• Sonuç bulunamadı

Editörden. İçerik-Araştırma-Yazı Aktarım Halil ÇAKAL Ayşenur ÖZDEMİR Feriha KAHRAMAN Zeynep BOZKURT. Resim Mürüvvet KARAKOÇ Nurefşan TEMEL

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Editörden. İçerik-Araştırma-Yazı Aktarım Halil ÇAKAL Ayşenur ÖZDEMİR Feriha KAHRAMAN Zeynep BOZKURT. Resim Mürüvvet KARAKOÇ Nurefşan TEMEL"

Copied!
48
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

İmtiyaz Sahibi Dursunbey

Anadolu İmam Hatip Lisesi adına Hüseyin AVCI

Okul Müdürü Yayın Kurulu

Editör Dilek ARAS

Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Çalışma Grubu

Yazarlar Rüveyda KIRCA

Ayşenur ÜNAL Zeynep ÇAĞLIYAN

Nursel YILDIZ

İçerik-Araştırma-Yazı Aktarım Halil ÇAKAL

Ayşenur ÖZDEMİR Feriha KAHRAMAN Zeynep BOZKURT

Resim Mürüvvet KARAKOÇ

Nurefşan TEMEL

İletişim

Dursunbey Anadolu İmam Hatip Lisesi Üç Eylül Mahallesi Özdemir Sokak No:13

Dursunbey BALIKESİR Tel:0266 662 13 70 Belgeç: 0266 662 21 90 www.dursunbeyihl.meb.k12.tr

Biz iki ben konuştuk bir gün. Oku dedi biri, Okudum dedi diğeri,

Okumadın dedi okusaydın görürdün hakikati, Kim görmüş ki hakikati dedi biri,

Herkesin hakikati gönlünde dedi diğeri, gönlünü oku, gönülleri oku; gözünle, zihninle değil yüreğinle oku gördüklerini, hissettiklerini, böyle okursan görürsün işte hakikati.

Gözlerinize ya da zihninize değil, yüreğinizle okutmaktır amacımız.

Gönülle görmeniz ve okumanız dileğiyle…

Editörden

(2)

İÇİNDEKİLER

“Oku” Buyruğuna Yönelik Farklı Bir Okuyuş / Metin SAVAŞ ...5

Sohbet: Ahmet Şen / ANGI ...7

Ses Tutulması / Hasan Özlen ...14

Hayalin Hükmü Nedir? Dilek ARAS ...16

Her Dilde Oku ...17

Kronik Bir Öğrencinin Hikâyesidir / Erol BOLADAN...18

Röportaj: Dursunbey Barana ...20

Adıyla Okumak Yaratan Rabb’in / Rüveyda KIRCA ...23

Fuat SEZGİN / Derleyen: Dilek ARAS ...24

Karia / Ayşenur ÜNAL ...26

Hüzün / Dilek ARAS ...27

Bir Sürgün ve Soykırım Tarihi 21 Mayıs 1964 / Dilek ARAS ...28

Saflığa Hayranım / Nurgül AYDIN ...30

Çiçekler de Okunur ...31

Portre: Mehmet BAŞ ...32

Bir Tefekkür Adamı: Âşık Sümmani / Dilek ARAS ...34

Umut Işığımızdır Yıldızlar / Esra ÂŞIK ...37

Kalem mi Yazmış, Eller mi? / Rümeysa KIRCA ...38

Sen Bilirsin / Esra ÂŞIK ...39

Kitap Köşesi ...40

Bir Cümle Olsam - Yol Çizen Kitaplar...42

Okul Etkinlikleri ...44

Dursunbey Bulmacası ...48

7

17 15

22

5

18

33 32

31 21 41

24

26 20

28

43

44

45

(3)

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır parlayacak!

O benimdir, o benim milletimindir ancak!

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!

Kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet, bu celâl?

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal.

Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,

‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;

Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.

Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın, Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

İs tiklal

M arşı

Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.

Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?

Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!

Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:

Değmesin ma’ bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!

Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli- Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.

Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım;

Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım;

O zaman yükselerek arşa değer belki başım!

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.

Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;

Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet, Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

Mehmet Akif ERSOY

(4)

İlk ayet, ilk emir, ilk heyecan;

ikra…

İnsanlığın yararına olabilecek her şeyi insanlığı ifsad etmeyecek, düzeni bozmayacak, kötülüğe götürmeyecek

her ne varsa gözlemleyerek okumaktır ilk ayet.

Dinlenilen güzel bir müzik olur bazen, söylenilen güzel bir şiir, suyun akışı, rüzgârın esişi…

Yeter ki görerek gözlemlenerek okunsun, hepsi kitaptır bu hayatta.

Başlarken...

Hüseyin AVCI Okul Müdürü

(5)

“Oku” Buyruğuna Yönelik Farklı Bir Okuyuş

Metin SAVAŞ Yazar

A

rjantin edebiyatının şöhretli ismi Alberto Manguel

“kitap çok şeydir; anıların ambarı, zaman ve mekâ- nın koyduğu kısıtlamaları aşma aracı, geçmiş, bugün ve gelecek olayların kaydıdır” demektedir. Bizim mutasav- vıflarımızın söylemleriyle örtüşen bir şekilde Manguel de “dünyanın bir kitap olduğu” fikrindedir. Evren ve in- san birer kitaptırlar. Manguel der ki: “Yaşamak dünyanın kitabında yolculuğa çıkmaktır, okumak yani bir kitabın içinde yolunu bulmak ise dünyanın kendisinde yolculuk etmek demektir.”

Yolculuk bir keşiftir. İki kapılı bir handa yaşadığımı- zı, bir kapısından girip diğer kapısından çıkma sürecine

“hayat” dediğimizi hatırlarsak dünya eşittir kitap meta- forunun isabetliliği bir kez daha idrak edilecektir. Hanın iki kapısı ile kitabın ön ve arka kapakları özdeştir. Zaman ve mekânın koyduğu kısıtlamaları aşma aracı olması iti- barıyla da kitap bir nevi uçan halıdır, zaman makinesi- dir ve anılarımızın ambarı olması bakımından da bizim hafızalarımızdan biridir. Manguel “kitap, kil tabletten elektronik sayfalara kadar nice kılıklara girmiştir,” diyor.

Tarih Sümer’de başlar diyoruz çünkü onlar kitapsız bir toplum değildi. Türk tarihinde ve edebiyatında bir Gök- türkler efsanesi varsa bunu Orhun yazıtlarına borçluyuz.

Kitaba yeterince tevessül etmeyen milletlerin ise kitaba çok daha fazla rağbet gösteren milletler karşısında ezil- diklerini bugün bizler yaşayarak görüyoruz. Kutsal kita- bımızdaki “OKU” buyruğunun herhangi bir ibadetin çok ötesinde yer aldığını ve hatta temel ibadet olduğunu da fark ediyoruz. Fark etmemize rağmen Mushaf’ı özel kılı- fıyla evlerimizdeki duvarların en tepesine asmak demek onu terk etmek demektir. Okumanın önemini çok erken fark eden atalarımız bin yıl öncesinde Kur’an-ı Kerim’i kendi dillerine, yani Türk diline aktarmışlardı. Eski Ana- dolu Türkçesi dönemine ait ilk Kur’an tercümesindeki Fatiha suresi şöyledir:

“Başladum adıyla Tanrı Ta’âlâ’nun ki rızk vericidür ve rahmet edicidür. Şükr cemi âlemleri yaradan Tanrı’ya ki rızk vericidür rahmet edicidür. Din gününün padişahı sana taparuz ve dahı sana sığınıruz. Göster bize hidayet tevfikile doğru yolı yolını ol kimselerün ki ni’met ver- dün. Kakılmışlardan degüllerden ki Yehudiler azgunlar- dan degüller ki Nasraniler.”

Eski Anadolu Türkçesi dönemine ait ilk Kur’an ter- cümesinde uygulanan yöntemlerden biri Arapça söz var- lığının kelime kelime Türkçe olarak karşılanması şeklin- dedir. Buna birkaç örnek verelim:

Hâlik yerine Yaradıcı İftira yerine Yalandur Kâtib yerine Yazıcı Mübarek yerine Kutlu

Mücrimin yerine yazuklu (günahkâr)

YIL: 4 SAYI : 4 2020

5

(6)

siyle Kur’an tercümesinde vahyi anadilimize çevirirken son peygamberin kitabını Müslüman Türklerin fayda- lanmasına sunma gayretiyle hareket edildiği besbellidir.

Burada esas olan vahiy mesajının Türklerce anlaşılır kı- lınmasıdır. Yeni yeni Müslüman olmaya başlamış atala- rımıza İslam dinini benimsetebilmek için Türk dilinden yararlanma yoluna gidilmiştir. “Okumak, yani bir kita- bın içinde yolunu bulmak, dünyanın kendisinde yolculuk etmek demektir.” Dünya dediğimizde sadece kendi ge- zegenimizi değil, insanı, insanla birlikte bütün canlıları, hayatı ve kâinatı tasavvur etmemiz gerekiyor. Kur’an-ı Kerim ilâhî kökenli olsa da esas itibarıyla bu dünya ha- yatında bize lâzımdır. Öte dünyada rahat edebilmemiz için bu dünyadaki sınavı kazanmamız gerekiyor ve bizim sınav rehberimiz de kutsal kitaptır. Kur’an-ı Kerim bize yol göstericidir. Rehber kitaptır demiştik zaten. “Göster bize hidayet tevfikile doğru yolı” ifadesinden bellidir ki Kur’an aslında bize yol göstermesi için tek efendimiz olan Allah’a yakarmamızın karşılığıdır. Ve elbette evren- sel bir kitaptır. Teknolojinin gelişimiyle birlikte kâina- tın neresine gidersek gidelim Kur’an öğretisiyle hareket etmemiz zorunludur. Bir başka galaksiye ulaştığımızda Kur’an ahlâkı dünyada kaldı, bu galakside hükümsüzdür diyemeyiz.

