• Sonuç bulunamadı

Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu (5846 sayılı) gereğince her hakkı yazara aittir. M.Şems Aktuğ

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu (5846 sayılı) gereğince her hakkı yazara aittir. M.Şems Aktuğ"

Copied!
248
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

1

(2)
(3)

1 Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu (5846 sayılı)

gereğince her hakkı yazara aittir.

M.Şems Aktuğ

Amsterdam’a gidiyordum.

Yanıma bir bey oturdu.

Uçağın daracık koltuklarında Özlemişiniz diye başladı.

Evet torunumu özlemiştim ama bilemezdi.

Kafayı yemiş bu adam diye düşündüm.

Anında yanıtladı, Hayır deli değilim, dünyada tek örneğim dedi.

Anlattıklarından bazılarını sonradan yazdım.

Hangisi gerçek bilemedim.

(4)

2

250 Yıl Önce

Bologna’nın karanlık sokaklarından geçip dar kapıdan içeri süzüldüğünde alışılmadık kokuyu algılayınca mutluluk oldu. Yine amcası Luigi Galvani’nin deneyini izleyecekti. Ufacık pencerelerin güçlükle aydınlattığı odadaki kanlı masanın üzerinde duran bez torbadan Reno Nehri’nden yakaladığı kurbağa- ları çıkaran amcası Luigi Galvani neşterle bacaklarını ayırıp itinayla deri kaplı masaya koyarken seslendi, ”Giovanni, hadi başla çevirmeye.” Metal bir küreyi döndüren kola küçücük boyuyla zor yetişiyordu. Olacakları her defasında me- rakla izlediğinden dermansız kalana kadar çevirdi. Küreye sürtünen fırçaların sesi, aynı kentteki akademiden o günlerde mezun olan kendisinden altı yaş büyük Mozart’ın minüetleri kadar etkilemese de bilinmezliğe çağrıydı. Fırça- lara bağlı bakır tel, kondansatör işlevi yapan leyden şişesindeki suda titremeye başladığında amcası “Tamam, yeter artık” dedi. Kolundaki sızıyı umursama- dan masaya yaklaşarak derenin lağım karışmış kahverengi balçığında yaka- lanmış minik kurbağaya odaklandı. Bakır teli deri parçasıyla tutarak şişeden çıkaran amcası bacak kasına değdirdiğinde gözlerini iyice açtı, seğiren bacak- lar rastgele hareket ediyordu. “Dinle Giovanni” dedi amcası, “Sihir dedikleri esasında bilimdir. Gün gelecek ölüleri canlandıracağım.”

Amcası hedefine ulaşamasa da Giovanni Aldini’nin önünde bilimin peşin- den gitmekten başka seçenek olamazdı. Bologna Üniversitesi’nde fizik profe- sörü olduğunda elektrik verilerek hastalıkların iyileştirilmesi veya kimyasal olarak elektrik üretilmesi anlamına gelen ‘galvanizim’ üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırdı. Ancak kurbağalarla yetinmedi. En şaşırtıcı deneyleri ni insan kadavralarıyla halkın gözleri önünde yaptı. En ünlü deneyini ise idam edilen George Forster’in cesedi üzerinde 1803’de Londra Kraliyet Cerrahlar Akade- misi’nde gerçekleştirdi. Volta piline bağlı iletken çubukları kadavranın çeşitli uzuvlarına değdirdiğinde kalabalık izleyici kitlesinden korkuyla karışık hay- ret yüklü nidaları yükseliyordu. Ağzına soktuğunda; çenesi titredi, kasları ko- parcasına kasılarak sol gözü açıldı. Çubuğu rektuma daldırdığında ise tüm vücut sarsılırken izleyenler cesedin canlandığını sandı. İnsanlık belki de elekt- rikten etkilediğini antik Mısırlılardan sonra ilk kez görmüştü. Sinir sisteminin hareket etmemiz, düşünmemiz, en önemlisi duygularımız için kimyasal ola- rak elektrik ürettiği, bu nedenle elektromanyetik dalgalar yaydığı ise seneler sonra ispatlandı.

Günümüz Alacalı düşlerden yoksun gecede huzursuzca dönüp durduğundan çarşaf duvar tarafında toplanmış, şiltenin lekeli yüzü hayal meyal seçiliyordu. Aklı- nın dalgalı deryasında yanıtlar ararken bir türlü kıyıya ulaşamadığından iv- melenen düşünceler umutsuz ruhunu sersemletmiş, sabahın yorgunluğu

(5)

3 binlerce kuruntuyla karışınca Eylül ayının o lanet gecesinin zaman yoksunlu- ğunda uykusu erimişti. Sabah sertleşen rüzgârın süpürdüğü karanlıkla yıldız- lar kendi gecelerine çekilirken odasının taze kara benzer mavimtırak beyaz duvarlarında İstanbul’un nemi yanıtsız sorularıyla birlikte asılıydı. Direnerek kımıldamadı fakat ıslak tüylü melez sokak köpeklerinin tedirgin ulumalarıyla doğrulup telefonunda Defne’nin fotoğraflarını açtı. Ekrandaki simsiyah kıvır- cık saçlarını okşarken gök aydınlanıyordu.

Ansızın terk edilmeden hemen önce tarçınlı kek yemişler, gülmüşlerdi.

Gözlerinde tuhaf hüzünle “Senden ayrılmak istiyorum Yıldırım” demişti du- rup dururken. Nedenini soramamıştı. Defne’nin burnu biraz büyüktü davra- nışları gibi; hiç altta kalmaz, konuşmasına izin vermeden lafları sıralar, punduna getirip konuyu değiştiriverirdi. Hep hatalı hissetmesini sağlamakta ustaydı ama buna razıydı, yeter ki onu görsün, nefesinin sıcaklığını hissetsin, kokusunu duysun. Resimlerde dudaklarına odaklanınca aklına her gülümse- mesine ruhundan farklı anlamlar yüklemedeki ustalığı geldi; kızgın, küs, yor- gun, ayartıcı… En çok çocuk masumiyetiyle özel olduğunu sezdiren gülüşünü sevmiş, o anları sonsuz kılma çabasıyla bencilce birkaç fotoğrafını çekmiş, Defne’ye bile göstermemişti. Ancak işte bu odada, insanı umursamayan nemli bu odada öğrenmişti özel olmadığını.

Defne yerdeki küpe motifli halıya kıvrılmış suçlu bir kedi edasıyla bakar- ken “Dürüst davranmak istiyorum. Başka birine ilgi duyuyorum. Arkadaşlı- ğımız zamanla ilerledi” diye mırıldandığında ‘diğer erkeğin’ yumruğunu yemişçesine soluğu kesilmiş, sevdiğinin başka bir erkeğe ilgisinin detayları göğsündeki sızıyı arttıracağından susmuş, nefes almadan oturmuştu. Defne kalkıp müziği kapatırken “Peki… Konuşmuyorsun, nedenini sormayacak mı- sın?” demiş, sormamıştı. O da sabırsızca mırıldanmıştı, “Öyle olsun. Mutlu- luklar dilerim. Arkadaşlığımız baki kalacak. Bana gösterdiğin sevgiye, anlayışa teşekkür ederim. Hoşça kal.”

Kayıplara karışmış sevişmelerin yanında sevginin her yere sinmiş izleriyle dolu evde masaya bırakılan anahtarın sesi Yıldırım’ın kalkmasına yetmemiş, beynindeki uğultudan olabildiğince ırak bilinmezlikte umutsuzca belirmeye çalışmıştı.

∞∞∞

Orsay Müzesi’ne altı yüz metre uzaktaki ofisinde Sein Nehri’ni seyreder- ken kaçıp gitmek istedi. Öyle de yaptı, müzeye sığındı. Sanat da bilim benzeri emekle birlikte hayal gücü gerektiriyordu. Bazen hüsrana uğramasına rağmen o yaratıcı süreçte yaşanan heyecana ilave başarıya ulaşılırsa mutluluğu unu- tulamazdı. Claude Monet’in “Régates à Argenteuil“ isimli tablosunda yelkenli- lere dalmışken okşayıcı bir ses “Muhteşem. Zarifliğiyle birlikte romantizmle sarmalanmış” diyerek hayalinin huzurundan uyandırdı. Monet’ten yansıyan, çölde suya duyulan arzu benzeri deniz sevdalılarının adalara duyduğu öz-

(6)

4

lemdi. Vakit geçirmeye geldiği müzede o tabloya karşı uzun süre oturan Sa- mir’in aslında Monet’e hayranlığı sadece tablolardaki ışıklı doğanın uyandır- dığı fikir filizleriydi. Yelkenlilerle yarışmak yerine özgürlüğe sorumsuzca sarılıp mavi serinliklerin suskunluğunda hedefine odaklanmak, bilimi ruhuna kazımak isterdi. Sese döndüğünde irkildi. Zayıf ama gülümsemesinden sağlık fışkıran makyajsız kadın duraksamadı:

“Ben de severim bu tabloyu, tabi Monet’i.”

“Tünaydın, ben limandan ayrılmaya hazır yelkenlilere hayranım, doğanın gücüyle özgürlüğe koşuyorlar.”

“Anladım, Paris bıkkını içe dönük bir yabancısınız galiba. Sıkılmışınız veya daha kötüsü ruhunuz karamsar.”

“Cezayirliyim. Hiç sıkılmadım, memnunum Paris’ten.”

“Ancak mutlu değilsiniz. Yoksa sömürge döneminden dolayı bizlere olan öfkeniz sürüyor mu?”

