Konu hakkında gelecek her türlü görüşü önümüzdeki sayılarımızda yayın- lamaya hazırız. Tartışmanın edebiyat ha- yatımıza katkısı olacağını düşünüyoruz.

YAZAR VE ELEŞTİRMENLERE SORDUK:

AYDINLIK KİTAP

kitap@aydinlikgazete.com

“Kâr amaçlı” bir çarkın içinde var olmaya çalışan bir edebiyat ve eleştiri dünya- sından bahsediyoruz. Böyle bir sistemde tüketicisine, sadece ekonomik kaygılar taşıyan aracılarla ulaşan edebiyat gibi eleştiri de sık sık o aracıların zaaflarıyla ya- ralanmaya mahkum.

Yayınevlerinden kitap- ları hakkında yazılacak olumsuz bir eleştiriye ol- gunlukla yaklaşmalarını, sermaye sahiplerinden ilan- lardan gelecek hayati parayı cengaverce gözden çıkar- malarını, eleştirmenlerden de bir daha yazacak mecra bulamama riskini erdemli- ce göze almalarını bekle- mek için, dünyayı önce bir durdurmak sonra da ters ta- rafa doğru yeniden dön- dürmek gerekiyor.

Bu tartışmalardan kur- tulmanın tek yolu edebiya-

tın isyanıdır. Keşke edebiyat gözünü açsa ve isyana yat- kın yapısının farkına vara- bilse de sıkıştırıldığı ka- pandan çıkmak için bir hamle yapsa. O zaman ede- biyatla birlikte eleştiri de bağımsızlaşır ve o soylu ça- tışmadan çıkacak enerjiyle birlikte yayıncıların, edi- törlerin, reklamcıların ve hatta bizzat edebiyatçıla- rın ve eleştirmenlerin kork- tuğunun aksine alçalmaz, yükselir.

Mine Söüt

“Bir daha yazacak mecra bulamama riski”

Çöküş dönemlerinde etik sorunlar bir bütün olarak kar- şımıza çıkar. Sadece oğlan ço- cuk fuhşu, çocuk gelinler, ka- dın ölümleriyle kısıtlı kalmaz.

Ataerkil toplumun kökenlerin- de saklı kalmış “ecdad”ın tüm

çirkinlikleri de su yüzüne çı- kar. Ülke ortaçağa dönüştürü- lürken “neden eleştiri yok?”

sorusu, yanıtını kendi içinde taşımıyor mu? Biat ahlakı geri döndü. Elimizde kalanı koru- yabilsek bari!

“Soru yantn

kendi içinde tamyor mu?”

"Kitap ekleri kaçınılmaz olarak edebiyat ve şiir dergilerinden daha çok ilgi gör- düğü, okunduğu için, haftalık ya da aylık olarak yayım- lanan bu eklerdeki yazılar da kaçınıl- maz olarak tanıt- ma yazıları oluyor.

Edebiyat ve şiir dergilerinde, özel- likle de küçük der- gilerde, zaten büyük de- necek dergi de kalmadı ya, eleştiri geleneği sürü- yor bence. Bunu görmek için öykü ve şiir dergile- rinden birkaçına ve bir- kaç sayılarına bakmak yeterli olacaktır sanırım.

Her şey bunca hızla-

nıp, özellikle roman, hat- ta şiir bile, bundan payını alınca kitap tanıtma yazı- ları da eleştirinin önüne geçti. Yazarlar, şairler de buna alıştılar bana kalır- sa. Fakat dediğim gibi, eleştiri küçük dergilerde, hem de kıyasıya sürüyor."

Haydar Ergülen Leyla Erbil

“Eletiri küçük dergilerde, hem de

kyasya sürüyor”

Kanımca, bizde, pek çok kavram gibi

“edebiyat eleştirisi”

de genellikle yanlış anlaşılıyor. Her şey- den önce, “eleştiri”

sözcüğü, pek çokları- na “yerme”yi çağrıştı- rıyor. Oysa edebiyat eleştirisinin işlevi, bir yapıtı yerin dibine ba- tırmak da değil, gök- lere çıkarmak da.

Bana sorarsanız, eleş- tirinin işi, bir yapıtı estetik, dilsel, yapısal, toplumsal, siyasal açı- lardan inceleyerek çö- zümlemek, giderek değerlendirmektir.

Böyle bakıldığın- da, “Bizde neden eleş- tiri yok?” diye sormak pek doğru olmaz.

Cumhuriyet döne- minden alırsak, Nu- rullah Ataç’tan baş- layarak Ahmet Ham- di Tanpınar, Hüseyin Cöntürk, Memet Fuat, Asım Bezirci, Adnan Benk, Berna Moran, Fethi Naci, Akşit Göktürk, Fü- sun Akatlı gibi adlar edebiyat eleştirisine

farklı açılardan yad- sınmaz katkılarda bu- lundular. Bugün de Jale Parla, Semih Gü- müş, Ömer Türkeş gibi adlar sayabilirim.

Bence, soruna, gerçek anlamda, ni- telikli edebiyat eleşti- risinin okurla, dahası yazarla ne ölçüde bu- luştuğu açısından bak- malı. Toplumun ede- biyat beğenisini, ede- biyat eleştirmenlerin- den çok, medyadaki popüler magazin ya- zarları yönlendirebi- liyorsa, durum hiç de iç açıcı değil demektir.

Bu da, toplumun dü- şünsel düzeyinin, özel- likle 1980’lerden bu yana çok aşağılara çe- kilmiş olmasıyla ba- ğıntılı.

Eletiri var ama okurla bulumuyor

Celal Üster

(8)

“yol , başka bir şey sanma yolcu yol yoktur

yol yürüdükçe yol olur yol olur yürüye yürüye bakışlarını geriye çevirince de dönüp bir daha basılmayacak keçi yolu görülür

yolcu yol yoktur

yalnızca geminin köpükleri denizde..”1

T

üyap Kitap Fuarı bitti malum.

Biz de Yazı İşleri Müdürümüz Dam- la Hanım ve çocuk kitaplarımızı ta- nıtan İrem Hanım ile hem fuarın ilk gününü hem de bir yol hikâyesi paylaştık taa Kadıköy'den Beylik- düzü'ne. Bir kez daha tanıştık yolda;

gündelik yaşam, kitaplar, hayaller ve yolculukları konuştuk. Varmak is- tediğimiz yer kitaplarla dolu olunca konu yol kitaplarına, yolculuk ki- taplarına geldi. Böylesi kitapların az- lığından hayıflan-

mak bana kaldı.