Kur’an-ı Kerim “OKU” buyruğunun hedef gösterdiği ana kitaptır. Okumak yalnızca harflerle de sınırlı değildir.

Tabiatın sesleri, insanın konuşması, görsellik, bilim, ede- biyat ve sanatın her türü okumanın kapsamındadır. İnsan ve evren okunması gereken birer kitaptır. Harflerle de okuruz, başka yöntemlerle de okuruz. Kanatlı hayvanları okuduğumuzda uçak fikri zihnimizde canlanır ve uçağı icat ederiz.

Okumak keşiftir. Evrenimizi ve kendimizi tanımanın ötesinde başka âlemler hakkında da fikir sahibi olmak- tır. Kur’an ayetlerini okuyarak cennet ve cehenneme dair fikir ediniyoruz. Kendi amellerimizi Kur’an mesajıyla kıyaslayarak da cennet ve cehenneme dair birtakım izle- nimler ediniyoruz. Okumak, idrak etmek, yani görmek- tir. İdrakimiz tabii ki parçalıdır ve yetersizdir. Çünkü dünyevî yaratılışımız böyledir. Bütünlüklü yaratılmış olsaydık zaten vahye ihtiyacımız kalmayacaktı. Kur’an-ı Kerim okunması gereken ana kitaptır ama okunması ge- reken yegâne kitap değildir. Aksi halde Kur’an dışında- ki bütün okumalardan kaçınmamız gerekirdi. Yahut da Kur’an dışındaki her okumamız günah hükmünde olur- du. Daha açık söylersek, bilim ve sanat günah olurdu.

Kitap yazmak günah sayılırdı. Kur’an-ı Kerim’de her şey vardır diyoruz fakat başka şeyler okumaktan uzak durmuyoruz. Kur’an’da her şey öz olarak vardır. Böyle olmasaydı, Kur’an dışındaki okumalarımız günah sayıl- saydı, hastalandığımızda doktor reçetesini okumak da bizi cehennemlik ederdi. Kur’an’da birtakım reçetele- rin özü vardır. Somut olarak her reçete orada yoktur. Bu

bilen din âlimine değil de Latince bilen tıp doktoruna koşmayacaklar mı?

İslamiyet akılcıdır dediğimizde kastettiğimiz işte bu- dur. Akla aykırılık vahye aykırılıktır. “OKU” buyruğu insanın ve evrenin bütününü her boyutuyla kapsayan mu- azzam bir buyruktur. Trafik işaretlerini okuduğumuzda trafik kazası yapma riskimiz azalıyor. Bir tıp öğrencisinin bir kadavrayı veya genlerimizi okuması sayesinde has- talıkların çareleri bulunuyor. Bir okurun bir kitabı oku- masıyla tekâmül sürecimiz pekişiyor. Görüldüğü üzere genlerimizden trafik işaretlerine varıncaya dek kâinattaki her şey okunması gereken bir kitaptır. Evimizde mutfa- ğa girip de annemizin çalışmasını okuduğumuzda yemek yapmasını öğreniyoruz. Atmosferi okuduğumuzda hava durumunu öğreniyoruz. Örnekleri istediğimiz kadar ço- ğaltabiliriz. Sonuç olarak: İnsan ve kâinat birer kitaptır.

Her biri Allah’ın ayetleridir ve bizler bu ayetleri okumak- la yükümlüyüz.

• Yazar Hakkında:

1965 Balıkesir doğumlu yazar beş yaşındayken İstanbul’a yerleşmiştir. Lise eğitimini Vefa Lisesi’n- deyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmıştır.

Babasının iş dünyasında karşılaştığı güçlükler nede- niyle ailesiyle birlikte Balıkesir’e dönmüştür. Yirmili yaşlarında hikâyelerden oluşan ilk yazılarını yazmaya başlamıştır. 1995 yılında Türk Edebiyatı Vakfı’nın düzenlediği Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması’nda

‘Ninemin Türküleri’ adlı kısa öyküsüyle mansiyon ödülünü almıştır. 1998 yılında Orkun Dergisi’nin dü- zenlediği makale yarışmasında ikincilik almıştır. Bu dönemden sonra ilk roman denemelerini yaparak 1999 yılında İstanbul Tuzla Belediyesi’nin açmış olduğu roman yarışmasında ‘Efendi Dayının Kozalakları’

adlı romanıyla birinciliği Ahmet Kekeç’le paylaşmış- tır. Söz konusu roman 2000 yılında kitaplaştırılmıştır.

2000 yılında bugüne kadar yazmış olduğu romanlar- dan Zemheri Kuyusu 2005 yılında Türkiye Yazarlar Birliğince en iyi roman seçilmiştir. 2012 yılında Erlik romanı ESKADER ödülü ve

2014 yılında Türk Ocakları Ayvaz Gökdemir ödülünü almıştır. Metin Savaş, Türki- ye’de yayın yapan yaklaşık 25 edebiyat dergisine düzen- li şekilde makale yazıyor.

Yıllarca Zağnos Paşa Cami- si’nin karşısındaki küçük bir büfeyi işletmiş olan yazar halen memleketi Balıke- sir’de yaşamaktadır.

(7)

Söyleşi - ANGI:

Ahmet Şen

• Ahmet Şen kimdir?

Ordu’nun Fatsa ilçesinde 1983’te dünyaya gelmiş, ilk ve orta öğrenimini burada bitirdik- ten sonra üniversite için gurbete, Ankara’ya çıkmış, ondan sonraki hayatı da gurbette devam etmiş bir kardeşinizim. Ankara Üniver- sitesi Sınıf Öğretmenliği bölümü- nü bitirdim, bitirir bitirmez de öğ- retmen olarak atandım. Mesleğe Dursunbey’de başladım ve son 14 yıldır buradayım. Bu süre zar- fında çeşitli okullarda görev ya- parak bugünlere geldik diyelim.

• Bir şiir kitabınız var: ANGI.

Hatıra-anı anlamını taşıyor.

Sizinle bugün bu kitabı ve bu kitabın yazarını daha iyi tanı-

mak amacıyla sohbet etmek istiyoruz. Öncelikle şiir ya- zan çoğu kişinin etkilendiği birçok şair vardır. Bu etkile- meler genellikle bu şairlerle benzer ruh dünyası ve bakış açıları doğrultusunda ger- çekleşir. Sizin etkilendiğiniz şairler kimlerdir? Ben şiirle- rinizi okuduğumda özellikle iki şairi anımsadım: Nazım Hikmet ve İsmet Özel. İki ayrı ruh dünyası ve iki ayrı bakış açısı.

Nazım Hikmet bizim edebiya- tımızda, Türk şiirinde önemli bir sayfadır. Keza İsmet Özel son dö- nemin Nazım Hikmet’idir bence.

Bunlardan etkilenmemek müm-

kün değildir. Ben özellikle şiirlerin yazılış tarihlerini kitaba koydum ki okuyucu bu yolu görsün. Bu- radaki yön arayışını, yöntem ara- yışını hem ben göreyim hem de okuyucu görsün. Kendi anlatım tarzıyla, özgün bir şekilde orta- ya çıkan şairler muhakkak vardır ama mutlaka beslendiğimiz bir kaynak var. Mesela ben eski keli- meleri çok kullanıyorum şiirlerim- de. Bazen bu bir çatışma yara- tıyor okuyucunun kafasında. Yeni bir şiirde eski kelimeler geçiyor.

Hem gramer olarak biraz anlatım bozukluğuna da düşme tehlikesi var. Beslendiğiniz kaynaklar faz- la olunca çok çeşitli ve değişik tarzda şiirler çıkabiliyor ortaya.

Şiir okumak bile herkesin harcı değildir. Yazmaksa duyguları gerçekten yaşamış olma- nın kanıtı. Yetenektir, duyguların gerçekliği, samimiyetidir her şeyden önce. Duygular, beşerlikten kurtaran yegâne silahtır, insan yapandır. Bu yüzden şiir insanın işidir, beşe- rin değil. Dursunbey’de bir insan: Ahmet Şen. Geçtiğimiz aylarda bir şiir kitabı çıkardı.

Adı Angı. Hatıra-anı demek angı. Ahmet Şen’in anılarının aynası diyebiliriz. Bir insanın yol arayışı. Katre-i Kelam dergisi olarak kitabı ve kendisi hakkında sohbet ettik. Bir in- sanı daha yakından tanımak, tanıtmak kısacası bir insanı okumak için.

YIL: 4 SAYI : 4 2020

7

(8)

“Şiir serüvenim babamın defterlerini kurcalarken başladı. Bu kitabın başında teşekkür kısmı var,

orada öyle yazıyor: ‘Şiiri soyundan miras alıp çocukluğumuzun gölüne mayalayan babama.’

Dedemin küçük bir defteri vardı, Osmanlıca ile karışık el yazısı. O babamda saklıydı. Babamın da bir defteri olduğunu gördüm. Sanırım ben o zaman 8-10 yaşları arasındaydım. Babam da bir şeyler yazmış. O zamandan belki bize de bir

şeyler damladı, mayalanma oldu.

irlerde vardır fakat uzun şiir yaz- mayı sevmem tarz olarak. Birçok şairden birçok kaynaktan etkilen- mişimdir fakat Cemal Süreya’yı keyifle okumuşumdur defalarca.

Çünkü sembolik durumları, gizli kapaklı sözleri seviyorum. Anla- mak için keşif gerektiğini düşünü- yorum. Kısa, kelimelerin altıda bir bağlantısı olan ve vermek istediği mesaj hemen anlaşılmayan şiirler yazmayı, onlarla uğraşmayı daha çok seviyorum. Cemal Süreya’ya benzemede aşırı bir gayretim ol- madı fakat oraya doğru bir kayma olmuştur bende. Bu şekilde yaz- mam bir yön arayışıdır, kendimi orada daha rahat hissediyorum.

Uzun şiir çalışmalarım oluyor zaman zaman fakat bu sefer de şiire derinlik katamadığımı hisse- diyorum. İsmet Özel bu bakım- dan uzun ve derin şiirlerin şairidir.