“Ben doğmadan ülkem bağımsızlığını kazanmış. Ailem son zamanlarında sıkıntı çekmiş ama Katolik olduğumuzdan fazla değil. Ayrıca burayı, işimi se- viyorum.”

“Ülkenizde iş bulamamanıza üzüldüm.”

“Ülkemde çalışabilirdim, eğitimimi burada tamamlayıp hayalimdeki araş- tırmayı yapma fırsatını burada yakaladım. Şanslıyım.”

“Hangi alanda eğitim aldınız?”

“Houari Boumediene Üniversitesi’nde elektronik mühendisliği eğitimi, Pi- erre Marie Curie Üniversitesi’nde nano elemanlar üzerine burslu olarak dok- tora yaptım. Dört patent aldım. Zaman zaman danışmanlık yaptığım araştırma enstitüsü iş teklif edince kaldım.”

“Nano yani görülemeyecek şeyler yapmaktan zevk duyulur mu? Anlamak güç.”

“Maddeyi atomik boyutlarda inceleyip işlemek fikri uygulamalarıyla tek- nolojiye yeni boyutlar kazandırıyor. Kişi göremeyebilir fakat insanlık zamanı gelince anlar.”

“İlginç. Zamanı nedir?”

“Algımız duyusal değildir. Ussal yapımız bilimle geliştikçe anlarız. Lavoi- sier bilimi reddeden yobazları gösterip, ‘Bu kelleler işe yaramaz’ dediğinden giyotinle kellesi kesilmiş, Pisagor yakılmış, Kopernik mahkemelerde sürün- müş, Sokrates öldürülmüş. Tesla, Turing dışlanmış. Tarihin her devrinde var- dır böyle olaylar. Günümüzde bilim insanlarının haklılığını anlamışız ancak mantalitesi geri kalmış yerlerde bu tür yaklaşımların varlığı inatla devam edi- yor.”

“Subjektif düşünce demek istediniz galiba.”

“Subjektif kişiye özeldir. İnsan doğmalar, boş inançlarla beslenmek yerine pozitif bilimle yetişmişse değerlendirmeleri gerçekçi, tarafsız ve adil olabilir.”

“Değişken duyguların varlığı yadsınamaz. Düşüncelerimiz de doğanın

(7)

5 planladığı zincirleme reaksiyonla duygularımızdan etkilenir. Örneğin sevdik- lerinizden uzaksınız. Bu durum düşüncelerinizi etkiler.”

“Uzun süredir ayrıyım, alıştım. Uzakta değiller, bazı tatillerde giderim an- nemlerin yanına. Ayrıca duygularla düşüncelerimi ayrı tutarım. Size Monet’i sevdiren nedir?”

“Galiba güneşe, ışığa olan hayranlık. Can veren ışıkla tüm nesnelerdeki so- yut değişimin yanında tepkiler, hüzünler, neşe. Sadece kamerayla somutlaşan zamanı donmuş kareler değil, düşüncenin ışığın enerjisiyle canlanması.

Önemsiz gördüğümüz, fark etmediğimiz gölgelerin güç kazanması belki de.

Sizi meşgul etmiyorum değil mi?”

“Hayır, işten kaçtım. Geri dönmeyeceğim.”

“Şanslısınız. Modelim, podyumdan veya objektiflerden kaçılmaz. Zamanı belli olmaz; gece, akşamüstü, sabaha karşı bazen. Çekim yeri önemlidir bizde.

Platodan çok doğal ortamlar yeğlenir, en önemlisi ise ışıktır. Gölgeleri sevme- yiz. Monet’in doğal ışığı yerine suni ışık kullanırız, bolca da makyaj.”

“Ben yeni fikirlerin hayaliyle kaçmıştım, aslında erişmem gereken hedefler var. Araştırma yaptığımda haftalarca çıkmam.”

“Aynı havalı ressamlar gibi zevkli olmalı yenilikler yaratmak.”

“Belki daha fazlasıdır. Özgeci üretim insanın en mutlu olduğu andır.”

“Ben de üretmek isterdim. Özür dilerim şimdi gitmem gerekiyor. Bal- main’in ilkbahar kreasyonunun çekimi var. Kısacıktı fakat sohbetten zevk al- dım. İyi günler.”

“Tanıştığımıza memnun oldum. İyi günler” derken sesinin zayıf çıkmasına sinirlendi. Altı senedir Fransa’da yaşamasına rağmen Paris’in zarif kadınların- dan yoksunluğunu zaman harcamaktan korkmasını yadsıyarak koyu rengine bağlıyordu. Barlarda bile bakışlarını kaçırıyorlardı. Şimdi de kaçan fırsatın ar- kasından bakmakla yetinmişti. Balmain’in anlamını düşünmeden Monet’in renklerine tekrar daldığında aynı sesle irkildi, “Kartımı vereyim, belki elekt- ronikten değil ama tablolardan konuşabiliriz. Tekrar iyi günler dilerim.” İs- mini söylemeye niyetlendiğinde kadın çoktan uzaklaşmıştı. Gözlüğünü temizleyip karta baktığında telefon numarasıyla birlikte ‘Emma Simon’ yazı- yordu.

∞∞∞

Melantha için Pire sonbaharına uyanmak zor değildi, henüz çocukken ba- basının baskısıyla erken kalkmaya zorla alışmıştı. Keyif yapma huyu yoktu ancak yorgunluktan biraz daha uzandığında kalınlaşarak sararmış ayak tır- naklarına bakarken üst kattaki köpeğin ayak sesini duyunca malákas diyerek sinirle doğruldu. Bu eski semtte oturmasının nedeni tükenmiş hissetmesi de- ğildi, öncelikle kendisiyle özdeş bulduğu yıpranmışlığı huzur veriyordu. Ay- rıca meraklı gözlerden uzakta kalmasının yanında zorda kalırsa kaçış olanaklarının fazla olmasıydı. Alternatifi bol ara yollardan şehrin varoşlarına veya her dakika limandan avara eden gemilere ulaşabilirdi. Perdeyi açıp gemi

(8)

6

fenerlerinin ötesindeki Salamis Adası’nın ışıkları önünde yansımasını gördü- ğünde çabucak kapattı. Ergenliğinden beri dostu değildi camdaki görüntüsü.

Çapraşık Pire limanından huzurlu adalara avara hazırlığındaki yolcu gemisi- nin düdük sesiyle tekrar uzandı. Olayların sakin nehirler gibi düzenle aktığı o adlardaki dingin yaşama özlemi kabardı.

Demir parmaklıklar arasından aşınmış mermer merdivenlerin göründüğü gürültülü asansöre bindiğinde aklına ders verdiği günler geldi. Newton’un bi- rinci yasasına giriş yaparken hep asansör örneğiyle başlar, eylemsizliği anla- tırdı. Kocasının hainliğini öğrenince fizik bilimine olan sevgisini ezmek zorunda kalıp Hermes danışmanlık şirketini kurduğunda olayları çözmede fi- zik değil ama bilimsel yaklaşım terbiyesinin faydasını fazlasıyla görmüştü.

Düşünceleri salak fettan öğrencisinin peşine takılarak senelerce kendisini al- datan matematik profesörü kocasına kayıverdi. Boşanmaya direnmiş, acısı de- rinleştikçe iradesi kırılarak deli gibi sevdiği kocasını terk etmişti. Şirketi kurup işleri geliştirdiği üçüncü senede adamla yosmasını Yunanistan’ın orta batısın- daki Perdikaki-Patiopoulo yolunda trafik kazasına kurban etmiş, dört yüz metrelik uçuruma yuvarlamıştı. Bu başarıyla kahramanı Bouboulin1 gibi his- setmişti. Hâlbuki denizden nefret ederdi, Bouboulina ile ortak yanı Türklerden tiksintisiydi. Sabahın ıssız yollarında nefretini hıza aktararak sürerken eski anıları siliniverdi. Zamanı geldiğinde tüm öçleri almak, tanrıya iş bırakmamak güzeldi.

Şirkette odasına girer girmez telefonuna uzandı. Danışmanlığın etkinliğini arttırmak üzere olağandışı faaliyetlere yönelmeye karar verince ortaklarıyla iletişim güvenliğinin sağlanması amacıyla aldıkları önlemleri zamanla geliş- tirmişlerdi. Ses veya yazıyla yapılan işlemler akıllı bilgisayarların yakın taki- bindeydi. ‘Kripto dünyasında çözülemeyen şifre yoktur’ deyişine rağmen şifre algoritmasının belirlenmesi zaman alıyordu. İlk uyguladıkları yöntem stega- nography adı verilen “gizlenmiş yazı” tekniğiydi. Çok eskiden beri uygulanan bu yöntemde gizlenecek mesaj sayısal bir fotoğrafın, şeklin içine gömülüyordu.

Bilgisayar kapasitelerinin gelişmesiyle yöntem de gelişmiş, şifreleme katma- ları artmıştı. Esas mesaj birden fazla resim veya müzik verisinin içine dağıtıla- rak gizlenmeye başlamıştı. Milyarlarca bit içinde mesajı oluşturan verinin ayıklanması hem güç hem de zaman alıcıydı.