Şöyle bol resimli turistik gezi kitap- ları değil de yolcu- luk kitapları yazıl- malı dedim, çün- kü “en güzeli, yol yürüyüş öğretir.”2 Çalışkan müdürü- müz Damla Hanım tez zamanda der- manıyla yetişti:

“Cümleten İyi Yol- culuklar”, derleyen ise Sis şiirini lisede Türkçe bölümünün

kapısından gire çıka ezberlediğim Haydar Ergülen. Ne güzel; “Yolcu- luklar ve Kentler” Kırmızı Kedi Ya- yınevi'nin yeni başlattığı bir seri imiş, “Cümleten İyi Yolculuklar” bir otobüs, kamyon ve otomobil kitabı imiş salt; daha tren, daha vapur, daha anlatılacak çok yolculuk varmış.

Uzun zamandır böyle samimi bir kitap okumamıştım. Kitabın yir- mi yolcusunun da yanında oturdum

“yarım dünya”larda, “kırmızı- kız”larda; yolda kendi mi oluyor insan, yol kendi mi oluyor insanın?

Bu kitapta kendinden, kendi yolcu- luklarından yola çıkan şairler, öy- kücüler bizi de kendimize götürü- yorlar. Beni hep özlemle gelip, ka- çarak gitmek zorunda kaldığım İs- tanbul’a namı değer kürkçü dükkâ- nına getirip bırakıveriyorlar. Kava- fis diyorlar İthaka; benim aklımda bir isyan bayrağı olarak açtığım, Anka-

ra’da öğrenci evi duvarıma asılı bir yazısı Ece Temelkuran’ın: “Bu Şehir Arkandan Gelmeyecek!” Bu kitap- ta anlatılan yol hikâyeleri hem ya- zarlarına has hem de sanki sözleş- mişler gibi birbirini ve bir de okuru tamamlamaya. “Annem, sabah na- mazından sonra, kahvaltımı hazır- layıp beni uyandırıyor, yola hazırlı- yor. ‘Annem, yollara baka baka uza- tıyor ömrünü’.”3Bu satırlarla geliyor aklıma yatılıya giderken ki yolcu- luklarım, annemin balkon çiçekle- rinin arasından uzanan başı bana hep sevgilerin en sıcağı gibi gelmiş- tir. Yola çıkmama cesaret, annemin yollara bakarak hep beni bekleye- ceğine olan inancımdan, o sıcacık ku- caklaşmalara güvencimden gelir.

“Cümleten İyi Yolculuklar” bil- hassa şehirlerarası otobüs yolcu- luklarının, ilk yolculukların, ilk ev- den kaçışların, bir otobüs yolculuğu süresince yaşanan aşk- ların, özlemlerin, dev- rimlerin kitabı. Muavin Haydar Ergülen dev- rime otobüsle giden bir kuşağın mensubu olduğunu anlatıyor, benim aklımda; Cum- huriyet Bayramı'na otobüsle gitmeye ça- lışan, Ankara il sını- rından döndürülme- ye çalışılan otobüsün önünde yatan, bay- ramı devrim, devrimi bayram yapan Er- dinç Amca, öz, hakiki bir insan.

Sizlerin de eğer gönlünüz benim kadar yola düşmüşse, bu kitap sizi nerde olursanız olun eski yolculuk- lara çıkaracak yeniden.

“Cümleten İyi Yolculuklar” Sıd- dık Akbayır, Sina Akyol, Nalan Bar- barosoğlu, Habip Bektaş, Ahmet Büke, Metin Cengiz, Jaklin Çelik, Ali Çolak, Refik Durbaş, Şükrü Erbaş,

Haydar Ergülen, Cezmi Ersöz,Adil İzci, Özcan Karabu- lut, Gonca Özmen, Ahmet Telli, Baki Ay- han T., Kemal Varol, Murat Yalçın ve Öz- can Yurdalan’ın yol- larını anlatıyor, ben Nalan Barbarasoğlu ile Şükrü Erbaş’ın mümkün olsa tama- mını buraya almak is- tediğim hikâyelerin-

den alıntılar yapıyorum, ardını me- rak edesiniz, hiç vakit kaybetmeden sizler de yola çıkasınız diye..

NALAN BARBARASOLU:

YOL ARKADAIM HARTA

“Yoncalara bakarken dünyanın her yerinde iletişim kurabilirmişim gibi bir duyguya kapılıyorum. Gü- lümsüyorum. Duygu işte… İnanılan, yaşanan gerçeklere aykırı, çoğu kez yaşama kurallarıyla örtüşmeyen baş- ka boyutta bir gerçeklik. Hep ken- di biricikliğiyle gelen, hep kendi bi- ricikliğiyle yaşanan, ölçüye, tartıya gelmeyen, karşılaştırma, doğrula- ma olanağı bulunmayan bir ger- çeklik.”

“Sokrates, Mısır’a giden bir öğ- rencisine ‘Kendini götürdüğün sü- rece gitmen mümkün değil,’ demiş.

Bu anlamda haklı olabilir. Ne kadar gidersek gidelim, ne kadar hareket edersek edelim kendimizle duruyo- ruz. Elealı Zenon’un örnek verdiği ok gibi. Ok hedefine doğru ilerken her anda belli bir noktada buluna- rak gitmektedir; belli bir noktada bu- lunuyorsa duruyor demektir. Öyleyse hedefe giden yolun bütününde de durmaktadır. Hareket belki de Ze- non’un dediği gibi duraklar zinciri- dir. Dururken hareket ettiğimizi sa- nıyoruzdur.”