Bunu nasıl başarıyor, ikisini bir arada götürmeyi? Bilmiyorum.

Dediğim gibi ben kısa şiirler yaz- mayı daha çok seviyorum.

• Kendi adıma şiirlerinizi be- ğendim. Özellikle Türk ede- biyatından, şairlerden izler görmek, bahsettiğiniz geli- şimi görmek hoşuma gitti.

Amacınıza ulaştığınızı söyle- yebilirim.

‘Niye böyle olmuş, okuduk; hiç bir şey anlamadık.’ gibi. Bunu normal karşılıyorum, benim hede- fim okuyan herkes şiirlerimi anla- sın olmadığı için. Mesela 301 diye bir şiir var kitapta, onunla ilgili bir arkadaşımın çok özel bir dönütü var, onu paylaşayım sizinle. Şöyle demişti bana:

‘Kendi şiirim gibi hissediyorum 301’i.

Maden ocağına sunak demiş- sin üstat. Bu bir benzetmeden fazlasıdır. Göz akı madencinin en temiz, hep tertemiz kalabilen tek yeri. Yeraltı kanunu denince in- san kendini asla yeryüzünde his- setmeyecek bir ağırlık yaşamalı.

Utanmalı yeryüzünde duran be- deninden. Bu şiir yazılmamıştır.

Acısını yüreğinde taşıdığın bir do- ğum sancısıdır. Doğmuştur onun için bu şiir.’

301 şiirini yazmam üç sene- mi aldı, çok kısa bir şiir. Ben bazı şiirleri yazıyorum ve sonra kısalt- maya çalışıyorum, öyle bir gayre- tim de var. Yani bir cümleyi nasıl iki kelimeye düşürürüm derdin- deyim. O yüzden kelimeler vuru- cu olmalı ve söylemek istediğim şeye tam oturmalı. 301 şiiri Soma madencileri için yazılmış bir şiir-

Bunu bu kitabı okuyan arkadaşım çözmüş. Okuyup bir şey anlama- yanlar da var tabii ki ama hedef kitlemiz bu şifreyi çözebilenler- dir, etkilenenlerdir, kendinden bir şeyler bulanlardır elbette.

• Sizce şiir nedir, nasıl tanım- larsınız şiiri? Ve Ahmet Şen’in şiir serüveni nasıl başladı?

Çok kısa bir şekilde ifade ede- yim: ‘Bir söyleme biçimidir şiir.’

Şiir serüvenim babamın def- terlerini kurcalarken başladı. Bu kitabın başında teşekkür kısmı var, orada şöyle yazıyor: Şiiri so- yundan miras alıp çocukluğumu- zun gölüne mayalayan babama.

Dedemin küçük bir defteri vardı, Osmanlıca ile karışık el yazısı. O babamda saklıydı. Babamın da bir defteri olduğunu gördüm. Sa- nırım ben o zaman 8-10 yaşları arasındayım. Babam da bir şeyler yazmış. O zamandan belki bize de bir şeyler damladı, mayalanma oldu. Ortaokul ve lisede okurken babamın çok kitabı vardı evde.

Babamın kitaplarını okurdum o dönemlerde kitaba ulaşmak böy- le kolay değildi. Tabi anlamıyor- duk o yaşta okuduğumuzdan pek ama gene de bir şeyler düşmüş haznemize öyle öyle. Anadolu

(9)

Lisesinde olduğum sürede Türk- çe ve Edebiyat Öğretmeleri açı- sından çok şanslıydık belki de.

Şiirleri paylaştığım Edebiyat Öğ- retmenim vardı. Bir de Geometri Öğretmenimiz vardı, okula yeni atanmıştı, çok gençti. Aramızda 4-5 yaş farkı vardı. Yeni mezun olmuştu. Ondan ise bir Geomet- ri Öğretmeni olarak değildi etki- lenme sebebim, çok farklı işler- le uğraşan, sıra dışı bir insandı.

Böyle karakterleri çok severim.

Yani herkesin uğraştığı, sıradan günlük işlerle uğraşmayan bir adamdı ve ben onunla çok farklı bir yöntemle iletişime geçmek is- tedim. Öğretmenimizin adı Bora idi. Cep telefonları yeni çıkmış, Bora Öğretmen bize geometri ödevi veriyordu ve sorularımız olur diye de telefon numarasını açık açık vermişti o zaman. Tele- fon açıp soru soramazdık pek biz tabi, o zamanlardaki ilişki şimdi- ki öğretmen-öğrenci ilişkisi gibi değildi, daha resmiydik. Adama sıra dışı şeyler yapmak istiyorum.

Biliyorum, okuyan ilgilenen insan.

Bir kaç şiir gönderdim ona, tabi ismimi açıklamıyorum. O da şiir- lerden öte benim kim olduğumla ilgileniyor. Kimsin, necisin gibi sorular soruyor, ben de onlara cevap vermiyorum. Bir süre son- ra haftada bir şiir göndermeye başladım. O garibim de çocuğun teki herhalde internetten bulup bana gönderiyor falan tarzında düşünceye girmiş. Daha sonra- da bakıyor, bu şiirler biraz farklı hiç duyduğumuz gibi değil. O da bana sürekli kim olduğumu soru- yor ama ben cevap yazmıyorum.

Tabi ben bu arada şiir gönder- meye devam ediyorum. Okuldan mezun olacağım gün Bora Öğ- retmenin yanına gittim, bir daha ya görüşürüz ya görüşemeyiz o şiirleri gönderen bendim dedim.

Hâlâ görüşürüz, yıllardır bağlantı- mız vardır. Şu anda bir arkadaşlık düzeyinde. Bu şiirlerle ilgili Ede- biyat Öğretmenimle de anılarım olmasına rağmen onunki çok il- ginçti. Bu yüzden kitabın girişini

yazmak da ona düşerdi. Rica et- tim, o da kırmadı sağ olsun.

• Şiir dışında yazdığınız farklı türde yazılarınız da var mı?

Deneme, kısa durum hikâyesi gibi türlerde de yazıyorum. Ro- manı ise iki kere denedim, elime yüzüme bulaştırdım diyebilirim.

Roman zor bir iş, kurgu yapamı- yorum, karakterler bir türlü ilerle- miyor; belli bir sayfadan sonra tı- kanıyor. Daha sonra hikayeleri ve denemeleri de derleyip bir kitapta birleştirmek istiyorum. Ayda dört-

beş şiir yazmak gibi bir durumum yok. İstanbul›da fuara, CNR’e katıldım. Orada bir bayan sordu:

‘’İkinci kitabı çıkartmayı düşünü- yor musunuz?’’ dedi. ‘’Hanıme- fendi ben bir kitabı 20 yılda ancak çıkartabiliyorum›› dedim. 20 yılda bir şansım daha olabilir diyorum şiir açısından. Yılda belki 4-5 tane şiir benden ya çıkar ya çıkmaz.

Bazı yıllar eğer bereketliyse ayda bir şiir çıkıyor ortalama.

• Gördüğüm kadarıyla şiir türü açısından şiirlerinize lirik şi- irler diyebiliriz ve serbest şi- irler yazıyorsunuz. Bunların haricinde ben kitabınızda sıklıkla geçen bir kelimenin hikâyesini çok merak ettim:

AKASYA. Bir çocukluk anı- sı mıdır akasya ağacı sizin için? Ben okuduğumda böy- le hissettim şahsen.

Fatsa’da bir evimiz vardı, bah- çesinde 8-10 tane akasya ağacı.

Akasya ağaçlarının dalları evimi- zin balkonundan içeri girerdi. Çok büyüktü o akasya ağaçları. Akas- ya ağaçlarının baharda bem- beyaz oluşu, o görüntü ve koku benim için hiçbir şeyle kıyaslana- maz ve akasya benim için ölçü- lemez bir imge halinde dönüştü.

Onun kokusu hatta tadı. Güzel de bir tadı olurdu. Akasyaya aynı zamanda diken ağacı da derler.

Dikenleri de vardır çünkü. Kimisi diken ağacı der, kimisi de akasya ağacı der. Sevmesini bilmeyen, güzelliğini değil de dikenlerini gö- ren diken ağacı der.

• Mutlu şiir yoktur. Genellikle şiir hep acıdan beslenir? Bu sizde de var mı?

Var. Genelde üretim mevsi- mim sonbahar ve kış aylarıdır.

Yazın benden hiçbir şey çıkmaz,

yani tek kelime yazamam. Me- lankolik havalar, kapalı havalar, dramatik durumlarda genellikle şiir yazmışımdır. Yeni doğuş şi- irleri hep böyle melankolik du- rumlarda ortaya çıkar, genelde kış mevsimlerinde. Bende şöyle bir şey oluyor. Bir hastalığa ya- kalanır gibi ateşleniyorum, ate- şim çıkıyor, yükseliyor. Kafamda zaten uğraştığım bir şiir mutlaka oluyor. O zaman işte şiir çıkma- ya başlıyor ve bir yere çekilmem gerekiyor. Durup dururken vücut ısım yükseliyor. Şöyle bir durum da var, şiir bende başlıksız çıkı- yor. Başlık bulmak benim için çok önemli. Şiirde hiç geçmeyen bir kelimeyi başlık olarak kullan- mak istiyorum. Gayretim de hep o yönde. Başlığın şiirle çok alaka- sızmış gibi görünen ama irdeledi- ğinde şiirin aslında konusunu ve nerden çıktığını göstermesi ge- rektiğini düşünüyorum, onla çok uğraşıyorum. Başlık işiyle şiirle uğraştığımdan daha çok uğra- şıyorum. Başlıksız üç-dört sene bekleyen şiirler olmuştur.

• Kitabınızda 47 tane şiiriniz var. Bunların içinden özellik- le 10’undan çok etkilendim.

Özellikle Ukubat adlı şiiri-

“Fatsa’daki evimizin bahçesinde bulunan 8-10 Akasya ağacı. Dalları evimizin balkonundan içeri girerdi. Akasya

ağaçlarının baharda bembeyaz oluşu, o görüntü ve koku benim için ölçülemez bir imge haline dönüştü.”