Ek önlem olarak mesajı oluşturan veri sayısal resme gömülmeden önce şif- releniyordu. GPS saati alınarak değer ikili sayı sistemine çevriliyor, o an için tek kullanımlık her ekseni 256 bitlik üç boyutlu matris şifre üretiliyordu. So-

1 Laskarina Bouboulina, annesinin Mora'da Osmanlı'ya karşı 1770 ayaklanmasına katılması nedeniyle tu- tuklu bulunduğu İstanbul'daki hapishanede babasını ziyareti sırasında doğdu. Spetses Adası'na yerleşe- rek Yunan isyanında Filiki Eterya'nın tek kadın üyesi oldu. Bayrak gemisi Agamemnon'un yapımını sağladı. İsyan sırasında silahlandırdığı, maaşlarını verdiği özel donanması na sahipti, sekiz geminin ko- mutanlığını yapıyordu. Mora'nın isyancılar tarafından ele geçirilmesinde büyük pay sahibi oldu. Ölümün- den 193 yıl sonra 2018 yılında Yunan Savunma Bakanlığı kararıyla Amiral unvanı verildi.

(9)

7 nuçta ele geçirilecek bilgiden mesajın çözülmesi neredeyse imkânsızdı. Tele- fonla konuşmaktan kaçınsalar da sesle iletişimde aynı yazılıma ilave olarak ses değiştirme programı devreye giriyor, yazılımı yükledikleri kaydı olmayan te- lefonlarda geçici sim kartı kullanıyorlardı. Saklamak istedikleri işler hariç kul- landıkları şahsi telefonlarını dinleyenlerin varabilecekleri sonuç dürüst ve namuslu olduklarıydı.

Melantha’nın “Toplanalım” mesajını gören üç ortağı çirkin kadının ne söy- leyeceğini düşündüler.

∞∞∞

Ter içinde uyandığında aklına ilk gelen Defne’yle aynı yerde bulunma iş- kencesiydi. İki gündür yaptıklarını düşündü, anlamsız geçmişti. Pazar günü olmasına sevindi, tekrar yatabilir, gezebilir, televizyon seyredebilir daha doğ- rusu boş boş bakabilirdi. Hiçbirini yapmadı, erkenden iş yerine gitti. Hanın mahmur güvenlik görevlisi ağır ağır kapıyı açtığında aklında tamamlaması gereken beş katlı lüks apartmanın statik projesi vardı. Yetiştirebilirse kalıp ar- dından donatı planına başlayacaktı. Mimar olmayı arzularken kendisini inşaat mühendisliği okurken bulmuştu. Hâlbuki hayalinde tatil köyü projesi vardı;

romantik, huzurlu, turist fabrikasına benzemeyecek doğal bir köy yaratmak istiyordu. Yerine oturmadan Defne’nin masasına giderek saçlarının kokusu- nun sindiği sandalyesini alışkanlıkla kokladı. Erken geldiğinde düşmüş iki-üç tel saçını toplar, saklardı. Delicesine sevdiğini bilmesini istememiş, koltuğunu tenine değercesine okşadığını da kızar korkusuyla söylememişti.

Masadaki resmini görünce tanışmalarını hatırladı, üniversitenin son yılıydı.

Araya askerlik girince mesajlaşmaya devam etmişler, şans eseri aynı ofiste işe başlamışlardı. Kazara eli değdiğinde çarpılan ama titremesini gizleyen Yıldı- rım’ın ilk günden esiri olduğu Defne’nin sevgisinin tomurcuklanması üç sene önceydi. Dilinin ucuna gelip söylemediği sayısız günler akarken sevgi yüklü sözcüklerini zorla ezmişti. Sihirli an çattığında gözlerini kaçırarak itiraf etmişti aşkını. Sadece gülmüştü Defne. Dolunay tekrarlamadan yemeğe çıkalım de- miş, ertesi hafta uzun saçlarının buğusuyla sarhoş hâlde omuzlarına masaj ya- parken ansızın dönüp öpmüştü. O tadı, şimdilerde acı veren o tadı sonsuza dek unutmamaya karar verip belleğinin en derinlerine işlemişti.

İlişkilerinin ilk senesi, araba kiralayıp güneye inmişler, Fethiye’den başla- yıp, çadırda kala kala Anamur’a kadar gitmişlerdi. Yıldırım orada öğrenmişti ilk defa bahsetmekten kaçındığı ailesini. Memurmuş babası, annesi ev hanımı.

Zoraki gülücüklerle büyütmüşler taşranın eziciliğinde. İkinci sene yaz tatiline Marmaris’e gitmişler, on hoş günü Hollandalı turistlerle gulette geçirip, meh- tabın altında süzülerek mavi turu tamamlamışlardı. Dans etmemişlerdi, sev- mezdi Defne. Kulaklıkla müzik dinler, sinirlenmedikçe öyle çok konuşmazdı.

Bir de seni seviyorum dememişti hiç. Beraber kaldıkları gecelerin zevk yüklü bitkinliğiyle büroya gittiklerinde ayrı ayrı girerlerdi. Bilinmesini istememişti,

(10)

8

iş yerinde aşk olmaz derdi. Peki, yarın ofiste gördüğünde ne diyecekti? İş ar- kadaşı bile olmak istemiyordu, yüzüne de bakmayacaktı.

Koltuğuna oturduğunda o şerefsizle Defne’nin dans ettiklerini hayal etti.

Kendisi varken başkasına âşık olması, duygusal zekâsının yetersizliğinden olabilirdi. “Sevgimin benzerini başkalarında bulması imkânsız” diyerek bilgi- sayarına gömüldü. Öğle ezanı okunurken ailesinin yanına geri dönme düşün- cesiyle memleketi Aydın geldi aklına. Orada ne yapacaktı ki? Gündüzleri babasının Azboy soyadını taşıyan beyaz eşya mağazasında müşteri bekler, ge- celeri mütevazı evlerinde ailecek dizi seyrederlerdi. Mağaza yaşamı , soyadla- rının anlamı olan –bu babasının iddiasıydı- ‘heyecana’ hiç uygun değildi;

ödenmeyen senetlerin peşinde koşmanın duygusal hasarı, müşteriye dert ba- bası olmanın çene yorgunluğu, mağaza giderlerini çıkarma telaşı, pinekleyip durmanın sıkıntısı… Tek düze yaşam üstüne bir de annesinin çoğu evcimen azı fettan taşralı kızları. Evcimenler öylesine mahzun otururlar, öylesine hu- zursuz gözükürlerdi ki! Ama uçmayı öğrenmişler annesinin el altından ver- diği telefon numarasına çıkar çıkmaz arkadaşlık mesajları yağdırırdı. Annesini aramayı, boğuldum demeyi düşündü, Defne’nin uzun parmaklarında, ince be- linde, kahverengi gözlerinde boğuldum!

Statik projesini tamamlayıp ofisten kaçarcasına çıktığında askerlik arka- daşı Ahmet’i aradı. Kayseri Komando Tugayı bağlısı Hava İndirme Tabu- runda keskin nişancı seçildiğinde gözetleyicisi meslektaşı Ahmet’ti. Bitmek bilmeyen tedirgin günler güvenlerini yüreklerine işlemişti. Hemen buluşmaya karar verdiler. İnşası devam eden bir otelin proje müdürü olma işkencesi al- tında gün boyu açık havada durmaktan yanık tenli, saç telleri kalınlaşmış sert mi sert bir Erzurumluydu, deli doluydu. Araba kullanırken bile kendisiyle kavgalıydı. Ahmet mutlaka kızacaktı, söyleyeceklerini planladı. Defne’yi ya- kından tanımadığı hâlde bu kadın tuhaf diye söylenirdi. Eylül güneşiyle coş- muş Beşiktaş sahilinde sadeliğiyle nam salmış bistroda buluştuklarında daha görür görmez kaygıyla “Seni senelerdir tanırım Yıldırım” dedi, “Sıkıntın var, yoksa ailenden birisi mi maazallah?”

“Yok, aman Allah gecinden versin.”

“Eeee… Anlatacak mısın?”

“Gel bira ısmarlayalım.”

“Söyleriz de derdin nedir? Bak kızacağım şimdi.”

Terk edilmenin ezikliğinin ötesinde sevdiğini kaybetmenin acısının sözlere dökülmesinden çekinerek eveledi geveledi, ne söyleyeceğini bilemedi. Bahset- mese de öğrenirdi zamanla. Dostuydu, kime derdini anlatacaktı? Ekmeklerini bölüşmüş, çarpışmalarda omuz omuza ver ip acıları, korkuları ezmişlerdi. Bi- rayı yarısına kadar içer içmez mırıldandı, “Defne beni terk etti.”

“Vay kaltak vay, kesin başkasını bulmuştur. Ulan yamuk yapmış olmaya- sın kadına ha, ağzını burnunu kırarım o zaman.”

“Yok, şirketten birini bulmuş, seviyormuş.”

(11)

9

“Biliyorum yapmayacağını. Bence çaksaydın iki tane tanko2 sürtüğe, seni unutmazdı.”

“Yapamam, hâlâ seviyorum. Hem iş yerinde birbirimizin yüzüne bakaca- ğız. En önemlisi kadına el kaldıramam.”

“Bağma didiğime, bizim oralarda öyle demezsen yumuşak sanırlar. Söyle bakalım halini, vah garibanım.”

“Biraz kırgın, biraz kızgın. Daha çok üzgün. Tuttum kendimi, sormadım.

İyi ayrılalım istedim belki dedim, belki…”

“Katiyen olmaz, hayatta izin vermem, ölümü çiğnersin. Bitmiş oğlum, bit- miş. Ölüler canlanmaz, şimdi unutma zamanı. Sana acele manita yapacağız, Defne’yi gönlünden atacaksın.”