ÜKRÜ ERBA:

KENDN YÜRÜYEN YOL

“Ne zaman geceye çıksa ayın gü- müş hançeri kapanmaz gedikler açardı gerçeğinde. Başka insanların baktığı pençeler güleç, başka gü- neşlerin vurduğu sular derin ve ma- viydi. Sabahın ılık soluğuyla ışıyan ya- taklar, dışarı saldığı herkesi akşam- lara kadar kucaklardı ardından. Ev- lere dönüş hakkedilmiş bir şenlikti başka dünyalarda. Bir ip gibi boğa- zına oturan sokaklar, ufukların ar- dında insan içine karışmış bir gök- yüzüydü. Burada mutluluk kişiliksiz bir duyguyken, uzaklarda acı bile ya- şama bağlıyordu insanı. Durduğu yerde değersiz bir bütün olarak kal- maktansa, parçalana parçalana git- menin büyük doğruluğuna inandır- mıştı kendini. Herkesin köşeli ve meşru dayanaklar içinde güvenlik ve haz bulduğu yerde, eşiklerde yaşa- manın ayrıcalığı ile güçlü ve güzel ka- labilmişti. Yalanın, zorun, paranın ve sığlığın kuşattığı sesine, aşınmanın küf kokan lekeleri düşmeye başla- mıştı yine de. Gözlerini olanca bü- yüklüğüyle açmasına karşın, gör- düğü şeylerin artık değişmediğini gö- rüyordu. Her şey öyle bir hazla yi- neliyordu ki kendini, giderek bir devinimsizliğe dönüşüyordu yaşadığı gerçek. Alnındaki çizgiler çeşitle- nerek çoğalacağı yerde, silinerek azalmaya başlamıştı. Hiçbir omuz- dan hiçbir kuş havalanmıyordu, ka- nat sesleriyle düş kurabilsin insan.

Anılarından başka gerçeği kalma- mıştı. Gitmek diye oturduğu her yer- den gitmek diye kalkıyordu.”

(Cümleten İyi Yolculuklar - Yolculuklar ve Kentler 1, Kolektif, Derleyen: Haydar Ergülen, Kırmızı Kedi Yayınevi, 280 s.)

“Yolcu, yol senin ayak izlerindir”

Kitabn yirmi yolcusunun da yannda oturdum “yarm dünya”larda, “krmzkz”larda; yolda kendi mi oluyor insan, yol kendi mi oluyor insann? Bu kitapta kendinden, kendi yolculuklarndan yola

çkan airler, öykücüler bizi de kendimize götürüyorlar

DİLAN ÖZTÜRK

dilanozturk.@gmail.com

“Cümleten İyi Yolculuklar”

bilhassa şehirlerarası otobüs yolculuklarının, ilk yolculukların, ilk evden kaçışların, bir otobüs yolculuğu süresince yaşanan aşkların, özlemlerin, devrimlerin kitabı

Bu kitapta kendinden, kendi yolculuklarndan yola çkan airler, öykücüler bizi de kendimize götürüyorlar

1 Antonio Machado 2 Gülten Akın

3 Sıddık Akbayır/Şükrü Erbaş Yolcular

(9)

21 ARALIK 2012 CUMA

9

Aydınlık KİTAP

BABİL BALIĞI

“…yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için…”

Nazım Hikmet, Yaşamaya Dair

B

u hafta okuduğum pek çok kitabın içerisinde, beni daha fazla gevezeliğe iten, hatta bilinen istatistiğin biraz tersine, ki- tabın sahip olduğu kelime sayısından daha fazla kelime söylemeye mecbur bırakan (zevkle!) bir resimli kitabı konu edinece- ğiz: Shaun Tan’in İthaki Yayınları tara- fından dilimize, Seda Ersavcı’nın tercü- mesiyle kazandırdığı “Kızıl Ağaç” (The Red Tree, 2001) kitabını. 1974 Avustralya doğumlu yazar ve çizer

Shaun Tan’in çalış- malarıyla daha önce neden karşılaşmadığı- mı bilemiyorum ve bu- nun için hayıflanıyo- rum. 2011 yılında kısa animasyon uyarlaması Oscar ödülünü de ka- zanan “The Lost Thing”i (Kayıp Şey, İt- haki Yayınları, 2012) iz- lemesine izlemiştim de ödüle aday olan bir baş- ka kısa animasyon The Gruffalo’nun -ki gerek animasyon tekniği, ge-

rek öykü (Julia Donaldson’ın aynı isimli re- simli kitabından uyarlamadır) açısından hâlâ, daha üst-düzey bir çalışma olduğunu düşünüyorum- ödülü kazanamaması se- bebiyle ya tuttuğum kinden ya da vakit bu- lamamamdan, “Kayıp Şey”in arka plandaki yaratıcıları hakkında bir araştırmaya gi- rişmemiştim. Bu açıdan Shaun Tan’in re- simli kitaplarıyla karşılaşmak benim için de büyük bir sürpriz oldu ama çalışmalarının büyüleyici yanı sebebiyle kısa sürede diğer çalışmalarını da inceleme ve araştırma fırsatını bulabildim. Çoğunlukla çocuk ki- taplarının (bu hatalı genellemeye birazdan değineceğiz) yazarı ve çizeri olarak bilinen, modern resimli kitapların önde gelen sa- natçılarından sayılan Shaun Tan’ın hem ya- zıp hem çizdiği “The Playground” (1997),

“Kayıp Şey”(İthaki Yayınları, 2012), “The Red Tree”, “Kızıl Ağaç”(2012, İthaki Ya- yınları), “The Arrival” (2006), “Tales From Outer Suburbia” (2008) ve “The Oopsatoreum” (2012) bulunuyor. Bunla- rın dışında sadece çizimlerini üstlendiği pek çok kitap da mevcut.

ÇOCUK KTABI OLMANIN ÖTESNDE

“Kızıl Ağaç”, temel olarak isimsiz kü- çük bir kızın, “uzaklık” ve “yabancılaşma”

duyduğu, metaforlarla örülü şekilde res- medilen bir dünyadaki “umutsuzluk,”

“çaresizlik,” “kaybolma” ve “yalnızlık”

hisleri içinde yaptığı yolculuğu ve bu yol- culuğun sonucunda ulaştığı “umut”u an- latıyor ve resmediyor. Shaun Tan kitabı için, okuyucularının sıkça, neden bu kadar

“karanlık” çevresinde tablolarını oluştur- duğuna ise “The Rabbits”te işlediği sos- yal ve çevresel adaletsizlik (Avustralya’nın sömürgeleşmesine yönelik bir alegoridir ve yazarı John Marsden’dir), “Kayıp Şey”deki sosyal kayıtsızlık, “The Viewer”daki öz- yıkım düşüncelerinde olduğu gibi, doğru görünmeyen şeylere daha çok ilgili oldu- ğunu söylüyor. Kitaplarının sadece ço- cuklara yönelik olduğunun düşünüldü- ğünden bahsetmiştik. Bu yanılgının te- melini Tan’in resimli kitapla- rında doğal olarak görsel an- latımın genişçe yer kaplama- sının ve anlatının büyük ço- ğunluğunu oluşturmasının et- kisi büyük. Bununla beraber yazın kısmının yalın, kısa, net anlaşılır cümlelerle devam ettiğini göz önüne alınca ve bilhassa geçmişten gelen, re- simli kitapların ekseriyetle çocukları okumaya alıştırma ve özendirme yolu olarak görülmesi sebebi ile bu ya- kıştırmalar yapılıyor. Ancak durum bunun biraz tersi.