YIL: 4 SAYI : 4 2020

9

(10)

le çok samimi geldi bana.

Hani yürekten yazılan şiirler daha çok işler ya insana bu yüzden. Ukubat adlı şiiriniz- de bir dize var: “Ellerin ne- yin katili olursa olsun” Bir acı gördüm üç dizelik bir şiir ama beni en çok etkile- yen bu son, vurgulu dizeydi.

Bunu genç yaşta yazmış ol- manıza rağmen bu dizenin anlattığı çok farklı ve fazla şey var gibi geliyor bana. Bu üç dizelik şiirden kocaman bir hikaye çıkar gibi geliyor.

Neden eski şiirler çok sevdiniz söyleyeyim. Gençlik yılları, aşık oluyoruz. Ulaşamadığımız aşklar da var tabii.

• Şiirin en güzel kaynağı bu zaten.

Evet. O dönemlerde özellikle elde edemediğimiz şeyler var. O zaman doluyorsun ve o musluğu açıp bir boşaltman lazım. O za- manki duygular daha yoğun ol- duğu için ve gerçek olduğu için okuyanın üzerinde etkisi de biraz daha fazla olabiliyor. Artık somut aşka ulaştık, elde etmek istediği- miz aşka ulaştık. Bize aşkla ilgili şiir yazdıracak şey doğal olarak

duygulardan beslenebilir insan.

Sokakta yürürken bir sokak ço- cuğunun durumuna üzülüp o duyguyu işleyebilirsin artık şiirde.

Hayat hep böyledir, her alan- da. Bir şeyi çok istersen anlam- lıdır. Bu bir ev de olur, bir araba da olur, cep telefonu da olur artık neyi çok istiyorsanız. Ona ulaş- maya çalıştığınız müddetçe o çok değerlidir ve anlamlıdır, size her şeyi yaptırır. Şiir yazdırır, yazı yazdırır, gider onun için hırsızlık bile yapabilirsiniz, her şeyi göze alır insan ama ona ulaştığınız za- man o istek artık biter. Bu şiir, Ukubat, başlıksız kaldı yıllarca.

İslam hukukunda şeriat, ukubat, ibadat terimleri vardır. Ukubat ceza hukuku kısmına giriyor. “El- lerin neyin katili olursa olsun.”

dan geliyor bu başlık da.

• Bütün şiirlerin bir hikâyesi muhakkak vardır. Şiirlerini- zin arasında sizi derinden etkileyen bir hikâyesi olan, sizin için daha bir özel, daha önemli şiiriniz var mıdır?

Var. Benim için ayrı bir yeri olan, burada yapılan şiir gecesinde de okuduğum Yengi şiiri. Çok özel gerçekten Yengi şiiri benim için.

mısınız?

2013 yılında oğlum hastalan- dı. Böyle garip bir hastalık, sürekli doktora götürüyoruz ama bir türlü çocuk iyileşmiyor. Haftalara yayı- lan bir süreç, insanın psikolojisini bozuyor. Oğlum 3 yaşında o za- man. Bir türlü çocuğu iyi edemi- yoruz, fenalaşıyor doktora gidi- yoruz, iyileşiyor eve geliyoruz; 2 saat sonra yine fenalaşıyor, yine gidiyoruz. Doktor da artık bizden bıktı, çocuğu hastaneye yatırdık.

Sürekli ilaçlar, serumlar, bilmem neler. 3 yaşında delik deşik olmuş bir çocuk. Hastanede günler ge- çiyor. İyileşmiyor çocuk bir türlü.

Bir gün hemşirenin birisi çocuğa bir ilaç verdi. O ilacı verirken, şırın- gayla enjekte ederken bir şeyler ol- maya başladı. İlacın son damlasını verecekken çocuk küt diye yığıldı kucağımda ve hemşire telâşlandı, kaçtı gitti. Orda kendim çocuğa oksijen verdim. Eşim koridorlar- da bağırıyor yetişin doktor çağırın diye. Aradan belli bir zaman geçti sonra bir doktor geldi bizi çıkardı- lar, çocuğa kalp masajı yaptılar, adrenalin verdiler falan. O gün çok zor bir gündü. Müthiş zor bir gün- dü. Onu anlatamam ama bir şey

(11)

bizden koptu. Allah o acıyı hafiften bir tattırdıktan sonra onu bize geri hediye etti, tekrar onu bize sundu şükürler olsun. O olaydan sonra çocuğu o hastaneden çıkarttık ve başka bir doktora götürdük. As- lında basit bir tedaviymiş ve ça- bucak iyileşti sonra. Bu bizim için bir sınavmış, bir imtihanmış. Onu yaşadık, yaşamamız gerekiyor- muş. Hani insanın eti acır, hiçbir şey batmaz ama eti acır insanın. O acıyı yaşadık. Bu şiir oradan çıktı, hikâyesi budur. Şiirin her dizesin- de o hastane koridorları vardır, o küçük çocuğun çektiği sıkıntılar.

Şöyle diyorum bir dizesinde:

‘Ne güzel şey ellerinin o eski sı- caklığına kavuşması’

Buz gibi elleri vardı çocuğun ku- cağıma düştüğünde.

‘Sana kavuşmak bir yana kavu- şulabilir olman ne güzel’

Sana kavuşmayı geçtim, ka- vuşulabilir ol, bir yerlerde yaşa, ben sana kavuşmasam da olur.

Bu şiirin her satırı değerlidir bu yüzden.

• Etkili bir hikâyesi varmış.

Güzel şiir etkili hikâye… Şi- irlerin hikayesi bilindiğinde okuyucuyu çok daha derin- den etkiler bu şiirler, daha fazla anlam kazanır.

Bir okuyucu olarak Ahmet Şen nasıl bir okuyucu?

İyi bir okuyucuyumdur. Hafta- da 3 ya da 4 kitap okurum. Boş olduğum her anda kitap okurum.

Televizyon izlemem. Yolculuk esnasında, öyle bir yolculuğum olursa kitap okumayı severim.

Ailem ve mesleğim dışındaki za- manlarda işim ya yazmaktır ya da okumaktır muhakkak.

Edebiyata düşkünlüğüm bam- başkadır ama onu ben bir takvi- me bağlarım. Az önce de bah- setmiştik benim mevsimim kış ve sonbahardır diye. Edebiyata genelde kış ve sonbahar ayların- da yoğunlaşırım. Bu zamanlarda beni bambaşka yerlere sürükler

okuduklarım. Roman ya da bir şiir kitabı okuyorsam o konuya, duyguya daha da yoğunlaştırır.

Bahar ve yaz aylarında düşün- ce, tarih gibi kitaplara yönelirim.

O takvim öyle işler bende. Oku- manın ayrı bir yeri var, değerlidir benim için.

• Aradığınız, tercih ettiğiniz bir konu; bir tarzınız var mı kitaplarda?

Romanlarda Türk yazarları- nın döneme şahitliğini arıyorum.

Yaşar Kemal’de, Atilla İlhan’da, Kemal Tahir’de, Orhan Kemal’de, Tarık Buğra’da dönemin san- cılarını görebilir okuyan bir kişi.

Osmanlı’dan itibaren, bir Meşru- tiyet döneminin tanıklığını içeren

ama roman havasında giden, karakterleri gerçek olan kitapla- rı ararım, özellikle tercih ederim.

Kurgusal romanlar nadir okurum, çok zevk alırsam okurum. 12 Ey- lül döneminin romanları, Cumhu- riyet’e geçişte yaşanan sancıları, o uyum sürecini, yol dönemeç- lerini anlatan romanlar vardır;

onları daha çok okumayı isterim.

Deneme okurum. Yine yerli kay- naklardan beslenmeye çalışırım.

Yabancı kaynakların çok iyi çeviri olması lazım okumam için. Ya- bancı bir kitabı elime aldığımda hemen çevirene bakarım çünkü çeviri tamamen başka bir boyut.

Adam kitabı yazar sen çeviriyle onu bitirirsin.

Ben sanat ararım, düz yazı şeklinde de olabilir ama içinde sanat olsun okuduğum kitabın.

Çoğu kitabı mecburiyetten oku- muşumdur çünkü ben şunu ya- pamam, bir kitabı 20 - 30 sayfa okursunuz; kitap bir türlü ilginizi çekmez, atıverirsiniz kenara. Ben

onu yapamıyorum, kitaba hak- sızlık olacağını düşünüyorum;

yazana haksızlık olacağını düşü- nüyorum. Çok sıkılsam da kitabı sonuna kadar okuyorum.

• Herkesin hayatında dönüm noktası yaratan bir kitap vardır mutlaka, sizin de böy- le bir kitabınız var mı?

Evet, dönüm noktası olan bir kitabım var: Hemingway’in “Si- lahlara Veda” kitabı. Eskiden programlar olurdu kitap tanıtımı için. Sanırım orta sonda falan- dım. TRT de bir programda He- mingway’in Silahlara Veda kitabı tanıtıldı. Daha doğrusu aklımda kalan tek şey Silahlara Veda ismi.

Sonra televizyonda Silahlara Veda isimli bir Türk filmi gördüm.

80’li yılları anlatan bir filmdi. O zaman şunu düşünmedim tabi, isim benzerliği mi, bu film kita- bın uyarlaması mı falan, onları bilemiyorum çünkü kitabı bulamı- yorum. Bundan bir kaç yıl sonra takip ettiğim bir programda yine Silahlara Veda ismi çıktı karşıma.