“Ismarlama sevgi? Hem sen git önce kendine manita bul.”

“Beğim, sen de haklısın. Gendim de hayret edirem gendi halıma.”

Ahmet’in Erzurum ağzına her zaman gülerdi, hele sinirlenince dilinin kay- masına. Sevdikleri olmuş fakat ya açılamadığından, açılsa bile sert tavrından sevgi alamamıştı. Belki de kara kaşlarının külhanbeyi havasından ürküyordu kadınlar. O da Yıldırım gibi işte zamanı tüketiyor, İstanbul’un insanı ezen, öğüten, duygularını yok eden karmaşasında tek başına sevgiden yoksun yaşı- yordu.

“Ciddiyim. Gönül eğlendirerek unutursun.”

“Bulacağın kişinin de kalbi var, kırılır.”

“Kalpsiz kaşarlılardan buluruz, hani şuh fotoğraflarını paylaşanlardan.”

“Öylesini de ben istemem.”

“Sana bi esgetek3 beğendiremedik, varsa yoksa Defne yani.”

“O yok artık, mesele Defne değil. İstediği kararı alabilir, öyle ahım şahım ilişki de değildi bizimkisi. Sorun benin duygularımla mantığımın çatışması.

Onunla beraber olmak isteği mantıklı değil, terk etti. Diğer taraftan seviyorum, aklımla duygularım çelişkilerle insafsızca savaşıyor. Duygularımın ağır bas- masından, unutamamaktan korkuyorum. An oluyor mantığım galip, üzün- tüm geçiyor, dakika geçmeden duygularım zafer nidaları atınca ağlamak geliyor içimden.”

“Duygularla baş edecek yol çok. Zaman, en ala öğütücü. Yıllar kötüleri unutturuyor. İkinci yol negatif düşünceler üretebilirsin, o bana layık değil gibi.

Üçüncüsü duygularını kontrol altına almak, yanlış anlama robot ol demiyo- rum. Şimdi karşılığı yiten sevgin acı veriyor. Bunu bastırmak amacıyla kontrol altına almaya çalış. Diyeceksin ki nasıl? Başka şeylerle ilgilen, diğer duygula- rını öne çıkaracak eylemler gerçekleştir.”

“Anlamadım Ahmet? Mantık bile üstün gelemezken sevgiyi yok etmek de nesi? Diğer duygular dediğin nedir?”

“Öfke, hüzün, sevinç, kaygı, korku, heyecan, umut… Öyle şeyler yap ki

2 Erzurum ağzında ‘sosyetik.’

3 Erzurum ağzında ‘kadın.’

(12)

10

sevgini bastırsın. Yeni arayışlara gir, iş değiştir, umut yarat. Tabi öfke, hüzün benzeri olumsuz duygulardan uzak dur. Örneğin motosiklet al heyecan duy.”

“Öleyim de kurtulayım mı diyorsun yani?”

“Güldürme, senden umutsuz olmanı beklemezdim. Duygularına kulak ve- rirsen olumlu etkilenir, yaşam kaliten artar. Duyguları yok saymak bitkisel ya- şamla aynıdır. Katıksız mantık ise varlık nedenimizin temeli olan insansı özelliklerden uzaklaştırır. Hislerinle mantığın arasında denge kurman ge- rek. Duygusallığın sınırı olmalı, kendine veya başkalarının hayatına zarar ve- riyorsan o sınır aşılmış demektir. Sağduyunun olumsuz gördüklerini yapamazsın. Şu anda kendine zarar veriyorsun.”

Biraları gibi kelimeler de tükenmişti. Marmara’ya doğru seyreden borda- sından pasları akmış yük gemisi önlerinden geçerken iki kısa düdük çaldı- ğında Yıldırım köprüüstünde dürbünle bakan denizciyi gördü. Onun yerinde olmayı, uzaklara kaçmayı düşündü. Başka yerde iş mi yoktu? Babasının ya- nında çalışmaya bile razıydı. Hatta evlenecek birini bulurdu hemen. Sonra sevgi yoksunu hayatın kavgaları, bağırış çığırışları. Her sabah o dükkâna git- mek, tıkılıp kalmak. Hayır dedi, sildi aklından. Heyecan, sevinç, umut uğruna ne yapabilirdi ki?

“Bak dostum, senin adına üzüldüm fakat bunların geçici olduğunu biliyo- rum. Bırak gitsin gancik, akacak kan damarda durmaz derler. Üç-beş sene ge- çip evlendiğinizde bunlar yaşansa daha kötü olurdu. Üzme kendini, hayırlısı olsun. Gel bana gidelim. Takarız bir komedi filmi, cağ kebabı ısmarlarız. Key- fimize doyum olmaz. Satranç oynar, askerlik günlerimi anarız. Hadi.”

“İyi olur ancak yalnız kalmak istiyorum, beni affet.”

“Ne demek affet? Biricik dostumsun, gerekirse canımı verir kanımı akıtı- rım. Gelsen iyi olurdu. Akşam akşam sual dolu kafan davul olup taşacak, ku- rup duracaksın.”

“Söz kurmayacağım, kendi kendime konuşmayacağım. Yarın filan görüşü- rüz. Bu gece beni hayal kırıklığımla bırak lütfen.”

“Ulan böyle konuşunca fena oluyorum. Ne halin varsa gör o zaman.”

Güneş Eminönü üzerine yaklaşırken kalktılar. Ahmet kucaklaşmazdı hiç.

Yıldırım evine ulaşmaya, rüya görmeden uyumaya odaklanmıştı. Birbirini umursamayan insanların arasında Üsküdar’a vardığında ruhuyla birlikte gü- neş batmıştı. Kadıköy’deki küçük eve geldiğinde -buraya taşınma nedeni Defne’den çok karşıdaki İtalyan apartmanının taş işçiliğiydi- biraz açılmıştı.

Canı istememesine rağmen makarna pişirdi. Duygusal tedirginliğini alt etmek güç gerektiriyordu. Televizyonu karıştırıp ilgisini çeken program bulama- yınca batılıların Afrika’daki çalışma hayatını anlatan belgesele takıldı. Ortam değişikliği, farklı kültür ve yemeklerden öte maziden kopmaya gösterilen di- renç ilginçti. Ahmet’in söylediklerini anımsadı, alışılmadık duygular yaşamak üzere iş değiştirmek zorlu geçecek duygusal nekahet devresini atlatmasına yardımcı olabilirdi. Ütü yapmaya niyetlendiğinde gerek olmadığını fark etti.

(13)

11 Defne uğrunda kendine bakıyor, tıraş oluyordu. O silinince yaptıklarının an- lamları un ufak tozlaşıp kızgın fırtınalarla uçuşmuşlardı.

Beş gündür ailesini aramamıştı. Defne’yi arkadaş olarak biliyorlardı ancak kadın-erkek arkadaşlığı kavramına kuşkuyla yaklaştıklarına emindi. Ne ko- nuşacağını kestiremediğinden tekrar televizyonun karşısına oturdu. Yarın ke- sinlikle Defne'yi görmemesi gerekiyordu fakat açık ofis şeklindeki büroda görmemesi imkânsızdı. Gördüğünde ne yapacaktı? Günaydın diyecek miydi?

O ne yapacaktı? Bakacak, gülümseyecek miydi? Yoksa tartıştıkları günlerdeki gibi somurtacak mıydı? İşe gitmemeye karar verdi ancak ertesi gün ne olacaktı, ya haftalar geçince? Onunla aynı havayı soluyacak, kokusunu duyacaktı. Gör- dükçe unutamaz, kısır döngü devam ederdi. Plana eklediği her çizgi yle bir- likte ona bakar, iki üç dakikada çay alıp gelince bile aramış mı diye telefonu kontrol ederdi. Hayır, böyle yaşayamazdı, başka yerlere, uzaklara gitmeliydi.

Hayatındaki ilk terk edilişine hayıflandı durdu.

∞∞∞

Sisli havanın miskinliği çökmüştü Samir’in üzerine. Geçen zamana inat aramamıştı Emma’yı. Üzerinde çalıştığı projenin deney sonuçları on yedinci kez başarısızdı. Kendini dışarıda bir kafede buldu. ‘Hemingway şampanyası’

veya yazarın boğa güreşlerini anlatan ‘Öğleden Sonra Ölüm’ romanının adıyla anılan kokteylden ısmarladı. Absent ile orijinal tarifine göre buzlu şampanya- dan hazırlanan karışımını yudumlarken güneş sisten sızmaya çabalıyordu.

Ummadığı sesle irkildi, “Monet bu sahneyi tuvaline nasıl dökerdi merak edi- yorum. Galiba zamanın olmadı, aramadın?” Başında dikiliyordu Emma.

“Monet’i bilemem ama yoğundum, çalışmam sonuca ulaşmıyor. Nanoma- nipulatorün başından kalkamıyorum.”

“Nedir o?”

“Görüntüyü milyonlarca kez büyüten optik tarama cihazı, bilgisayar ara yüzü ile fiziksel manipülatörden oluşur. Yani molekülleri görme, yerini değiş- tirme imkânı tanıyan sanal gerçeklik arabirimidir. İşimin en önemli gerecidir.

