Ben rivayetlerin yalancısıyım.
Çok eskilerde çayını şekerli yudumlayabilenler zenginlermiş, çayda sadece zenginler şeker kullanabiliyormuş.
Orta halliler şekeri bez torbaya koyuyorlarmış. Bez torbaya koydukları şekeri uzunca bir iple tavana asıyorlarmış. İpin uzunluğu çayı içecek kişinin oturduğu yerden torbadaki şekere dilini rahatlıkla değdirebileceği mesafede olurmuş. Orta halliler şeker torbasını kendilerine çekiyor, dillerini torbaya vuruyor çaylarını öyle yudumluyorlarmış.
Peki yoksullarla şekerin ilişkisi neymiş dersiniz?
Yoksullar da şekeri bez torbaya koyuyormuş. Fakat onlar ipi çay içenin erişemeyeceği şekilde kısa bağlıyorlarmış. Yoksullar tavanda asılı duran şekere yutkunarak bakar çaylarını öyle yudumlarlarmış. Yani yoksullarla şekerin ilişkisi göz mesafesindeymiş…
Dedim ya rivayet bunlar. Bu rivayetler biraz tevatür de olabilir. Ancak şimdi anlatacaklarım asla rivayet değil, tevatür hiç değil. Gerçek…
Türkiye’de en kaliteli yani GDO’suz yemle beslenen hormonsuz ve antibiyotiksiz hayvanların etlerini en zenginler tüketiyor.
Eti et olarak gören fakat hayvanların GDO’suz yemle beslenip, beslenmediğine aldırmayan, etini yedikleri hayvana hormon ve antibiyotik verilip verilmediğini bilmeyen, araştırma gereği duymayanlar da zenginlerin bir alt
tabakasındaki zenginler.
Dört liraya biri etli olmak üzere üç kap yemek yiyenler de orta halliler. İşte bunlar biraz ilginç.
Bir kilo etin kilosunun 40 lirayı bulduğu, karkas etin kilosunun 12 lirayı aştığı bir dönemde 4 liraya biri etli üç kap yemek alırken bir kabının gerçekten et olduğu sanılabiliyor…
Bir kilo soya kıymasının üç kilo su emdiği, en kaliteli yani GDO’suz soya kıymasının kilosunun 4-4,5 lira olduğunu bilmeyenler de işte bu orta halliler. Et ve et ürünlerine soya küspesi eklendiğini de bilmiyorlar. Bunlara cahil
demiyorum. Asla böyle bir şey söyleyemem. Söylemem de doğru olmaz zaten. Çünkü bunun yetkililer ve yönetenler tarafından denetlenmesi ve halka açıklanması gerekir.
Gıdada uygulanan hileler elbetteki bununla sınırlı değil ancak konumuz gıdalarda uygulanan hileler değil.
Soyanın ağırlıklı olarak ABD, Arjantin ve Brezilya’dan ithal edildiğini ve bu ülkelerin üretimlerinin yüzde 70’ni aşkın bölümünün GDO’lu üretim sonucu elde edildiğini Mısır’daki Sağır Sultan bile duydu, biliyor.
Demem odur ki, Türkiye gelişiyor, değişiyor! En azından böyle iddia eden çuval dolusu insan var. Bilindiği üzere değişim dönüşüm ilk önce gıdada başlar. Hani üstadın dediği gibi “Önce ekmekler bozuldu, sonra domatesler” Gelişen, değişen ve dönüşen Türkiye’nin gelişimi de bir kabı etli, üç kap yemek mi acaba? Konumuz bu da değil, konumuz gıda.
Konumuza dönecek olursak peki yoksullar ne yiyor ?
Yoksullar et tüketmiyor, ekmek ağırlıklı fakirin eti fasulye ve nohudu bulduğu zaman evleri bayram yerine dönüyor. Birileri hayrına veya adadığı adağın etini kendilerine verirse sofralarında et bulabiliyor, bunların dışında kurbandan kurbana et yüzü görenler kendini şanslı sayıyor.
Ben veya biz hangi kategoriye giriyoruz diye düşünüyorsanız kestirmeden söyleyelim: Ne yiyorsan(ız) o’sun(uz)! Bu durumda en yukarıdaki zenginler ile en alttaki yoksullar şanslı. Aradakiler de teşbihte hata olmasın, Anadolu’da çok kullanan bir söz var “araya gidiyorlar” galiba, ne dersiniz?