Shaun Tan’ın da bir makalesinde tekrar ha- tırlattığı Einstein’ın “sanat, en derin dü- şüncelerin en kolay şekilde ifade edilme- sidir,” sözlerini tekrarlayalım. Kitaplarının olağanüstü şekilde çocukları da cezbede- cek, onların öykü ve görsel dağarcıklarına da hitap edecek doneleri barındırdığı doğru ama bunun yanında yetişkinlerin özümseyeceği, özellikle duygu-düş- izlem metotlarını gözden geçirecekleri, fi- kirleri ve soruları da barındırmaktadır. Çi-

zimleri her incelendiğinde bir önceki gözlemden farklı de- taylar su yüzüne çıkacaktır.

“The Oopsatoreum”daki gibi çılgınca buluşlar (bu buluşla- rın bir yandan alakasız şekil- de İrfan Sayar’ın Prof. Zihni Sinir tiplemesini ve buluşlarını çağrıştırması beni gülümsetti) aynı zamanda yaratıcılığın ne olduğu, neyin orijinal olduğu yolundaki soruları sordurma- ya da muktedirdir. Aynı şe- kilde “Kızıl Ağaç”ı da olduğu gibi kabul etmenin ötesinde, metaforlarını deşmek, so- nunda açan “Kızıl Ağaç”ın da bir gün öleceğini, hiçbir şeyin kesin ve kalıcı olmadığını çı- karsamak ve kitabın başına tekrar dikkatle dönerek ta- mamının bir daireden oluş- tuğunu kavramak da müm- kündür. Aynı şekilde dikkat- li ikinci okumada, büyülü şe-

kilde aniden ortaya çıkan “Kızıl Ağaç”ın her sayfada bir yaprağına rastlanabilir. Ge- nel anlamda Tan’in çalışmalarındaki, ya- bancılaşmaya ve yalnızlığa yol açan imgesel dünyalarında, tıpkı hayatta var olduğu gibi gizli, daha önce göz ardı edilen bir güzel- liğin ortaya çıkışı söz konusudur. “Kayıp Şey” bu anlamda sanatçının manifestosu gibi görülebilir.

ÖYKÜ DÜRTÜLER VE METAFOTLARI KAIMAK

Bu konu ile ilintili Shaun Tan’ın, resimli kitapların hedef kitlesini kimlerin oluştur- duğuna yönelik makalesi oldukça değerli, baştan sona anlam bütünlüğü taşıyan ve bir- kaç kesme alıntıyla geçiştirilemeyecek bir yazı olduğundan, makalenin tamamını merak eden okuyucunun “http://www.shaun- tan.net/essay1.html” adresini ziyaret etme- sini tavsiye ederim. Gözlem dağarcığımdan hareketle en beğendiğim çalışması

“Kızıl Ağaç” olmasına kar- şın, başyapıtı olarak “The Arrival”ı gördüğümü be- lirtmeliyim; sadece mo- nokrom, yazısız bir öyküyü olağanüstü çizimleriyle yansıttığı için değil ancak aynı zamanda öykü dürtü- lerini ve metaforları kaşı- mada “en az” modern ede- biyatın kelimeleri kadar başarılı olduğu için.

Shaun Tan’in görsel öğeleri öykü anlatımının yan değil ana öğelerin- den biri haline taşıdığı bu görsel dürtüleme aşama-

sı için Bookslut’daki röportajında bir soruya verdiği cevabı gözlemleyelim: “Soyut ko- nuları işlemek, hikâyenin konusunu özet- lemek ve öykünün ana hatlarını belirtmek için kelimeler kullanışlılar. Görsel betim- ler ise yazılı bir fikri oldukça geliştiren bir çeşit gizem ve atmosfer kazandırıyor.”

İthaki Yayınları'na bu keşifleri, sun- dukları baskı kalitesi ve daha önemlisi ti- cari kaygılar yüzünden kimsenin kolay ko- lay basmaya yanaşmayacağı oldukça de- ğerli bir eseri bizlere kazandırdıkları için, ülkemizdeki yayıncılığa olan inancımızı bir kez daha canlandırdıkları ve pekiştirdik- leri için teşekkür edelim.

SARILMAK STEYECENZ BR KTAP

“Kızıl Ağaç”, bir kez okuduktan son- ra kitaplığa kaldıracağınız kitaplardan biri kesinlikle değil. Çizimleri tekrar tekrar in- celemek istemenizin ötesinde, masanızın üzerinde uzun süre duracak, her “yaban- cılaşma” ve “kaybolma” hislerinin pençe- sine kapıldığınızda yeniden okuyup içinizde tekrar tekrar umudu yeşertecek bir kitap.

Kendisini çaresiz, üzgün, kayıp, uzak his- seden her yakınınıza armağan etmek iste- yeceğiniz bir kitap. Her çocuğun da yetiş- kinler gibi -hatta tahmin edilenden de sık- umutsuzluk, mutsuzluk ve yalnızlık hisle- rine kapılabileceği ve onlara da umudu ve saklı güzellikleri öğütleyecek bir kitap.

Size hissettirdikleri yüzünden sarılmak is- teyeceğiniz bir kitap, çünkü okuyabilece- ğiniz çok kitap var ama içinizde bir umut büyütmeyi sağlayacak fazla kitap yok.