Kitaptan bir pasaj paylaşıldı. O dönemlerde garip şeyler vardı, bazı kitaplar yasaktı. Almak değil o kitabı sormak bile riskliydi. Bir dönemin ruh halini anlatmaya ça- lışıyorum, belli bir ideoloji içinde değil. Sistem herkesi tek tipleş- tirme sistemiydi. Bunun sağında ve solunda olanlarla sistem bir uğraşı halindeydi. O yüzden bu- lunduğum çevrede Silahlara Ve- da’yı bulamıyordum sonra kitabın yasaklandığını da öğrendim. Bir askeri okul sınavı için İstanbul›a gitmiştim. İstanbul’da o kitabı buldum, Beyazıt’ta. Kitapçılar çarşında bir kitapçıda eski, sa- rarmış bir nüshasını buldum ve nihayet okudum. O kitap benim için bir dönemeç oldu diyebilirim, özellikle kitaba ulaşmada ki inat konusunda. Ondan sonra hep o alışkanlığı sürdürdüm. Kitaba ulaşmadaki, okuma konusunda bir gayret sarf ederek sonuca ulaştığında kitap ne verirse onu biraz daha fazla alıyorsun.

“Ben sanat ararım, düz yazı şeklinde de olabilir

ama içinde sanat olsun okuduğum kitabın. Çoğu

kitabı mecburiyetten okumuşumdur.”

YIL: 4 SAYI : 4 2020

11

(12)

YENGİ

-I-

Ne güzel şey

Ellerinin o eski sıcaklığına kavuşması Sana kavuşmak bir yana

Kavuşulabilir olman ne güzel Var olman tekrar

Aramızda İçimizde

Gündüzde ve gecede Dayanman

Acemi ustalara Soğuk odalara Hastalıklı koridorlara Dönüşmen yine Uzaktan yakına Öteden beriye Issızdan çığlığa Tenhadan soluğa Ve işte öyle

Boş vererek her şeye Çıkagelmen

Barışabilmen vakitsiz yanlışlarla Tövbe ettirmen

Eşyaya Suya Hoyratlığa

Dokunmadan yaraya

Dağlayabilmen usulca ne güzel

Her şeye yeniden başlamak bir yana Her şeyi yeniden başlatabilmen ne güzel

-II-

Ne güzel şey

Seni uykudayken izlemesi Uyanacağını bilmek

Göğsünün inip kalkması ne güzel Ve sağalman

Kuşkusuz iyiliklere Telaşsız sabahlara Yosunsuz pırıl güneşlere

Yollara düşmen yorgun da olsan ne güzel

Yanında olmak bir yana

Gittiğin yere gelebilmek ne güzel

Ahmet ŞEN

(13)

Ahmet ŞEN’in kitabında yer almayan şiiridir.

HORANTA

-Aylan’a-

Olur da ağlarım

Sofrada boş kalan yerine bakıp Ya da

Kederli sözlerle ağır Bir vaveylâ düşer benden Çavarak yörenin payına O zaman

Başı iki elinin arasında Eksik bir adam belenir artık Gün kavuşurken

Çekilip giden yağmura Yeğnilmek

Olup biteni unutarak Sigaya çekmeden Bu sefilliği;

Yenik bir ordunun neferi gibi Kahredici bir sakinlikle Ufalanıp gitmek Delirmenin sınırında Mümkün mü

Yükleyip küçücük omuzlarına düşmanca Sana kendi çarmıhını taşıtan

Nasıralı’dan bu yana Değişmeyen çağa Hınç duymadan Nefes alıp verebilmek Mümkün olsa...

Ne fayda

Solgun suretin sonra

Mecalsiz nüshalarla cisimleşir Yer yerinde durdukça

Belki deyimlenir müddeti ömrün Sancılı haberler içkin parşömenlerde Belki

Dargın bakarsın

Yüzükoyun yattığın kumsaldan Yorduk çünkü seni

Balkıyan bir serinlik gibi İçine dolan o tuzlu mayi Üşütür çocuk seni...

(2015)

YIL: 4 SAYI : 4 2020

13

(14)

Ses Tutulması

Hasan ÖZLEN

Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

— Bu şiir Hece dergisi 274- Ekim 2019 sayısında yayınlanmıştır. —

— ne atıyorsun yaranı evime!

bir şiirin ilk dizesini bulmak zordur, senden uzak senden uzak, bir şiirin ilk dizesini bulmak kadar her gün şakaklarımda soğuk, göğsümde bir bıçak yabancı topraklarda suç işlemişim bir de küstah gövdem lanetlidir kovulduğumdan beri bir sabah şehâ..

sen merhametimsin benim

sen benim dinim

ibadetim daha sağlam tutmalısın ellerimi

benim

kederim birçok asırlar geçmiş değmemiş saçlarına ellerim

kurtuluş parkında saatlerce bir dilsizi dinledim demek susmak da siyahtır ayrılıklar gibi

koptu damarlarımdan gül, ayrıldı an dışında her şey boğulurken sokakların caddelerin uğultusunda sessiz yazgımı yağmalayan ölüler geçerken ömrümden insanlar iyi günler dedi bana iyi geceler hoşça kal oysa dünya ağrısı çekenlere iyi günler denmez demek canın ağrıması da kızıldır ayrılıklar gibi yıllarca gece yıllarca sabah oldu dinmedi kinim

(15)

iyileştirmiyor merhem diye yaralarımıza sürdüğümüz şiir insan etinin sergilendiği meydanlardan kaçarak koşarak terli bir rüya sonrası düştüğüm dalgınlıktan içimi magmayla haşladım lav içtim etnaya çıkıp atladım diri diri gömdüm kendimi derimi yüzdüm dağladım böceklere yedirdim etimi külle dolu odaya kapandım kestim göz kapaklarımı bedenimi lahite kapattım zaman en iyi zehirdir yankılanıyorsa zihinde bir cümle

yaşamak, bileklerimi kesmekle sesine sarılmak arasında bir gelgit susma ne olur, gökyüzü gibi bir şeydir sesine dokunmak

duyulmayınca sesin eşkıyalar ortalığı kan gölüne çevirir gölgeler peşimdedir sokaklar peşimde, peşimde öteki benim ağzımı kitaplara dayadım kana kana içtim geçmedi kekemeliğim kaç kez kovmuştun beni sayamadım kapına geldim ar etmedim ağladığım anlaşılmasın diye şemsiyesiz geçtim yanından insanların kefaret olmadı hiçbir bedel, durmadı içimi deşen jilet

susmak bundanmış dedim ve kapılmak nefes almıyor hissine tükendi kokun sinmiştir diye tekrar tekrar gittiğim şehirler ayakkabım parçalandı etim, geçmedi zelzelesi içimin

içimde kaç zindan birikebiliyorsa o kadar zindan biriktirdim kaç zincir vurulabiliyorsa ayaklara ellere o kadar zincir kaç zehir akıtmak gerekiyorsa damarlara o kadar zehir döndüm durdum dünyada

baktım

yoktu senden başka yerim sen gittiğinden beri binlerce ben’le ismini zikrederim

YIL: 4 SAYI : 4 2020

15

(16)

Dilek ARAS

Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Her tırtıl kelebek olamazmış. Kelebek olacak tırtılın yeterince hayalci hücre yetiştirmesi, biriktirmesi gerekirmiş. Bu hayalci hücreler tırtıl ol- maktan sıkılan, tırtıl olmanın anlamsızlığının, yükünün, zincirinin ve acı- sının farkında olan hücrelermiş. Tırtıllıktan rahatsız olan, farklı hücrelermiş hayalci hücreler. Bir tırtıl bu hayalci

hücrelerin farkına varmazsa eğer, yeni bir kal- bi, kanatları o hücrelerde taşıdığını bilemez- se, uyanmazsa tırtıllıktan, kelebek ola- maz; tırtıl olarak ölürmüş. Bazı tırtıllar uyumaktan memnun, gamsız, dertsiz, savaşsız yaşamaya razı olurmuş o başka.

Tek dertleri yarın ne yerim, nereleri gezip dolaşıp karnımı doyurur sonra da yatıp uyurum

olurmuş onların. Ama o rahatsız, hayalci hücreler, yepyeni bir kalp taşıdığının, iki muhteşem kanat taşıdığının far- kına varanlar? İşte bu farkına varmayla başlarmış savaşları. Bu bir iç savaşmış. Tırtıl hücreleriyle, kelebeğin o yeni formunu taşıyan hayalci hücrelerin savaşı. Farkına varıldığı andan itibaren çoğalmaya başlarmış bu hayalci hücreler, tırtıl buna direnirmiş; bütün gücüyle karşı koyarmış zira kelebek olma yolunun sancılarla dolu olduğunu, ke- lebek olmak için tırtılın ölmesi gerektiğini ilk andan itibaren bilirmiş. Ne kadar direnirse dirensin yeterince oluşan ve biriken hayalci hücreler artık kozaya sokarmış tırtılı. Tırtılın işkencesi, acısı; savaşın en şiddetli anları olurmuş bu koza. Tırtıl değilmiş artık ama daha kelebek de olama- mış. Savaşır, günlerce savaşırmış kendiyle. Hayalci hücreler birleşmeye başlarmış o kozada, direnerek, acıyarak, kırılarak, kanayarak birleş- meye. Bu çetin savaşı kazanamayanlar da olurmuş, kozalarına mahkûm kalan, tırtıl da kelebek de olamayanlar. Kozaya mahkûm, dönüşemeden ölenler de olurmuş. Mezarları olurmuş o koza onların. Bu gösterirmiş ki hayalci hücreler, farkı olan o rahatsız hücreler tırtıl olup sürünmektense ölümü göze alırmış. Ya savaşı kazananlar? Hayalci hücrelerini birleştirip yepyeni bir kalp, muhteşem kanatlarla kendi esaretlerinden kurtulan, ko- zalarını çatlatıp yırtarak çıkan ve masmavi gökyüzüne ulaşan kelebekler olarak doğarlarmış. Yeniden doğum... Tırtılın ölümünden muhteşem bir doğuş yaşanırmış.

Sordum kendime neyim, tırtıl mı, koza da ölen mi yoksa bir kelebek mi? Ya kendini kelebek sanan bir tırtılsam, tam tersi kendini tırtıl sanan bir kelebek olabilir miyim?

‘Kim’im?

Hayalin Hükmü

Nedir?

(17)
(18)

Erol BOLADAN Tarih Öğretmeni

KRONİK BİR

ÖĞRENCİNİN HİKAYESİDİR.