Bir nanometre metrenin milyarda biri, insan saçının kalınlığı ise yaklaşık yüz bin nanometre, atomların çapları ise nanometrenin onda biridir. Bilinmezlikle dolu keşiflere gebe yeni bir evreni bize sunan bu boyuttaki malzemelerin dav- ranışları katı hâl fiziği ile kuantum mekaniği prensiplerinden faydalanılarak açıklanabilir. Neyse, işim bana göre mazeret değil gerçek yaşamımdır fakat sen mazeret olarak algılayabilirsin. Evet, zaman hızla akıyor. Aramak istedim fakat ne bileyim aramadım.”

“Anlar vardır içimizde zamansız çalışan, demek o anı bulamadın.”

“Gerçeği söyleyeyim, Fransa’da karşı cinsten yakın arkadaşım olmadı. Sen ise biraz korkutucusun.”

“Erkekler kontrol edilemeyen kadını korkutucu olarak nitelendirir. Fakat Frankeştayn değilim, değil mi?”

“Güzelsin.”

(14)

12

“Hah, davet etmesen bile oturacağım masana. Ayrıca ceza olarak ne içiyor- san ondan ısmarlayacaksın.”

“Umarım çok ileri gitmedim.”

“Az bile söyledin. Güzelliğin muhteşem, güneş solgun kalır yanında de- meliydin, çarpıcı demeliydin.”

Emma’nın kahkahasını diğer masalar umursamadı. Samir suskun kalınca kaşlarını çatarak sürdürdü konuşmayı:

“Zamansız çalışan o an demiştim, zamanın işlemesi için güzellik önemli ancak genlerin uyumu daha öncelikli. Doğanın gereği olarak binlerce yıldır DNA’mıza işlenmiştir genlerin uyumu. Genlerin üstün nesiller yaratacak şe- kilde uyuşmuşsa ister istemez arkadaş olur, belki seversin. Öyle olmasa insan- lık gelişemezdi.”

“Evet, gen uyumu önemli fakat insan beynini geliştirebilir, doğru karar- larla kaderine hükmedebilir. Önüme çıkan engelleri yoğun çalışmayla ezdim geçtim, hedefim alanımda en iyisi olmak. Sen neler yaptın?”

“Koşturmaca. Üç kez podyuma çıktım, birinde baş mankendim, dört çe- kime katıldım. Tabi sıkıcı provaları saymıyorum. Kış ayları bahar trendlerini tanıtma, satış bağlantılarını yapma dönemidir. Koşturması, stresi yoğundur.”

“Neden modellik?”

“Fransızlar bu soruyu sormaz, modellik de senin mesleğin gibi bir meslek- tir. Oryantalist düşüncenin sorusudur bu. Uzun hikâye.”

“İstemiyorsan anlatma. Orta doğu mantığını yakından tanır mısın?”

“Yeterince tanırım. Defilelere gittim, Dubai filan, zengin yerlere. Duyarsız, önlemsiz, sorgulamasız tavırla. İyi tarafı farklı kültürleri tanımanın değişik de- neyimler üretmesi. Duygu, bir olgunun insan ruhunda bıraktığı izin öznel far- kındalığıdır, yani salt zihinsel bir durum değildir. Fizyolojik değişim ile çevre duygunun temelidir. Bunlarla birlikte kültürün, geleneklerin de harmanlan- ması gerek. Gerçekleri özümseyene kadar iş işten geçmiş oluyor, hata yüklü sevgiler gibi.”

“Duygular konusunda hormonları, yani bünyede beynin ürettiği değişik- likleri unutmamak gerek. Tabi olaya bilimsel açıdan bakıyorum, âşık olma sü- recinde üretilen dopamin, serotonin, oksitosin gibi... İlişkin varmış gibi algıladım?”

“Doğru, iki sene kadar sürdü. Basra Körfezi’nin güneydoğusunda El Hu- bar’da kaldım onunla. Şeyh sülalesine yakınlığı vardı, ruhu kıt parası boldu.

Sürecin yorucu yanı bir yaprağa, bir damla yağmura özlemdi, en zoru hoş söz- lere olan doyumsuzluktu. Sonra bitti.”

Köşe başında duran sokak müzisyenin yayından uçuşan ‘Mon Amour Mon Ami’ konuşmayı kestiğinde Emma fısıldayarak müziğe eşlik etti:

Daha önce hiç senin gibi erkekle tanışmadım.

Tanıştıysam da, hatırlamıyorum!

Kıyaslamaya çalışmanın ne yararı var ki?

(15)

13 Doğruyu bilen kalbim var.

Notalar susunca ikisi de birbirlerini tartarak süzerken Emma gitmesi ge- rektiğini söyleyerek aniden kalktı. Bakışları kadının kalçalara takılan Samir derin bir iç çekmekle yetinmek zorundaydı. Senelerdir laboratuvara gömüle- rek, nano ölçekle çalışarak, yeni ürünler geliştirerek zamanını tüketmiş, ha- yatta önemli olmadığını düşündüğü fiziki getirileri elde etmek yolunda çoğunluğun yaptığı gibi zoraki olarak ilerlememişti.

Tek başına sabahtan kalmış tavaya yumurta kırdığı gecelerde aklına nadi- ren başka tür hayatlar geldiğinde mutlu olduğuna kendini inandırırdı. Bilim uğruna sayfalar arasına sıkışmanın normal yaşamdan kaçış yöntemi olduğu olasılığını hiç düşünmemişti. Tabi onun da hayalleri vardı, uykusuz geceleri- nin en uçuk hayali adalara seyredeceği beyaz bir yelkenliydi . O hayalin ufuk ötesinde özgürlük yatmasına rağmen istemese de aklı yüzlerce atomun dizi- lişlerinde yapılan değişikliğin sonuçlarına ilişkin simülasyona, denklemlerine kayardı. Nano teknoloji alanında derinlere dalmasının temel nedeni var olma- yanı yaratmak umuduydu, tanrı gibi hissedecekti emeline ulaştığında. Ulaşı- lamaz boyuttaki evrenin aksine, gerçekte kâinatın bütününü oluşturan nano evren ellerinin altındaydı. Beyaz yelkenli yerine Nobel ödülü alacağı törenin hayaline daldı mırıldanarak, ağzından dökülenler yapmayı planladığı teşek- kür konuşmasının sözcükleriydi.

∞∞∞

Kahvaltı yapmadan, tıraş olmadan, yatarken çıkarmadığı gömleğini değiş- tirmeden erkenden iş yerine vardığında kimse yoktu. Simidi otomatın aroma- sız çayına bandırarak Defne’nin koltuğunda yerken sinmiş yasemin kokusunu algılamaya çalıştı. O oturduğunda yaklaşamazdı artık. Pazar yorgunu arka- daşları sökün ettiğinde Defne’nin girdiğini görmedi. Alışkanlıkla göz attı- ğında ceketini çıkarıyordu. Dışarıda güneş pırıl pırılken Defne’yle aynı ortamı paylaşmak aldığı nefesi oksijensiz kılıyordu.

Yıldırım istifa dilekçesi verdiğinde en çok müdürü şaşırdı. Başka işte çalış- mak istediğini söylediğinde kalmasında ısrarcı oldu, kıdem tazminatını ver- meyiz tehditleri savurdu. Kararından caymamakta direndi, Müdür iki hafta kalarak işleri bitirmesini rica ettiğinde evde çalışmak şartıyla gönülsüzce ka- bul etti. Öğle yemeğinin ardından eşyalarını toplarken beklemediği anda ba- şında biten Defne fısıldayarak “Hadi” dedi, “Kahve içelim.”

“Gerek yok. Çıkmam lazım.”

“Sen gel benimle, orada konuşuruz.”

“Ne konuşacağız ki?”

“Saçmalama gel hadi.”

Umut mumu sönmediğinden merak ediyordu. O önden Yıldırım arkasın- dan büfeye kadar sakince gidip kahveyi alelacele cezveye koyarken başladı:

“Her zamanki gibi orta kahve yapıyorum.”

“… ”

(16)

14

“İşten ayrılmışsın. Aynı ortamda çalışmamızda sorun yok. Eğer kararın olumsuz ruh hâlinin ürünüyse tekrar düşünmende fayda var canım.”

“Artık canın değilmişim. İşi bırakmamın seninle ilgisi yok, kendimle ilgili kararları almakta özgürüm.”

Gelen görevliyi görünce sustular. Makinenin ikaz düdüğüyle Defne kah- veyi fincanlara boca etti, boş toplantı salonuna geçtiler.

“Sen bilirsin ancak ayrıntılı düşünmek gerekiyor. İlişkimiz aksak gidi- yordu.”

“Neyimi sevmedin ki?”

“Defalarca konuştuk; karakterlerimiz uyuşmuyordu, titizliğin, gereksiz so- murtkanlığın, asosyal hayatın itici. Tamam, ağırbaşlı ve naziksin, açgözlü de- ğilsin. Ancak karşındakini sorgulamaya başlarsan sonu gelmiştir sevginin. İlk soruyla başlar, çığ olup yüreğini buza dönüştürür. Ayrılığı anlayışla karşıla- man gerek. Mutsuzluğun ezikliğinden uzaklaşmak maksadıyla değişim kaçı- nılmazdır fakat işten ayrılmanı gerektirmez.”

“Anlıyorum seni, kararına saygı duyuyorum. Ezik değilim, öfkem filan yok. İşten ayrılışım fevri değil.”

“Peki, sen bilirsin. Yaptığının bana vicdan azabı yaşatacağını düşünüyor- san yanılıyorsun. Ömür boyu başarılar dilerim. Hoşça kal.”

“Mutluluk dilerim. Hakkımı helâl ediyorum.”