Haftaya görüşmek dileğiyle…

(Kızıl Ağaç, Shaun Tan, İthaki Yayınları, Çev: Seda Ersavcı, 32 s.) M. SALİH KURT

mustafa.salih.kurt@gmail.com

Umut

Shaun Tan

Shaun Tan’in “The Arrival” kitabndan

(10)

YOKLUUN “VAR!” DED

Gerçek kimi zaman yalanlarla kimi zaman suskunlukla, kimi zaman geve- zelikle, kimi zamansa doğrudan fizik- sel zorla örtülmeye çalışılır. Fiziksel zor diğer tüm durumlarda örtük olarak var- dır. Zaten gizlenmeye çalışılan gerçek tam da budur. Fiziksel zor uygulan- mayışıyla bile uygulanabilmektedir.

Namluların bir hedefe doğrultulmuş ol- ması, her an bir kovboy misali hızla he- defe doğrultulabileceğinin bilinmesi, hedef vurulduğunda yere düşenin ölü- münün ve kimliğinin gizli kalacağına ve bu olay sanki hiç yaşanmamış gibi ha- yatın akıp gideceğine olan inanç ger- çeğin örtülmesini sağlayan düşünsel ik- limin öğeleridir. Bu düşünce ve inanç- ların zihinlerde yer edebilmesinin ön- koşulu bir yerlerde, öyle yer altında fa- lan değil ne de “küçük bir evde”, hazır ve nazır bulunan silahların gücünün bi- linmesi ve bu gücün yapabileceklerin- den duyulan korkudur. O halde ger- çeğin örtülmesi maddi temeli ve ma- nevi sonuçlarıyla tam anlamıyla bir terördür, tedhiştir, korkutma, korku sal- madır. Bu terörü farklı kılansa “yasal bir tanımı” olmaması, bu teröre karşı bir yaptırımın bulunmama-

sı ve tüm bunlar olsa bile bu yaptırımı uygu- layabilecek, tanımlanan suçun failleri hakkında hüküm verecek mahke- melerin olmamasıdır.

MÜZAKERELERN ARDINDAK DDET

Yukarıda sayılan öğe- lerin yokluğu esasında bir varlığa işaret etmek- tedir. Tüm bunların yok- luğundan anlaşılması ge- reken gerçeği örtmeye ya- ran başka mahkemelerin,

başka silahların, başka hakimlerin, başka “suç ve cezaların” maskeli var- lığıdır. “Varlığı” diyoruz çünkü bun- ların varlığı örtülü falan değildir. An- cak aynı zamanda “maskeli” diyoruz çünkü varlıklarının tezahür eden hali gerçekte olduğundan bütünüyle fark- lıdır. “Özgürlük”, “demokrasi”, “ba- rış”, “milli irade” gibi kavramlar bu maskeli varlıklarca tam zıt bir yönde kullanılır. Deyim yerindeyse bu kav- ramlar el değiştirmiş ve gerçek bağ- lamlarını değiştirmek için kullanıl- maktadırlar. Bu kavramların “kav- ramsal konumları” ihlal edilmiş ve bunları ellerine geçirenlerin elinde sözü edilen kavramlar ve benzerleri bi-

rer şiddet aygıtına dönüşmüşler.

Bütün bu konuşmalar anayasa tar- tışmalarıyla yakından ilgili. Anayasayı topluma hazırlayanlar “ideolojisiz” bir anayasayı “kansız bir biçimde”, “şiddet”

kullanmadan getirdiklerini iddia edi- yorlar. Yangına körükle giden sözde muhalefet de bu iddiaları, küçük şerh- ler koyarak olsa da, destekleyen açıklama- larda bulunuyorlar.

Onlara göre ideoloji- ler bitmiş, devrimlerin önü kapanmıştır.

Anayasa tartışma- larının bir yanda mec- listeki bir araştırma komisyonunda diğer yandan uluslararası merkezlerde ve bun- ları büsbütün karşıt bir mecrada “Milli Anayasa Forumla- rı”nda yürütülüyor olması şiddetin varlığına işaret etmek- tedir. Meclisteki tartışmayı kahveha- nedeki bir tartışmadan farklılaştıran meclisin sınırları ve bu sınırlar altındaki faillerin siyasi ve ideolojik kimlikleridir.

Bu sınırın ve kimliklerin dayanağı ise dokunulmazlıklarla, meclis komutan- lığıyla, yasal düzenlemelerle ve en çok da hukuku koruyan kolluk kuvvetleriyle ayan beyan ortada bulunan şiddettir.

Dahası anayasa tartışmalarındaki amaç hali hazırda hükümetçe kabul edilmiş olan anayasa taslağının küçük değişik- liklerle “uzlaşma” adı altında yürürlü- ğe konmasıdır. Dolayısıyla, ortada bir hukuk kurma eylemi vardır. Benja- min’in de belirttiği gibi “hukuk kurma, şiddetten arınmış, şiddetten bağımsız

değildir... Hukuk kurmak iktidar kur- maktır, bu anlamda şiddetin dolaysız te- zahür ediş eylemidir.” (s. 36). O halde ortaya bir paradoks çıkmaktadır. Hakim anlayıştan hareket edersek, iktidarın kendini yıkıp yeni bir iktidar kurması anlamsız görünmektedir. Oysa mevcut iktidar başka bir iktidarın (ABD he- gemonyasının) kolluk kuvveti duru- mundadır. Bu gerçek görüldüğünde pa- radoks ortada kalkar: “Kolluk gücünün amaçlarının, hukukun amaçlarıyla dai- ma örtüştüğü ya da en azından bunlarla ilişkili olduğu iddiası tamamıyla yan- lıştır.” (s. 29).

HAK VE ÖZGÜRLÜKLER

“ZOR”LA GELR!

Böylesi bir kolluk gücüne ve iktidara karşı “uzlaşıyla”, “parlamenter de- mokrasinin gerekleri” çerçevesinde karşı çıkmak cellada aman dilemektir.

Müzakere ve tartışmanın ardında her daim şu veya bu biçimde şiddet vardır:

“Ne kadar hür iradeyle kabul edilmiş olursa olsun, hiçbir uzlaşma zorlayıcı ni- teliğinden ayrı düşünülemez.” (s. 30).

Müzakerelerin nasıl yapıldığı Türki- ye'nin siyasi iklimini izleyen tüm yurt- taşların malumudur. Ancak yine de kav- ranmamış önemli bir olgu daha vardır:

“Hukuk, hukuku koruyan şiddete yö- nelik daha ağır saldırıları önleme sai- kiyle, amaçlar belirlemeye başlar. Yani sahtekarlığa ahlaki nedenlerle değil, sahtekarlığın kurbanlarının başvura- bileceği şiddetten korktuğu için karşı çı- kar.” (s. 31). Hakların ve özgürlüklerin şiddetsiz, steril bir tartışma ortamında geldiği ya da egemenler tarafından bahşedildiği düşüncesi bu olgunun üs- tünü örtmektedir.