Ö

ğrencilik zor zanaat mirim. Niye ki? Şöyle:

Herhangi bir işte çalışıyor olsanız, o günkü mesainizi yerine getirdiğiniz vakit ücretinizi alırsınız ama öğrencilik öyle mi? Var gücünüzle çalışırsınız ama sonucunu alamayabilirsiniz. Öğrencilik zor zanaat…

Neden mi? Bir öğretmen bütün dersleri veremezken bir öğrenci nasıl olsun da tüm dersleri kavrayabilsin ki?

Tabii ki de böyle değil… Öğretebilmek için gerçekten konuya hâkim olmak gerekir ki bu öğretmenin görevi, bu meziyetin gelişebilmesi için yıllar süren bir emek gerekli, öğrenciden beklenen ise sadece asgari ölçüde bilgiler ile yorum yapabilme yeteneği. Bu da pekâlâ geliştirilebilir bir durum. Öğrencilerin şehir efsanesi haline gelen tüm dersler bir öğretmen tarafından verilemiyorsa tüm dersler bir öğrenci tarafından nasıl öğrenebilirsin miti böylece çöker ama yine de öğrencilik zor zanaat. Bu öğrencilik hususunda ahkâm kesen zat-ı muhterem de kim? İzah edeyim efendim, kendileri baba duası ile öğrencilikten vazgeçemeyen bir öğretmen. ‘Allah’ım bana bir erkek evlat ver, onu tarla bahçe işlerinde hiç çalıştırmayıp hep okutacağım.’ duasının tam karşılığı. Kurban olduğum Allah baba duasını kabul buyurmuş. Böyle bir duanın se- bebi de ne olsun ki? Kuzenleri okurken çok istediği halde okuyamayan bir öksüzün duası bu. Yaşadığı köyde okul yoktur. Yan köye gider küçücük yaşında okumak için.

Yağmur çamur demeden gider, bir ay sonra o köydeki öğretmen ayrılır köyden. İmkânı olanlar şehirde ev tu- tup okutur çocuklarını, o okuyamaz. Askerlik çağı gelir, yoklamaya çağırılır. Tüm gençler sürü halinde, muhta- rın nezaretinde asker yoklamasına gider. Komutan tabip sorar: ‘Bunlardan okuma-yazma bilen var mı?’ Okuma yazma bilmek ayrıcalıktır o vakitler. Muhtar cevap ve- rir sürünün yerine: ‘Komutan bunların hepsi cahil!’ Şu işe bakın ki bu sözü eden muhtar da cahil, yani kendi tabiriyle okuma yazma bilmiyor. Bu durum genç adamın o kadar zoruna gider ki yaz tatiline gelen kuzenlerinden okuma yazma öğrenir bir yaz döneminde. İkinci yok- lama vakti gelir. Yine sürü halinde muhtar nezaretinde yoklamaya gidilir. Muhtar yine gür sesiyle bunların hep- si cahil komutan der ama içlerinden sürü olmayı kabul etmeyen, cahil olmayı kabullenemeyen o azimli, onurlu gencin sesi yükselir: ‘ Ben cahil değilim!’ Tabip binbaşı elindeki kitabın kapağını göstererek oku bakalım evlat, der. Genç adam gösterilen yazıyı okur. Bu duruma inana- mayan muhtar, komutan kitabın içinden de okusun diye atılır. Genç adam kitabın içinden gösterilen bölümü de hatasız okur. Komutan hayret ve sevgi ile aferin evladım

sınıftan çıkmak tabiri nedir? Şimdiki nesiller bu tür okul ve öğretmen sıkıntılarını yaşayamadıklarından bilmezler.

Eskiden bir köye bir öğretmen gelir 2-3 yıl eğitim verir körpe dimağlara ama hasbelkader tayini çıkar ve gider.

O köydeki çocukların okul macerası yarıda kalır. İşte bu çocuklara 3. sınıfın sonuna kadar okuduğuna dair bir bel- ge verilir. İmkânı olanlar şehirde ev tutarak çocukların eğitimini tamamlatır. İmkânı olmayanlar ise bu belge ile kalır. İşte budur 3. sınıftan çıkmak tabiri.

Tabip binbaşı genç adama, seni askerde sıhhiye ya- zacağım çok rahat edersin. Askerden gelince yanıma gel, seni şehir hastanesinde işe alacağım, der. Askerlik o zamanlar oldukça uzun ve zorlu. Genç adam askerde sıhhiye olarak görev yapar ve dolayısıyla rahat bir asker- lik dönemi geçirir. Ayrıca ilk yardım bilgisi, iğne vurma gibi temel sağlık hizmetlerini de öğrenir. Sivil hayatta bu öğrendiği bilgiler ile insan ve hayvanlara yardım eder bir ömür. Hasta olana doktorun yazdığı reçete doğrultusunda iğne vurur. Kimseden de ücret almaz, dualara talip olur sadece. O kanunlara uyan duyarlı bir vatandaştır. Komu- tan söz verdiği gibi onu şehir hastanesine hasta bakıcı olarak almak ister ama o köyünde kendi özgür ortamında çalışmayı tercih eder. Çok çalışır, kitaplar okur imkân el verdikçe. Okudukça okumayı olan tutkusu atar ama ken- disi için artık başka tahsiller çok uzaktır. Çocukluğun- dan itibaren baba hasreti ile büyümüş, yer yer ağabey- lerinin baskısına maruz kalmış; sürekli tarla bahçe işleri ile koyun otlatmak ile meşgul olmuştur. İşte o kendisinin yapamadığı tahsili evlatlarına yaptırmayı, onların şah- sında bu yüce amacı gerçekleştirmeyi istemiştir. (O dö- nemlerde kız çocukları için okuma imkânları henüz bu kadar gelişmediği için) Allah’ım bana bir erkek çocuk ver, onu hiç çalıştırmayacağım; hep okutacağım duası böyle meydana gelmiştir. Allah bu ya işine karışılmasını sever mi? Birinci çocuğu olduğunda başhemşire daha çok bahşiş alabilmek için işgüzarlık edip çocuğun cinsiyeti erkek der. O da sevine sevine eşinin yanına gider. Oğlum diye çocuğu severken eşi kız dediği zaman çocuğu yatağa bırakıverir bir an için ama sonraki yıllarda o küçük bebek onun diğer çocuklarını büyüten ve vefakâr, fedakâr bir abla olur. Diğer kardeşler ona ikinci bir ana gibi saygı ve sevgi duyar. İkinci çocuğu olur genç adamın. Kadere bak ki o da kız olmuştur. Genç adam hatasını anlayarak evladın kızı erkeği olmayacağını, hepsinin Allah‘ın ikra- mı olduğunu kabul ve itiraftan sonra belki, Allah ona bir erkek evlat verir. Fedakâr baba sözünü tutar, o çocuğu

(19)

dele eder. Bu çocuk ilkokulu birincilikle bitirmiştir. Ha- yaller gerçek olacak gibidir… Ortaokulda da keza başa- rılı olmuştur ama gelgelelim lisede bu çalışkan öğrenciye bir şeyler olur. Saçlar şekilden şekle girdikçe derslerde şekilden şekle girer. O zamanlar liseye her giden okul bi- tirip diploma alamıyor. Eğer çocuk okuma işini bırakırsa okulda onu bırakıyor. Fedakâr baba evladı okusun diye gayreti bırakmaz, özel dersler aldırır ve neredeyse zorla liseyi bitirir evladına. Gereği gibi ders çalışmayan sev- gili öğrencimiz haliyle istediği lisan programını kazana- maz. Hani derler ya oturduğu yerde başarıya ulaşabilen tek varlık tavuktur diye ama ilkokul ve ortaokul sağlam olduğundan o dönem şartlarında oturduğu yerden bir ön lisans programı kazanır. Fedakâr baba bu okuldan ne olur ki demez ve gönderir evladını o okula.

Hiçbir kimseye, kuruma emanet etmez evladını. İm- kânlarını zorlar, ona kendi başına ev tutar. Gelgelelim öğrencinin saçları halden hale girmeye doğal olarak da dersleri de hal değiştirmeye devam etmektedir. 2 yıllık okulu 4 yılda bitirir. Ön lisans programının iş dalında bi- raz çalışır. Çalışırken tekrar üniversite sınavına girer. İk- tisat, kamu yönetimi kazanır. Fedakâr baba yeter demez yine desek olur. Okula rahat gidip gelsin diye bir de araba alır ona. Üniversiteye arabayla giden bu gencin ise hala okuma aşkı gelmemiştir. Onun daha mühim işleri vardır.

Aşk meşk, dedikodu… Herkesin harcı değil bunlar ağır konu! Neden sonra aklı başına gelir, durur kendisine sorar bu gidiş nereye? Bu arada öğrencimiz artık kronik öğrenci olma yolundadır. Hani biraz daha gayret etse öğrencilikten emekli olabilir. ‘Ben ne okumak istiyorum?’ der kendine.

Cevap çok nettir aslında: Tarih ya da edebiyat. Bu sefer çalışıp üniversiteye gitmeye karar verir.

O yıl ders çalışır ortaokuldan sonra ilk defa ve ta- rih-edebiyat bölümlerini kazanacak puanı alır ( O dönem üniversite sayısı bugünkü gibi çok olmadığından herhangi bir lisans programı kazanmak bile oldukça güçtür) ama bir türlü karar veremez, tarih mi edebiyat mı? Birine yüzde 51 bile veremez. İki bölümün sevgisi de aynıdır çünkü, iki bölümü beraber okumak ister mümkün olsa.

Sonunda tercihi kadere bırakır. Aynı üniversitelerin tarih ve edebiyat bölümlerini art arda yazar. Tercihleri yapar- ken normal öğretimlere puanı tuttuğu halde ikinci öğre- tim yazmak istemektedir. Belki artık bu fedakâr babaya yeterince yük olduğunu anlamıştır. Vefakâr baba tekrar devreye girer ve der: Normal öğretim yaz, bundan son- ra ben tarla mı alacağım, bahçe mi alacağım? Oku, ben seni okuturum Rabbim ömür verirse tabiî ki. Öyle acı ki bu güzel insan, evladı okulu bitirip yüksek lisansa de- vam ettiği sene hayattan göçer. Hastalığı devam ederken bile muzaffer bir komutan edasındadır, öyle rahattır ki!