Defne sinirle dışarı çıkarken Yıldırım bekledi, hem değiş hem işten ayrılma demesi garipti. Sorunun iş yeri değil kendisi olduğunu anlamıyordu. Yıpran- mış bulaşık süngeri gibi atarken kararlarını etkilemeye, hele eleştirmeye hiç hakkı yoktu, hem de cüretle tavsiye veriyordu. Hayatına yön vermek için ne kadar daha düşünmesi gerekiyordu ki? Ne pahasına olursa olsun çekip gide- cekti. Birkaç arkadaşını aradı, iş aradığını, nerede olursa olsun kabul edeceğini söyledi. Yakın olanlar gerekçesini ısrarla sorduklarında sıkıldım bahanesine sığındı. Baktı olmuyor, kendini sokaklara attı.

Keşmekeş kalabalığın ortasında ayaküstü dürümü ısırırken Defne’nin doğ- ruyu söylediğini, düşünüp planlamadan içgüdüsünün yönlendirmesiyle onu üzmek istediğini fark etti. Bak senin yüzünden sevdiğim işimden ayrılıyorum, artık beni göremeyeceksin. Yerlerde sürüneceğim, suçlu sensin! Ayrılık keli- meleri dökülürken suskunluğunun da gerekçesiydi onu üzmek. Hayat, duy- gusal girdilerle kaosa dönüşmüş karmaşık matrisindeki yanıtsız sorular nedeniyle mantıklı şekilde çözülmesi imkânsız olan ve sadece risk alarak karar verilmesi gereken sorunlar yumağıyla karşısındaydı.

Karşısına çıkan loş birahaneye daldığında duvarda asılı siyah beyaz fotoğ- rafa gözü takıldı, fesli Osmanlılar bira şişeleriyle dolu mezesiz masanın çevre- sindeydi. Kırım savaşı başında Ruslara karşı Osmanlıyla birlikte savaşmak üzere İstanbul’a ayak basan gâvur askerler içki aramaya başlayınca açılan bi- rahanenin, kalplere isimler kazınmış tahta masasında iki tane arka arkaya yu- varladı, doyasıya ağlamak istedi. Sevdiğini kaybetmek mi yoksa terk edilmek

(17)

15 mi kahrediyordu, karar veremedi. Taksiyle eve dönerken umulmadık eski bir şarkı, Zülfü’nün ‘Ege’si çalıyordu radyoda, “Haydi dostum çık yola, yarım ka- lan sevdalara…” Yarım kalmamıştı sevdası, terk edilmişti, o kadar netti. Hani sevenlerden biri ölse veya savaş gibi zaruri nedenle ayrılsalar yarım kalırdı sevda. İnsanları tanımak, gerçek yüzlerini anlamak güçtü. En beteri ilişkilerin ardından duyulan pişmanlıktı.

Eve girerken aklına şirkette bilgisayarlarla ilgilenen güler yüzlü Cansu geldi. Sorun çıktığında Hızır gibi yetişir, uzun uzun ilgilenir, sorunu giderdi- ğinde işi yoksa gitmez, sohbet ederdi. Elâ gözleri değişikti, insanı delercesine bakardı. Tırnaklarını mor, yeşil benzeri uçuk renklerle boyar, her zaman neşe- liymişçesine davranır, bazı günler nedensiz kaybolurdu. Boş vermiş tavırla- rıyla “Akıllı bir deli...” şeklinde paradoks yüklü acayip paylaşımlar yapar, anlamı okuyana göre değişen cümleler kurardı. Çok akıllı olanlar acaba deli olarak algılanır mıydı? Ona yakınlaşırsa Defne kıskanır mıydı? Bırakıp giden birinin kıskanmasını düşünmek anlamsızdı ama Ahmet’in dediği doğruydu, değişiklik unutmasına yardım edebilirdi. Kızdı kendine, bu amaçla kadının aklına girmek etik değildi, kırmamak gerekirdi insanları boş yere. Fakat dert- lerini konuşabilirdi, ağzı sıkıydı. Fazla irdelemeden nasılsın diyerek mesaj çekti. Beklenmedik cümleler ekrandaydı, “Hayırdır ne oldu aslanım, sen yaz- mazdın?” İşte böyle biriydi. Yarın akşam buluşalım dediğinde gülücük emojili konuşuruz yanıtına sevinirken hangi şarkıyı sevdiğini sordu Cansu. ‘Ege’ adlı şarkının linkini gönderdiğinde mutluk verdi yanıtı beklenmedikti, genelde sözlerinden mutsuzluk akarken gözleri gülerdi. Yarım kalan aşkları dillendi- ren şarkıların mutlu olmadığını yazdığında yanıtlamadı, Yıldırım da üstele- medi. Boş karanlıkta otururken Cansu’nun gözlerini düşündü, onunla seviştiğini hayal etmeye çalıştı. Oynak akıl oyunlarına hapsolmuş acı poyraz, düşüncelerini dalgalara katıp yok ediyor, dalgaların beyaz kuzucuklarında sa- dece Defne beliriyordu.

Kurumaya başlamış taze kaşardan biraz keserek bayat ekmek arasında kahve eşliğinde yerken -kaşar galiba tadı olmayan plastiktendi- Cansu’nun fo- toğraflarına daldı. Değişik kadındı. Açık saçık olmamasına rağmen buğulu ba- kışlarında doğal cinsel çekicilik parlıyor, özgür karakterini yansıtan pozlarla ben buyum diyordu. Paylaşımları ise denklemi üretilemeyecek bir eğriydi, ruhsal durumu zikzaklar çiziyor, bazen çapı aniden değişebilen çember üze- rinde dönerken merkezkaç kuvvetiyle arşa çıkıyor, semadaki kandillerde ge- ziniyor, birden Dante’nin buzlarla kaplı cehennemine dalıyordu. Kimseye boyun eğmeyeceği barizdi, ancak karar verirse hedefine varmak üzere her ola- sılığı deneyeceği, gözünü karartarak her riski alacağı kesindi. Erkeklerle çekil- miş resimleri azdı, lezbiyen mi diye düşündü. Hiç lezbiyen tanımamıştı ama dişiliğine lezbiyenliği yakıştıramayınca onu özetleyecek kelimeyi buldu, gi- zemliydi. Gizeminin temelinde de olsa olsa kişilini perçinleyen maskesiyle ka- rakterinin uyumsuzluğu yatıyordu. Sıkılınca hiç bıkmadığı Deep Blue Something’in CD’sini taktı.

(18)

16

Diyeceksin ki tek ortak noktamız yok, Başlamak için ortak zemin bile yok,

Ve biz ayrılıyoruz…”

Şarkının geçtiği filmi anımsadığında ruhunu kandırmak istercesine güldü.

O da yetmeyip düşüncelerinden kaçmak umuduyla tekrar telefonuna uzandı- ğında Cansu’nun köpekli paylaşımıyla karşılaştı. Kendine yakışır “Korsan” is- mini koymuştu köpeğe. Cesaretin dışavurumunu engin denizlerde özgürce yaşayan, isteklerine kavuşmak uğruna gözünü tehlikelerden esirgemeyecek bir korsan. Yalnız yaşadığı hâlde kocaman köpeğe sevgiyle bakma azmini gös- terecek kadar özveriliydi. Ahmet, Erzurum’da boyu kadar çoban köpeğine araba çarpıp ölünce o karşılıksız sevgiden aldığı huzuru kaybetmenin kede- riyle söylemişti; “Köpeği olanlar severse tam sever, fakat çok zor severler. Mer- hametli, hayata saygılı, cesur ve paylaşımcı olurlar. En önemlisi kendisinden başkasını düşünmesini bilirler” diye. Yıldırım’ın köpeği olmamıştı, hatta kö- peklerden o kadar uzaktı ki olmasını isteyecek düşünce kırıntısı bile yaşama- mıştı.

Erkenci simitçinin gevrek sesiyle giyindi, evde kalmayacaktı. İş yerinde Defne geldiğinde hiç bakmadı, yok hükmündeydi. Öğlen olurken, kıvırcık saç- ları bağlı, kot üzeri lacivert kazakla Cansu başındaydı.

“Günaydın Yıldırım Bey.”

“Selam, nasılsın?”

“İyidir vallahi koştur dur işte. Şirketteki bilgisayar işleri bitmez.”

“Sanki hangi iş bitiyor ki? Dünyaya sırf çalışmaya gelmişiz.”

“Ben işimden acayip zevk alıyorum yahu.”

“Ne hoş, sevindim senin adına, şey… Ne dersin akşam için?”

“Bakıyorum bandanan hep kafanda.”

“Uğurum o benim, her yere beraber gideriz.”

“Pek tutmamış uğuru. Ayrıldınız mı?”

“Anlamadım?”

“Salağa yatma, o şarkı filan neydi? Defne’den ayrıldın mı?”

“Biliyor muydun?”

“Ohaaa… Kafanızı kuma sokmuşsunuz, bilmeyen var mı ki? Soruma cevap ver mühendis bozuntusu.”

“Evet, ayrılmak istedi.”

“O nedenle mi bana yazıyorsun?”

“Doğrusunu istersen evet, sadece dertleşecek birini arıyorum.”

“Güzel, dürüstsün. Aferin. Hafta içi hep doluyum, uçuk rakamlarla yağan elektrik, doğalgaz faturalarına maaş yetmediğinden şirketlerden parça işler alıyorum, geceleri evde yırtınıyorum. Cumartesi buluşuruz.”

“Olsun, Cumartesi olsun.”