Şiddete karşı siyaset

Egemenin mekan olan devlet erkini ele geçirmeye çalmayan hiçbir hareket sistemin iddet uygulamasnn önüne geçemeyecektir

CENK ÖZDAĞ

ozdagcenk@gmail.com

Metis Yayınları bu tartışmaların başladığı dö- nemlerde, 2010'un Ekim ayında “Şiddetin Eleştiri- si Üzerine” adlı bir eseri yayımladı. Eseri hazırlayan Aykut Çelebi, Walter Benjamin, Jacques Derrida, Werner Hamacher, Giorgio Agamben, Robert Co- ver ve Zeynep Direk'in yazdığı makaleleri derlemiş, kendisi de bir makalesiyle bu seçkiye dahil olmuş. Ki- tabın merkezinde Walter Benjamin'in yazdığı “Şid- detin Eleştirisi Üzerine” adlı makale yer alıyor.

Seçkiye katkı sunan Zeynep Direk de özellikle Tür- kiye'de tartışılmakta olan Anayasa sorununu konu edi- niyor. Anayasa tartışmalarıyla kitapta yer alan ma- kalelerde ifade edilen görüşleri ilişkilendiren Zeynep Direk rejimin kuruluşuyla şiddet arasındaki ilişkiyi, kimlik sorununu şiddet kavramına yedirerek işliyor.

Kitapta, hukuku kuran ve hukuku koruyan şid- det, olağanüstü hal ve yasallık, doğal hukuk ve po- zitif hukuk, adalet ve yasa, hukuk ve siyaset, yasanın gücü ve iktidar, şiddet ve şiddet karşıtlığı gibi kav- ramsal çiftler incelikli bir biçimde ele alınıyor. Bel- ki de en önemlisi Aykut Çelebi'nin fiziksel zora in- dirgenen şiddet kavramını daha geniş bir biçimde bir hakkın ihlali olarak ele alması. Bu ayrım yazımızda da işlenen biçime daha uygun düşmektedir. Kapita- list sistem karşıtı gibi görünen düşüncelerin içerisinde devrimci şiddeti de üstü örtülü olarak kınayan sav- ların yer aldığı kitapta sivil toplumcu bakış açısının çeşitli örneklerini görmek mümkün. Buna karşın yine de şiddetin kapsamlı bir biçimde ele alınması bu dar bakış açısını aşmak isteyenler için kitabı okumayı ge- rekli kılıyor.

Tüm bu olumlu yönlerle birlikte, Aykut Çele- bi'nin yazısında yer alan ve çok naif bir sav olan şid- dete karşı siyaset talebinin Hrant Dink için adalet talebi ile ilişkilendirilmesi birçok soyut ifadeyi net- leştiriyor. Şiddete karşı siyaset talebinin öncelikle sis- temin söyleminin dışına çıkabilmesi gereklidir. Şu sav bile sistemin söyleminin ne denli içinde gezi- nildiğine işaret etmeye yetecektir: “Katillerin bu- lunmuş, yargılanıp cezalandırılmış olması duru- munda bile Hrant Dink için adalet talebi asla sona ermeyecektir.” (s. 310). Hrant Dink davasında fail olarak öne sürülen kişilerin burjuva hukuku çer- çevesinde cezalandırılmasıyla yetinmemek gerektiği konusunda yazar elbette ki haklıdır. Ancak daha öte bir hesaplaşma için Zeynep Direk'in yazısında da yer alan 301. maddeye atıfta bulunan ve cinayetin so- rumlusu olarak bu maddeyi ve maddenin ardında- ki anlayışı görmekle kalan bakış açısı sistem içidir.

Sistem içi olmanın zorunlu bir sonucu olarak sis- temin dayandığı şiddet düzeneğini gözardı etmek- tedir. Oysa bu davanın kendisi sistem için bir sınır- dır. Hrant Dink'in biricikliğini yok etmektense o bi- ricikliği kendi siyasal projesi için kullanan sistemin esas eylemi milliyetçilikle hesaplaşma adı altında ha- sır altı edilmektedir. Hrant Dink cinayetiyle siste- mi işleten gerçek faillerin ilişkilendirilmemesi şid- detin olanca haşmetiyle işlediğinin ve bu işlerliğin birçoklarınca fark edilmediğinin açık bir kanıtıdır.

(Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Aykut Çelebi, Metis Yayınları, 328 s.)

iddetin Eletirisi Üzerine

(11)

21 ARALIK 2012 CUMA

11

Aydınlık KİTAP

“Tıp Bu Değil”, sağlık sistemini sor- guladığı kadar kendilerini de sorgulayan bir grup vicdan sahibi doktor tarafından hazırlanmış önemli bir eser. Aslında ucu açık bir kitap. Pek çok doktorun da kat- kısını bekleyen belki de bir külliyatın baş- langıcı. Ama şimdiden bir harekete dön- üştüklerine kuşku yok. Pek çok sorunu olan sağlık sistemimiz bu eserde farklı bir bakış açısıyla inceleniyor ve hatta sorunun temeline iniliyor.

Sağlıkta dönüşüm, hastane koşullarının yetersizliği, muayenenin bile ücretlendiril- mesi, uzun hasta kuyrukları, doktor sayı- sındaki yetersizlikler vs. bilinen kronikleş- miş sağlık sorunlarımız. Sağlık sistemi bo- zuk ve gittikçe de bozuluyor. Peki, bizler acaba bu sorunların neresindeyiz? Biz, kendi sağlığımızı nasıl etkiliyoruz? Aslında bizi hasta yapan, çok ciddi bir sağlık soru- numuz yoksa, kendimizden başkası değil.

İlaç şirketlerinin oluşturduğu o dev sektör bizi hasta olduğumuza ikna etmek için bü- yük paralar harcıyor ve biz de kanıp sürekli hastalıklarımıza çare bulmak için bu sektöre büyük paralar yatırıyoruz. Kolesterolü- müz biraz sınıra dayanınca, şekerimiz biraz artınca, tansiyonumuzda ufak değişiklikler olunca hemen ilaçlara sarılıyoruz. Hatta ba- sit bir gribe yakalandığımızda bile ilaç kul- lanıp bir haftada geçecek rahatsızlığımızı 7 günde tedavi ediyoruz(!)