Öleceğini hisseder belki ama görevini yapmış olmanın ferahlığı vardır tavırlarında, çok mutludur; evladı oku- muştur, vatana millete hayırlı bir kişi olma yolundadır hatta daha da okumak istemektedir. Bu öyle bir tutku, fedakârlık ki hasta yatağında iken bile başından ayrıl- mayı reddeden evladını zorla uzaklaştırılmış, sınavlarına çalışmasına salık vermiştir. Rabbim o güzel insanı sen de kendi katında rızıklandır. Âmin, binlerce âmin…

İşte böyle dostlar. Öğrencilik hakkında ahkâm kesen zat-ı muhteremin künyesi bu. Kısaca kronik bir öğren- ci… İmkân olsa hala okumaktan yana. ne dua imiş ar- kadaş!? Şimdilerde öğretmen ve mesleğini, öğrencilerini çok seviyor. Belki kronik öğrencilik yıllarının etkisiyle onları daha iyi anlıyor ve bu kutsal mesleğe sahip olması- na vesile olan tüm öğretmenlerine, illaki o fedakâr baba, anne ve kardeşlerine her gün dua ediyor…

BENİM BABAM O adam benim babam Sekiz köşe kasketiyle

Omuzunda sakosuyla heeyyy!

Cebinde yok parası Bafra’dır cigarası

Yüreğindedir, ciğerindedir yarası yarası Altı çocuk büyütmüş

Gariban maaşıyla O adam o adam

O adam gibi adam benim babam benim babam benim babam Hey hey heeyyy!

Ağlama benim babam Ağlama naçar babam Kara gün geçer babam hey!

Bir kapıyı kapayan Gene açar babam

Ağlama benim babam hey!

Ağlama mazlum babam Ağlama naçar babam Kara gün geçer babam hey!

Bir kapıyı kapayan Gene açar babam Allah büyük babam hey!

Bu adam benim babam Derdi dağlardan büyük

Çaresiz (biçare), beli bükük hey!

Bir gün olsun gülmemiş Rahat nedir bilmemiş Gözyaşını silmemiş Bir lokma ekmek için Kimseye eğilmemiş

Bu adam benim babam hey!

Benim babam mert adamdı Mangal gibi yüreği

Yufka gibi kalbi vardı

Hayatım boyunca o’na özendim Fedakârdı

Bir dikili ağacı olmadı belki Ama kendisi

Onuruyla yaşayan koskoca bir çınardı Üstümdeki kol kanat

Sırtımı yasladığım dağ gibiydi Ben babamın oğluyum

Tepeden tırnağa Anadolu’yum

YIL: 4 SAYI : 4 2020

19

(20)

Unesco Tarafından Dünya Kültür Mirası Listesine Alınan Eğitsel, Toplumsal ve Ahlaksal Bir Kurum:

BARANA

B

arana, günümüzde sohbet ve bu sohbeti yapan topluluğun adı anlamlarına gelmektedir. Ba- rana kış aylarında eylülden sonra mayıs ayına kadar ahbaplar ara- sında sıra ile yapılan yemekli ev toplantılarının,eğlencenin,bu top- luluğun ismidir. Yapılan eğlence- ye de ‘Sohbet-Söpet’ adı verilir.

Barananın (sohbet toplantıları) ilk olarak ne zaman başladığı konu- sunda kesin bir bilgi yoktur. An- cak kaynak kişilere dayanarak ta- rihi belli olmamakla birlikte Oğuz boylarına kadar bir geçmişinin olduğu söylenebilir.

Dursunbey’de DUFAD çatı- sı altında geleneksel olarak hala devam eden bir adettir. Bu teşki- lat, o zamanların bir nevi eğlence ve terbiye ocağı olarak meydana gelmiştir. İnsanların dayanışma, yardımlaşma, eğlenme, hoşça vakit geçirme amacıyla bir araya

ile ahilik geleneği birbirlerine çok benzemektedir.

Bugün sohbet adı verilen top- lantılar gençliğin sosyal haya- tı ve terbiyesi bakımından hala büyük önem taşımaktadır. Dur- sunbey’de sosyal ve kültürel teşekküllerin bulunmadığı eski devirlerde gençlerin kahvede oturması ayıp sayılırdı. Bu yüzden akşama kadar çalışan gençler haftada bir kere,bir evde toplana- rak eğlenirlerdi. Toplantının yapı- lacağı eve ‘sohbet evi’ denirdi.

Barana dayanışmanın, dostlu- ğun olduğu, sırların paylaşıldığı, gerektiğinde kişilerin hesaplaştı- ğı yerlerdir. Bu nedenle herkese açık olması düşünülemez. Önce- likle barana kişileri birbirlerini ta- nımalı ve güvenmelidir.

Kitle iletişim araçlarının olma- dığı, insanların ilçe merkezi dışına çıkamadığı, kahve köşelerinden

başka gidecek bir yeri olmadığı uzun kış gecelerinde, bir araya geldiği oyunlar oynayarak eğlen- diği, türküler söyleyip orta oyun- larının oynandığı,yemeklerin yen- diği ve mahkemelerin kurulduğu toplantılardır Barana sohbetleri.

Barana sohbetleri hala ilçe- mizde DUFAD çatısı altında ya- şatılan,2010 yılında UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınan bir eğitim kurumu, sosyal yardımlaşma ve dayanış- ma örgütü olarak içinde yaşadığı- mız topluma katkıda bulunan ve bir anlamda toplumsal işleyişin denetimini yapan bir halk gelene- ğidir. Nesilden nesle aktarılmaya ve halkın geleneğinin halk eliyle yaşatılmasına devam edilmesi hiç şüphe yok ki toplumumuzun yaşatılması demektir.

(21)

• DUFAD’ın amacı ve göre- vi nedir? Bu amaç ve görev halk tarafından yeterince bi- liniyor mu?

DUFAD’ın amacı gençlere kültürün tamamını anlatabilmek ve tanıtmaktır. Somut olmayan bir kültür Barana, yerel halk ta- rafından çok bilindiğini söyleye- miyoruz. Bu yüzden Dursunbey esnaflarını, kerestecilerini, eği- timcilerini, resmi ve özel kurul ve kuruluşları ziyaret ediyoruz Ba- ranayı anlatabilmek için. Bugün okulunuza geliş amacımız da bu.

Dursunbey’de bir Barana kültürü var ama öğrencilerimize sordu- ğumuzda bunların %90’ı Barana nedir bilmiyor. Bu bizim için ger- çekten üzücü. Kendi kültürümüzü gençlere veya kişilere verememiş olmamızın üzüntüsü.

Görevi ise gençleri eğitmek ve unutulmaya yüz tutmuş yöresel türküleri , ağıtları , oyunları bu- günkü gençlere aktarabilmektir.

• Nesilden nesle bir aktarma görevi var diyebiliriz o za- man.

65 – 70 yaşındaki ahbapları- mızından 9 – 10 yaşındaki küçük ahbaplarımıza kadar bu kültürü öğretmeye çalışıyoruz biz. Yaş farkı gözetmeksizin. Zamanında, Dursunbey’de Baranaların olma- sı, Barana disiplinin, terbiyesinin olmasından dolayı Balıkesir vila- yetinde en son emniyet teşkilatı- nın kurulduğu ilçe Dursunbey’dir.

Yıl 1964.Dursunbey o zaman kurulmuştur. Çünkü Baranalar Dursunbey’de otokontrol siste- mini sağlıyordu,bu yüzden suç oranının çok azdı. Daha sonraki zamanlarda Baranalar işlevleri- ni kısmen de olsa yitirdikleri için emniyet teşkilatının kurulmasına gerek duyulmuş.

• Barana ekibine yetiştirmeler nasıl yapılıyor?

Usta – çırak ilişkisiyle yapılıyor.

Büyük ahbaplar büyük ahbapla- rımızdan öğrendiklerini bir altı- mıza , bir altımızdaki gençlerde bir altındaki gençlere öğretmeye çalışıyorlar. En büyük ahbapları- mızdan Ali Hocam,Dursunbey’in İsmailler Köyü’nden ,yöre oyun- larını en iyi bilen ahbplarımızdan birisidir. Yöre oyunlarını bilen Dursunbey’de en iyi oyun eğitici- lerinden biridir.Bugün bu şekilde

eğitmen olan birkaç ahbabımız var. Gençlere yörede oynanan oyunları sıfırdan başlayarak öğre- tiyorlar ve biz onlara ayrıca teşek- kür ediyoruz.

• İşiniz çokça emek istiyor.

Mutlaka. Her işe emek harcan- dığı gibi bu kültüre de emek veril- mesi gerektiğini düşünüyoruz.

• DUFAD’ı yaşatmak adına neler yapılıyor?

DUFAD’ı biz her alanda, her kulvarda tanıtmaya çalışıyoruz Misal olarak Muş’ta düzenlenen Malazgirt şenliklerine iki yıldır davet ediliyoruz. Kolpma Derne- ği veya Kültür Derneklerinden de davet aldık. Biz Baranayı Türki- yenin en batısından en doğusu- na kadar tanıtmaya çalışıyoruz.

Almanya’ya da davet edildik.

Almanya’daki Türklerin özlemini

“Dursunbey’deki Barana geleneğini tanıtmak için okulumuza gelen Barana ekibi ve DUFAD başkanı Ali İNCE ile bu kültürü tanıtmak, yaymak ve yaşatmak üzerine neler yapıldığına ve yapılacağına dair güzel bir sohbet gerçekleştirdik. Dursunbey Anadolu İmam Hatip Lisesi olarak bu güzel halk geleneğini ilk ağızdan ve bizden okuyun istedik.”