“Ne biçim erkeksin, insan randevu saatini, yerini söyler.”

“Akşam buluşuruz, yemek filan yeriz.”

(19)

17

“Öğleden sonra buluşalım çay kahve içeriz, akşam işim var. İkide Süreyya Paşa’da.”

“Bakireler Tapınağı’nın altında mı?”

“Yürü git, hayal dünyasında yaşama.”

Göz atıp Defne'nin bakmadığını görünce teklifinin kabul edilmesine sevi- nemedi, kıskandıramamıştı. Bilgisayarına gömülüp mutfak tasarımını incele- mek için dikkatini toplamaya çalıştı. İnsanların orada neler pişirip, neler konuşacaklarından öte hayatlarını nasıl yönlendireceklerinin hayaline daldı.

Ufacık mutfakta bağırıp çağırmaya gerek yoktu. Fısıltıyla söylenebilirdi sevgi sözleri, minnacık kaplarda iki kişilik leziz yemekler pişirilir, fırında nar gibi lazanyalar yapılırdı. Sevginin ateşiyle kaynayacak reçel, çorba ne lezzetli olurdu. Sıcacık kurabiyeye iki el birden uzanıp heyecanlar birbirine karışırdı.

Gün ağaracak, bebek sesiyle uyanacaktı tezgâhtaki mikser. Belki bunların hiç- biri olmayacak; kıskançlıklar fokurdayacak, nefret kaynayacak, kinler kızara- caktı. Masum şef bıçağı, intikam isteğiyle taşlaşmış zihinlerin elinde kana bürünecekti. Veya bir kadın tezgâhın üzerinde kendisine çılgınca âşık kocasını aldatırken köşedeki fırın inlemelerini dinleyecekti. Belki ihtiyar bir kadının ölüm kokulu nefesi dolduracaktı mutfağı. Çaycı Nuri’nin seslenişiyle irkildi,

“Müdür çağırıyor abi.”

Başı eğik odaya girdiğinde Müdür bağırdı: “Nuri, iki orta kahve yap bize.

Yıldırımcığım otur bakalım.”

“Hayırdır Müdürüm?”

“Sana iyi haberlerim var. Holdingin diğer şirketinin Gine’de otel inşaatı var, proje müdürü olmanı istiyorlar. Kolay iş, hem de tam sana uygun. Ne dersin?

“Şefim yurtdışına gitmeyi hiç düşünmedim fakat cazip geldi. Ne kadar kal- mam gerekiyor?

“On ay kadar, belki başka ülkelerde yine görev verirler.”

“Kalacak yer, maaş durumu nedir acaba?

“Maaşı dört bin dolar civarında, şantiyede kalacaksın. Konteynır evler koy- muşlar, konforluymuş. Isıtması, soğutması, suyu var. Ülke karışık değil ancak çalışmaktan pek dışarlarda gezemezsin zaten.”

“O önemli değil. Ne zaman gitmem gerekiyor.”

“Bu hafta sonu gitmelisin.”

“Sürpriz oldu. Uygun görürseniz yarın yanıtlayayım.”

Kahvelerini yudumlarken Müdür işi övüp durdu, geleceğine faydası ola- cağını, yönetici pozisyonlarının yolunu açacağını söyledi. En geç ertesi sabah kararını bekliyordu. Çıkarken de Defne’den ay rıldığına üzüldüğünü fısıldadı.

İsteğine uygun fırsat yakaladığını düşünerek masasına döndüğünde yurt dışına aniden gitme fikrini garipsedi, telaşlandı. Önünde mutfak tasarımı, zih- ninde Gine varken çalışamayacağını anladığında dışarı fırladı. Güvenlik gö- revlisinin önünden geçerken kendi kendine “Gideceğim buradan. Pırıl pırıl,

(20)

18

tertemiz ufuklara…” diye söyleniyordu. Akılsız Defne ne yaparsa yapsın on- suz kalacaktı nihayet.

Ailesine haber verdiğinde babası şiddetle karşı çıktı, ısrarla kalmasını is- tedi. Kararlı tutumu karşısında mırın kırın etti, sonunda gönülsüzce kabullen- mek zorunda kaldı. Eşyalarını deposunda muhafaza etmesi üzerinde anlaştılar, haybeye kira ödemeyecekti. Ev sahibini aradığında, ay sonuna yirmi gün varken kiranın hepsini ödersin, kontratına göre erken çıktığından daha fazla vermen gerekir diye mızmızlandı.

Evden arayıp gitmeyi kabul ettiğini söylediğinde sevinçle karşıla yan Mü- dürü, güvenilirsin, dürüstsün övgüleriyle holdingde koordinasyonu sağlaya- cak Ayşe isimli kadını aramasını istedi. Telefon kulağında dakikalarca bekleyerek zorlukla ulaştığı kadın; proje koordinatörünün personelle anlaşa- madığından acilen geri çağrıldığını, gidiş hazırlığı kontrol listesini hemen gön- dereceğini söyleyerek ertesi sabah holdinge çağırdı.

Biraz sonra gelen e-posta, yeni işyerinin yaklaşık iki milyon insanın yaşa- dığı başkent Konakri’de inşa edilen otel olduğu yazıyordu. Atlas Okya- nusu’nun kıyısındaki ülkeye 17.

Yüzyılda denizciler ulaşıp sa- hile çıktıklarında, çamaşır yıka- yan kadınlar korkuyla Susu lehçesinde kadın anlamına ge- len “guine” diye bağırınca bu kelime bölgenin adı sanılarak kullanılmaya devam edilmiş, haritalara geçirilmişti. Yüzyıl- larca sömürü düzeniyle ezilen ülke alüminyum üretiminde kullanılan boksit ile demir cev-

herine ilave olarak altın ve elmas madenciliğiyle ayakta duruyor, tarım katkı sağlıyordu. Halkın yüzde seksen beşi Müslüman’dı. Sıtma, humma, tifo, he- patit ile kuduz yaygındı. AİDS ise Afrika kıtasının genelinin aksine düşük orandaydı. Resmi dil Fransızca olmasına rağmen yirmi dört etnik grup bulun- duğundan her bölgede farklı lisanlar geçerliydi. Rüşvet ise alabildiğine yay- gındı. Sıcaklık yıl boyunca yirmi altı derece civarında, nem yüzde yetmişlerdeydi. Haziran-Ekim arası en yoğun yağmur dönemiydi. İnsanlık ta- rihinin başlangıcından beri işlenen topraklarıyla yaşlı, yorgun bir ülkeydi. Ya- zılanları okuyunca ayrıldığından beri içinden gelmeyeni yapmaya karar verdi, hemen üstünü değiştirip koşuya çıktı.

∞∞∞

Atina’nın Kifisia semtindeki beş katlı şirket merkezinin girişindeki ufacık tabeladaki ‘Hermes Danışmanlık Şirketi” yazısını okuyanlar içeri girdikle-

(21)

19 rinde klasik dekorasyonun ihtişamıyla karşılaşıyor, bekledikleri Akdeniz tar- zının yokluğuyla eziliyorlardı. Bu tarza uymayan tek odayı ise kimse göre- mezdi. Bodrum katında arşiv dolaplarının yerleştirildiği koridordan geçilerek girilen odada cam masanın etrafındaki beş adet plastik beyaz sandalye dışında priz dâhil hiçbir donanım olmadığından iğne bile saklamak olası değildi. Esa- sında odanın her tarafı özeldi. Duvarlara ikinci bir beton katman eklenmiş, araya ses yalıtımını sağlayan mantar lev halar konmuştu. Bunun yanı sıra elektromanyetik dalgaları önlemek maksadıyla alüminyum folyoyla kaplan- mış küçük gözenekli iki katman halinde metal kafesle çevrilmişti. Yirmi üç de- receye ayarlanmış split klimanın içeride kalan kısmının uzaktan kumanda devreleri söküktü. Aydınlatma ise bataryalı LED’ler le sağlanıyordu. Tüm ön- lemler meraklı gözlerden, kulaklardan uzak kalmak amacıyla alınmıştı.

Melantha arşiv yazan kapıyı şifresini girerek açtı, üç adam içeri girince ka- pıyı kilitledi. Diğerleri cep telefonlarını çekmeceye koyarken Kısa Boylu Adam sessizce yana kaydırdığı kaplamanın arkasındaki çelik kapıyı açıyordu. İçe- ride sandalyeler rahat değildi fakat toplantının diğerlerine benzer şekilde kısa süreceğine emindiler. İlk konuşan Melantha’ydı: “Aldığımız haberler iç açıcı değil. Afrika’daki faaliyetlerimiz bilmediğimiz birileri tarafından sekteye uğ- ratılıyor. Kısa sürede önlem alınmadığı takdirde zararımız devasa boyutlara ulaşabilir. Yılan küçükken ezilmeli, ivedi önlem alınmalı, hatta palyatif önlem- ler değil en sert şekilde kendimizi göstermeliyiz.”

Kısa Boylu Adam Yunancayı yeğledi, “Karşı girişimler ufak tefek olmasına rağmen başlangıç olduğunu düşünüyoruz. Devamı halinde hedeflerimize sekte vurur. Önlem alınması gerekir, size katılıyorum.”

Bıyıklı Adam sıkıntıyla arkasına yaslanırken “O kadar önemli değil” diye başladı, “Nasıl olsa çok paramız var. İşleri bırakıp sorunsuz huzurla yaşaya- biliriz. Elmaslar kimin umurunda? Ama elması örnek alıp adamans4 olabiliriz.”