TIBB TABULARLA MÜCADELE

Beslenme alışkanlıklarımızı doğallaştı- rarak pek çok hastalığımızı bertaraf etmek mümkün. Bu anlamda kitaba katkı sunan önemli isimlerden birisi Prof. Ahmet Ay- dın. “Taş Devri Diyeti” diye isimlendirdi- ği beslenme alışkanlığı aslında adından da net bir şekilde anlaşılabiliyor. Aydın, Taş Devri’ndeki atalarımızın beslenme yön- temleriyle sağlıklı bir hayat yaşamamızın mümkün olduğunu belirtiyor. Bunu sade- ce klasik hormonsuz-organik besinlerle sı- nırlamıyor. Şimdiye kadar doktorların da yanlış ifade ettikleri hayvansal yağların ve kırmızı et tüketiminin kolesterolü arttırdı- ğı ve bunun sağlıksız olduğu anlayışına da savaş açıyor. Görüldüğü gibi tıp bu değil, as- lında tıbbi tabularla mücadele ediyor.

Anadolu’nun köylerinde Aydın’ın tarif ettiği şekilde beslenen insanların yüz yıldan fazla yaşadıklarına hâlâ şahit olabiliyoruz.

Tıbbi tabulara göre bu insanların yaşama- sı imkânsız oysaki! Hayat tabu tanımıyor.

İlaç kullanmadan, sadece doğal yollarla bes- lenerek sağlıklı bir yaşam süren insanların varlığı, ilaç tekellerinin muhtemelen canı- nı sıkıyor.

Peki, ilaç kullanan insanlar neden daha kısa yaşıyor? İlaçların önemli bir özelliği de yan etkilerinin varlığı. Antibiyotik kullanı- mında bile bu böyle. En basitinden siz ne kadar çok antibiyotik kullanırsanız bakte- rilerin o derece o ilaca karşı direncini art- tırırsınız ve artık kullandığınız antibiyotik- lerin dozunu arttırmanız gerekir ve bu da vücudunuzdaki yararlı bakterilerin de bir o kadar yok olmasına sebep olur.

ÖLÜMCÜL LAÇ SANAYS

Tabi burada hemen akla eski insanların ortalama 35-40 yıl yaşadıkları efsanesi ge- liyor. Savaşları, yaygın hastalıkları, bebek ölümlerini de hesaba katarsak 35-40 yaşın aslında gayet iyimser olduğunu düşünebi- liriz. Ortalamayı oldukça düşüren bu du- rumlara karşı elbet çareler bulundu. Ancak yaşayan insanlar açısından bakarsak me- seleye, insanlık eskisine göre daha sağlık- sızdır ve erken ölmektedir. Peki, besin sı- kıntısının olmadığı, yaygın hastalıklardan kitlesel ölümlerin bittiği, bebek ölümleri- nin oldukça düştüğü bir toplumda neden or- talama yaş 60 küsürde kalmaktadır? Belki ironik olacak ama ilaçlar insanları öldür- mektedir de ondan.

Hiçbir kapitalist tekel insan sağlığını dü- şünmez. İlaç sanayisi de öyle. Aynı silah te- kellerinin savaş halindeki iki ülkeye birden silah satması gibi ilaç tekellerinin de size karşı samimi olmasını bekleyemezsiniz.

Zaten ilaç tekelleri sizin sağlıksızlığınızdan para kazanırlar ve sizi sağlıksız olduğunu- za inandırmak için yapmayacakları şey yoktur. Peki, bu ilaçları yazan doktorlar ma- sum mu? Tıp bu değil, hekimlik mesleğine de eleştiriler yöneltiyor. Yazarlar önce doktor değil, insanız diyorlar!

(Tıp Bu Değil, İlknur Arslanoğlu, İthaki Yayınları, 288 s.)

Sorgulanan tıp

Aslnda bizi hasta yapan, çok ciddi bir salk sorunumuz yoksa, kendimizden bakas

deil. laç irketlerinin

oluturduu o dev sektör bizi hasta olduumuza ikna

etmek için büyük paralar harcyor ve biz de kanp sürekli hastalklarmza çare bulmak için bu sektöre büyük paralar yatryoruz

OSMAN BUDAK

H

atıratlar, belge değeri taşımamaları- na rağmen tarih yazınında özel bir değere ve işleve sahip bir tür olarak varlığını sür- dürmeye devam ediyor. Kapsadığı döneme dair ayrıntılı bilgilere ulaşma imkânı sağ- layan hatıratlar, belgelerle de paralellik gös- terdiği ölçüde, hele de karanlıkta kalmış ta- rihi kesitleri ve olayları gün yüzüne çıkar- mada önemli bir işlev görmekteler. Öte yan- dan, hatıratlarda bir belgeden fazlasını, kap- sadığı dönemin siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal yaşamına dair bilgi, gözlem ve de- ğerlendirmeleri bulmak da mümkün.

Geçtiğimiz hafta bu öneme haiz yeni bir hatırat yazın dünyamıza kazandırıldı. Lale Uzay Akalın tarafından derlenen, Yahya Se- zai Uzay’ın hatıralarının yer aldığı, Tarih- çi Kitabevi’nden çıkan “Osmanlı’dan Cum- huriyet’e Sancılı Yıllar (1879-1970)” adlı ki- tap, 19. yüzyılın sonlarında Balkanlar’dan Anadolu’ya göç etmiş bir Müslüman-Türk ailenin tek erkek çocuğunun, II. Abdülha- mit döneminde geçen okul yıllarını, Osmanlı İdari Teşkilatı’nda yaşadığı deneyimleri, 1908 Devrimini, 31 Mart Olayı'nı, Yunan İş- gali'ni, Milli Mücadele ve Kurtuluş Savaşı gibi geniş bir dönemi birinci el tanıklıkla bel- geliyor.