YIL: 4 SAYI : 4 2020

21

(22)

giderdik. Tekirdağ, İzmir, Manisa, İstanbul, Akhisar, Bursa, Çankırı, Afyon-Sandıklı, Sındırgı gibi il ve ilçelerde Barana kültürünü,yani Dursunbey’e has bu kültürü tanı- tıyoruz ve tanıtmaya devam edi- yoruz. Barana tamamen özveri isteyen, gönüllük esasına daya- nan, kimsenin beş kuruş menfaati olmadığı ve bu menfaatin gözetil- mediği bir kültürdür, kuruluşdur.

• DUFAD,UNESCO tarafından kültürel miras kabul edilmiş.

Sizce bu mirasa yeterince sahip çıkılıyor mu?

UNESCO tarafından 2010 yı- lında DUFAD (Dursunbey Folk- lor Araştırma Eğitim ve Derneği) olarak Urfa sıra geceleri, Çankı- rı yaranlar ve Elazığ kürsü başı geceleri ile birlikte 2010 yılında UNESCO’ya kabul edilmiştir. So- mut olmayan kültürel miras zen- ginliği olarak adlandırılmış yani koruma altına alınmıştır. Ancak bugün UNESCO tarafından des- teklendiğini söylemek mümkün değildir. Öyle zamanlar geliyor ki derneğimizin elektrik giderlerini bile kendimiz karşılıyoruz. Tama- men gönülden gelen bir istek olup UNESCO’dan bir kuruş yardım dahi almamış bulunmaktayız şim- diye kadar.Bu kültür her açıdan büyük bir özveri gerektiriyor.Sa- ğolsun bütün ahbaplar bu kültü- rü yaşatmak için büyük bir özveri

liyor, kimisi köyden geliyor; kimisi Balıkesir’den geliyor.Hep birlikte bu kültüre hizmet ediyoruz.

• Herhangi bir destek istediniz mi bakanlıktan?

Balıkesir İl Kültür Müdürlüğü ve Balıkesir Dernekler Müdürü ile istişare ettiğimizde bize projele- rinizi yapın gönderin dediler. Biz yaptık gönderdik. Ancak 1,5 ay sonra yapmış olduğumuz proje geri döndü. Bunun biraz da bi- zim beceriksizliğimizden kaynak- landığını düşünüyoruz.Sebep ne- dir diye sorduğumuzda bundan sonraki tüm müraacatların Cİ- MER’e yapılması gerektiği söyle- nerek geri çevirildi.Bu müraacatı da yapmadık.Dursunbey Kayma- kamlığı ve Belediyesi bizi destek

dılar, kıracaklarını da sanmıyo- rum. Balıkesir Büyükşehir Bele- diyesi de aynı şekilde bizi hiçbir zaman kırmadı bu bakımdan.Ben arkadaşlarım adına da ayrıca bu kültüre hizmet veren kurum ve kuruluşlara teşekkür ediyorum.

• DUFAD’ın geleceğinde ne görüyorsunuz?

DUFAD Balıkesir ilçelerinde sadece Dursunbey’de yaşanan bir kültürün özü olduğundan di- ğer ilçelerde veya Balıkesir il merkezinde kurulan Baranalar en fazla 1 yıl yaşamış ve çökmüştür.

Çünkü Barana disiplin , terbiye , eğitim isteyen ocak gibidir. Di- ğer yerlerdeki Baranalar ise sa- dece müzik çal, söyle ve oyna git şeklinde olduğundan dolayı yaşamadığını düşünüyorum. Bi- zim kültürümüz eğitim, disiplin, terbiye ve hoşgörü ile birleşik- tir. Dursunbey’de alttan yetişen ahbaplar olduğu müddetçe bu kültür (Barana) hiçbir zaman son bulmayacaktır, devam edecektir.

• Bu güzel sohbet için teşek- kür ediyoruz. Bu güzel ve faydalı kültürün her zaman yaşatılmasını temenni edi- yor ve ekibinize, size kolay- lıklar diliyoruz.

(23)

Kitap okumak; dergi, gazete, çiçek, böcek, dünyayı okumak... Ve daha neler neler.

Ya da okul okumak, lise okumak, üniversite okumak...

Muhakkak bir beyin fırtınası yaptığınızda aklımıza gelebilecek pek çok şey var okumak ile ilgili.

Bir çoğumuzun aklına, İslam'ın rehberi, dinî kitabı- mız Kur'an-ı Kerim'in ilk emri "oku!" gelmiş olmalı.

Doğrudur. Kur'an'ın ilk emri okumaktır.

Peki nedir yahu bu okumak?! Nedir okumaktan kasıt?

Neyi okumaktır? Okuma yazma bilmek midir? Peygam- ber Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) okuma yazma mı biliyordu? Bu emri duyar duymaz okuma-yazma öğren- meye mi başlamıştı? Hayır, Peygamberimiz okuma-yaz- ma bilmez idi. Ve hiç öğrenmedi. O, Peygamber olduğu için, insanların Kur 'an 'ı kendisi yazdığını, uydurduğunu düşünmelerine müsade etmemek için ömrü boyunca oku- ma-yazma öğrenmedi. Peki o zaman nedir bu okumak?

Ne ders çıkarmak lazım bu emirden? Bu emir ne okudu- ğunun,nasıl okuduğunun önemi yok yeterki oku, anlamı- na mi geliyor ?

Ne var ki, İslam'ın yolunda güzel bir kul olabilmek için çabalarken bu ilk ayetin,ilk emrimizin devamını okumayı, bir anlam çıkarmaya çalışmayı hemen hemen her zaman ihmal etmiyor muyuz?

Bütün bu kafa karışıklığı ve sorularımızın cevabını bulmak için " َأَرْقَأ " ile başlayan bu ayetin devamını oku- mak gerekiyor.

Yani,

" ْأَرْقِإ ِم ْساِب َكِّبَر يِذَّلا َقَلَخ"

"Yaratan Rabb'inin adıyla oku." (Alak Suresi,96/1) Kur'an'ı Kerim'deki bu ayette belirtilen rastgele bir okuma değildir gördüğümüz üzere.. Sadece yazılı bir kitabı okumak da değil. İster bir kitap olsun; ister her cümlesinde, her harfinde sonsuz hikmetler,mana ve be- reketler yüklü, bu kâinat kitabını okusun. Mühim olan

"Yaratan Rabb'inin adıyla" okusun.

Bu emri ilk kez duyan Hz. Muhammed (S.A.V.) Efen- dimizin, o andan sonra her şeyi ve her günü "Rabb'inin adıyla okumak" gayretiyle sürmüştü.Meleklerin bile hayran kaldığı bir okumaydı bu...

O, okuma-yazma bilmiyordu. Sadece kitapları değil, insanları okumaya çalıştı. Doğayı, hayvanları, bitkileri ve tüm canlılar alemini; yetim bir çocuğun gözlerindeki masumluğu, insandaki samimiyeti,bir kedinin ne kadar yardıma muhtaç olduğunu, Allah'ın bizlere lûtfettiği tüm nimetleri,kalplerimizi okumak için çabaladı. Kâinat kita- bını,fıtrat kitabını ve Kur 'an 'ı da en güzel O okumuştu.

Bizlerde yaşamımız boyunca O'nu örnek almalıyız.

Yardıma muhtaç olan bir hayvan, evsiz kalan, sıkıntı çeken, muhtaç insanlara karşı bir iyiliğimiz dokunmu- yorsa, en azından puslanmıyorsa gözlerimiz, şüphe et- meliyiz insanlığımızdan.!

Önce kalp gözüyle okumayı bilmeli insan. Okumak ve anlamak, ikisi bir arada olunca işe yarar bunlar. Ve bir Müslümana ömrünün sonuna kadar, anlamadan Kur'an okumak hiç yakışmaz.

"Okumayı bilirsen her insanın bir kitap olduğunu gö- receksin." demiş Konfüçyüs. Ne kadar da güzel söylemiş.

Okumanın asla sonu yoktur, ne kadar okursan o kadar iyidir. Yani hayatının sonuna kadar okuyabilirsin; yaratı- lış nedenini bulmak, dinimizi ve gerçek hayat kurallarını öğrenmek için, "Rabb'imizin adıyla" okumak gerek ...

Rüveyda KIRCA 12/A

ADIYLA OKUMAK RABB'İN

YIL: 4 SAYI : 4 2020

23

Referanslar

Benzer Belgeler

Ankara Büyü kşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in Gezi olaylarına ilişkin değerlendirmeleri bu noktada anımsanabilir.―Gezi hareketine destek veren kitlelerce büyük

İngiltere’de öz-yönetim (self-government) ve yerel özerklik kavramı liberal esintiyle yüceltilerek özgürlük kavramı gibi bir anlama taşınmasına rağmen tarihsel

Bu bağlamda aile içi rol-mesleki rol etkileşiminde kadınların annelik rolünü anahtar rol olarak kabul ettikleri, kadınların çalışma yaşamında yer almalarına rağmen hala

Araştırma üniversiteleri kategorisindeki üniversitelerdeki, lisansüstü öğrencilerin lisans düzeyindeki öğrencilere oranı çok yüksek ve ders veren öğretim elemanı

Halk kültürü temsillerinde öz oryantalist yaklaşımlar kültür turizmi, kültür ekonomisi, tanıtım filmleri, uygulamalı halk bilimi, müzecilik, kültürel

Bu çalışmada ilköğretim sekizinci sınıf Dik Prizmaların Özellikleri ve Hacimleri Konusunun öğretiminde yaratıcı drama yöntemi uygulanmış ve öğrenci başarısına olumlu

SAtM SAKAOĞLU ARMAĞANI Bildiğiniz ve daha önceden duyurduğu­ muz gibi elinizdeki sayı, biyografisini ve çalış­ malarını daha ayrıntılı olarak ileriki sayfala­ rımızda

Destan kahramanları olağanüstü nitelikleriyle toplumların ideal tipleridirler. Bu nedenle destan kah- ramanları hem psikolojik hem de fiziki anlamda sıradan insanlardan daha