CUMHURYET’E DÖRT ELLE SARILMI BR KUAK

Bürokrat ve siyaset adamı Yahya Sezai Uzay, Sındırgı, Aksaray, Hayrabolu, Mal- kara, Adapazarı kazaları kaymakamlıkları ile Gümüşhane mutasarrıflığı hizmetle- rinde bulunuyor. Kurtuluş Savaşı yılların- da, Redd-i İlhak, Redd-i İşgal ve Bandırma Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin başkan- lığını yapıyor. Yahya Sezai Bey, Balıkesir’de Kâzım Özalp’ın teşebbüsüyle toplanan Müdafaa-i Hukuk Kongresi’ne de delege olarak katılıyor. 1923 yılında toplanan İzmit İktisat Kongresi’nde Balıkesir delegesi ola- rak bulunan Uzay, TBMM’de de Balıkesir milletvekili olarak görev alıyor. Soyadı Ka- nunu’nun çıkmasından sonra, Yahya Sezai Bey’e “Uzay” soyadı bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından veriliyor.

Lale Uzay Akalın, dedesinin hatırala- rını derlediği eserin önsözünde Yahya Se- zai Bey’i şu sözlerle okura tanıyor:

“Yahya Sezai Bey, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına tanık olmuş, düşman işgalini ya- şamış ve Mustafa Kemal Atatürk’ün kur- duğu Cumhuriyet’e dört elle sarılmıştı.

O’ndan söz ederken hiçbir zaman Mustafa

Kemal, Gazi gibi sözcükleri kullanmaz, her zaman Atatürk derdi. Devrimlere son de- rece bağlı idi. Fötr şapkası hep yerinde ası- lı durur, dışarı çıkarken mutlaka giyilirdi.

Eski yazı diye bilinen Arap harflerini zo- runlu olmadıkça kullanmaz, çok sonraları öğrendiği Latin harfleriyle yazdığı eğri büğrü el yazısını ısrarla kullanmaya çalışırdı.

İnançlıydı; ama ibadetini kimseye göster- mezdi. Laikliği bir söz olarak görmezdi; yü- rekten uyguladığı bir yaşam biçimiydi.”

UZAY, ATATÜRK’ÜN

VASYETNN TANIKLARINDAN

Yahya Sezai Bey’in hatıralarının, o günleri bugünden bakıp anlamaya çalı- şanlara önemli tanıklar sunduğunu belirten Lale Uzay Akalın, hatıraların kapsamını şöy- le özetliyor:

“İlk olarak, Osmanlı’nın son günlerinde ülke yönetiminin ayrıntılarına, iane olgu- suna, Anadolu’nun çeşitli kazalarındaki maddi koşullara tanık oluyoruz. İkinci ola- rak, bugün çok tartışma yaratan farklı din ve etnik kökenlere sahip vatandaşların arasındaki ilişkiler, I. Dünya Savaşı ve Mil- li Mücadele sırasında ülkede bu bağlamdaki manzara, bugünkü tartışmaların henüz ya- şanmadığı o dönemde, o günlerin bizzat ya- şayan birinin gözlerinden anlatılıyor. Üçün- cü olarak da, Atatürk, ölümünden bir yıl önce, Yahya Sezai Bey Trabzon Valisi iken Trabzon’u ziyaret ediyor ve bilindiği gibi, bu ziyarette mülkünü halkına bağışlayan va- siyetini yazıyor. Sezai Bey, yine tartışmala- ra konu olan bu olayın da birinci elden ta- nığı oluyor.”

Yıkılan bir imparatorluğun öyküsü ile onun küllerinden yaratılan genç Cumhuri- yet’in kuruluş öyküsünü birleştiren eser, 1922 Eylül ayı ortasında Anadolu’yu terk et- mek zorunda kalmış olan Yunan askerleri- nin, Bandırma’da Haydar Çavuş Camii’ne 2500 kişiyi hapsederek yakma girişimleri üze- rine, Yahya Sezai Bey’in uyanıklığı sayesin- de 2500 Bandırmalının yanmaktan kurta- rılması gibi son derece ilgi çekici olayları da içeriyor. Bu yönüyle, Lale Uzay Akalın ta- rafından yazın dünyamıza kazandırılmış olan “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Sancılı Yıllar (1879-1970)” adlı kitap, Cumhuriyet tarihimizi aydınlatan önemli hatıratlardan biri olarak yalnızca tarihçiler ile değil ken- di tarihini bilme sorumluluğu taşıyan diğer bütün okurlarıyla da buluşmayı bekliyor...

(Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Sancılı Yıllar (1879-1970), Lale Uzay Akalın, Tarihçi Kitabevi, 239 s.) HADİYE YILMAZ

Hatıratlarla bir devir

Kitap, Cumhuriyet tarihimizi aydnlatan önemli hatratlardan biri olarak yalnzca tarihçiler ile deil kendi tarihini bilme

sorumluluu tayan dier

bütün okurlaryla da

bulumay bekliyor

Referanslar

Benzer Belgeler

Ben yıllardır değişik ortamlarda ça­ lışıyorum. Politik şarkı hareketinin gö­ rüldüğü çeşitli ülkelerde düzenlenen festivallere katılıyorum. Bu tür organi­

yüzy›l›n ilk yar›s›nda Fransa’da küf hastal›¤›na ve üzüm endüstrisini tehdit eden di¤er hastal›klara karfl› etkili oldu¤u bulunan bak›r kökenli

Murathan Mungan’ın bir imden hareketle kurulan küçürek öykülerinin yer aldığı Kibrit Çöpleri adlı yapıt, verilmişlikler ile çatışma yaşayan, gündelik

Türk yazınının değeri tartışılmaz adlan olan Oğuz Atay, Behçet Necatigil, Sevim Burak Aralıkta veda eden­ lerden üçü.. Oğuz Atay,

Kraniyal manyetik rezonans görüntülemede; frontonazal kemikte defekt, frontal bölgedeki defekten beyin dokusunun herniyasyonu ve bu bulgularında frontonazal ensefalosel ile

Si Minör Ortaköy'deki şiirsel gerçek nesini bilirler de tabakların­ daki bulutu, ka­ dehlerindeki gökyüzünü görmezler (Za­ ten Si Minör Ortaköy onlar için

Sartre’a göre kendisini Venedik’e kurban eden Tintoretto, yaşamının son saatlerine kadar heykellerini tamamlamaya çalışan ve hep bir eksiklik hisseden Giacometti, soyut sanat

Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, “İstanbul Park Otel Turizm Merkezi” kapsamında kalan İstanbul'un Beyoğlu İlçesi Gümüşsuyu Mahallesi 731 ada 32 sayılı parsel ve 735