Bej gömleğinin altında kotla toplantıya katılan ellili yaşlardaki adam söy- lenenleri duymamış gibi kayıtsızca “Oradaki ekip eleman sıkıntısı çekiyor”

dedi, “Birilerini bulmamız gerekecek. Bunu sağlayabilirim.” Dört kişi b akış- tıklarında anlaşma sağlanmıştı. Gözlerini kısarak bekleyen Melantha “İyi de sorumlu kim olacak?” dediğinde Kot Pantolonlu Adam düşünmeden yanıtladı

“Merak etmeyin, durumu açıklığa kavuşturup çözerim.”

Odadan çıktıklarında üç erkek ayrıldı. Kot Pantolonlu Adam Faliron sem- tindeki oteline ulaştığında yanından ayırmadığı çantasından kriptolu telefonu çıkardı.

“Engelleme çabalarını her ne pahasına olursa olsun önleyin.”

“İşi yapacak adam bulmaya çalışıyoruz.”

“Cam işlerini kim karıştırıyor.”

“Bilgi almakta sıkıntı var. Bir devlet kurumu olabilir.”

4 Yunancada görünmez, yenilmez.

(22)

20

“Hangi devlet?”

“Sanırım batıda büyük olan.”

∞∞∞

İşten ayrılacağı duyulan Yıldırım’ın telefonu susmadı, bazısı iyi yaptın, ba- zısı gitmesen iyiydi ısrarındaydı. En son arayan Cansu; gideceğini söylemedi- ğine kızdı, ses tonu değiştiğinde evi sordu, kendisinin oturmak istediğini dile getirdi. Kirayı, yerini öğrenince ertesi güne randevulaştılar. Akşama doğru aradığı babası, görmeden giderse annesinin üzüleceğini, ısrarla gelmesini iste- diğinde Cuma günü gitmeye karar verdi.

Çalan kapıda Ahmet’i bulan Yıldırım, ruhsal karmaşanın ortasında evde duramadı. Karanfil sokağında tuğla duvarlı, gençlerle dolu ahşap masalı bara girdiklerinde müziğin yüksek sesinden uzakta yer seçtiler. Duvardaki kadranı sararmış antika saatin yelkovanı anı yaşamaya direnircesine tekleyerek atlar- ken geçmişte kalmış yaşama özlemi yansıtıyor, buna inat müzik ise geleceğe övgüler düzüyordu.

“Evi galiba Cansu’ya kiralayacağım, bugün istedi. Şirkette IT işlerine bakar, akıllı kadındır”

“İyi olmuş, kira ödemek veya eşyaları toplamaktan kurtuldun. Gidmesen gardaş?”

“Açmayacaksın sanıyordum, dayanamadın.”

“Senin dostunum, doğruları göstermek isterim. Tabi ki karar senin. Pireye kızıp yorganı yakmana gerek yok ağam. Buralarda başka iş mi yok, ne yapcan yaban ellerde, kültürü farklı topraklarda. Zor yaşamı bilerek seçmek kurtul- mak değil, kendine hak etmediğin cezayı vermektir. Duyguların zamanla kö- relecek, mantıksız davrandığını anladığında geç olacak.”

“Yanlışlardan ders alınabilir, fayda sağlanır. Sahada ça lışmak farklı dene- yimler kazandıracak. Önceden dediğin gibi oradaki yaşama alışma çabasına ilave değişik hayat tarzı aklımı korumama yardım edecek. Belki tatile gelirsin, gezer tozarsın, yabancı ülke görür, kapkara kadınlarla tanışırsın.”

“Kalsın. Ülkem de, kadınları da biricik.”

“Neden evlenmedin o zaman? Çocuk isterim deyip duruyorsun, denizatı mısın?”

“Almayayım ayağımın altına. Ceket bile öyle hemen üstüne olmuyor, ka- dınlar mı olacak? Denizatı neymiş bilmem fakat at değilim, aygırım aygır.”

“Kırk milyon yıllık evrim sonucunda dişi denizatı yumurtalarını babaya veriyor, erkek doğuruyor. Haa ayrıca tek eşli olmakla ünlüler. Günümüzde ilişkiler sadakatsiz, aşksız, sevdasız, kalpsiz, yüreksiz, yalan dol u. Onlar in- sanlardan daha romantik, birbirleriyle dans ederler, her saat kucaklaşırlar.”

“Bırak belgesel laflarını. Doğum filan işlerine gelemem.”

“Ebeveyn olmak zor iş be abi.”

“Hem de nasıl, çoğu sonuçları acı hatalar yapıyor. Kuzen var, kocası sert mi sert, çocuğu eziyorlar. Koşmayan, ağlamayan, isteklerini dile getiremeyen, oynamayan, düşüp kalkmayan bir çocuk ortaya çıktı. Gelecekte o yavrunun

(23)

21 karakteri nasıl olacak? Zorlamayla giydirilen insan kılıfı benliğinden lime lime dökülürken özgürlüğünü nasıl sağlayacak?”

“Toplumun kuralları dışında kalmış birine veya depresyon acılarıyla kıv- ranan varlığa dönüşebilir. Nereden çıktı bu konu? Nereden nereye geldik.”

“Sen ne yaptın? Hazırlıklar tamam mı? Zor yolu seçtin, densiz karı kaçırı- verdi seni hayattan.”

“Kaçmıyorum, ısrarla tutunmaya gidiyorum. Geride bıraktıklarım sorun değil, mutlu anılarımı koydum bavula kötü anıları sırtlamayacağım. Demedin mi unutmak için başka şeyler yap, yapıyorum işte.”

“Bu kadarını ummazdım. Ülkeni, aileni, beni de bırakıp gitmek çetin duy- gular yükleyecektir. Anıların hiç beklemediğin anda yakalayarak ruhunu ala- şağı edecektir.”

“Yakalasınlar, değişikliğin getirdiği adrenalin hepsini unutturacak emin ol, sen hariç tabi.”

“Unutmayacağını biliyorum fakat özleyeceksin benim gibi. İş güç arasında sayılı zaman çabuk geçer. Sağ salim dönmeye bak.”

Son kez görüştükleri olasılığı sözlere dökülmese de gözlerinde saklıydı, ne olur olmaz diyerek helâlleştiler.

∞∞∞

Aralıksız okuyan Samir, geceleri laboratuvarda deneyler yaparak öğren- diklerini özümsüyor, teorik sonuçları gerçekliyordu. Gündüzleri yoğunlaştığı alan ise nano teknolojide son aşama olan aşağıdan yukarıya üretimdi. Bu yön- temde atomlar tabandan başlanıp birer birer yerleştirilerek nihai yapı oluştu- ruluyordu. Ana sorun tek bir atomun ilavesinin bile her defasında farklı sonuçlar doğurmasıydı. Sağlanan hayal ötesi olanakla birlikte Samir’in hedefi yükseklerdeydi fakat bilgi şelâlesinin yoğun sisiyle örtünmüştü.

İş arkadaşlarıyla kamusal nezaket sözleri hariç diyaloğa girmeden labora- tuvarına kapanması dikkatleri üzerine çekiyor, diğerleri azmine hayran kalı- yordu. Gerçekte sorumluluk sahasındaki görevleri hiç aksatmamıştı fakat ilgi alanı dışında ısrarlı sorular da sormamıştı. Aradığını bulamayıp çaresizlik içinde telaşla sağa sola delicesine koştuğu barizdi.

Öğle yemeğine çıkmak yerine yeni yayınlanmış makalelere gömülmüşken telefon titreştiğinde ara vermedi. Bitirince uzun uzun düşündü, yarı ürkek yarı istekli telefona uzandı.

“Çalışıyordum, şimdi bitirdim Emma.”

“Meşgul etmiyorum değil mi?

“Ne demek, tabi etmiyorsun.”

“Hadi buluşalım o zaman, senin iş yerine yakın kafedeyim.”

“Hemen geliyorum.”

Heyecanın acelesiyle dışarı çıkan Samir, ılık Paris akşamının içine düştü- ğünde aksonlarından akan sinyaller alışık olmadığı mutluluğu oluşturdu. Ar- tan adrenalinin etkisiyle koşarcasına yürüdü.

(24)

22

“Merhaba. Cluny Müzesi’nde çekim vardı, gelmişken göreyim dedim.”

“Oraya gitmeye fırsatım olmadı.”

“Birlikte gideriz. 1334 yılında inşa edilmiş, mimarisi muhteşem. Yapı za- manla restore edilmiş. Orta çağ dönemi sanat eserlerinin etkileyici örnekleri sergileniyor.”

“Orta Çağ karanlığının kasveti.”

“Kasvette haklısın fakat müze öyle değil, görkemli halılar, takılar, çiçekler renklendiriyor, avluda da Descartes’in heykeli.”

“Gideriz. Nasıl gitti çekim?”

“Yorucu, ayaklarımı uzatmak istiyorum, biraz uyumak sonra güzel bir ye- mek. Hadi bana gidelim, dinlenir yemeğe çıkarız.”

Fransız devriminden kalmış görünümlü taş binada beyaz ağırlıklı modern tarzda döşenmiş daire, salonda lacivert kadife kaplı antika kanepe, mutfakta mavi koltuklu gri masa ve gri ağırlıklı tablolarla bezenmişti. Sade dekorasyona aykırı duran yarım metrelik siyah ahşap maske çarpıcıydı. Kırmızı gözlerinin her iki yanında örülmüş saçlarının uçlarındaki yılan başları yere uzanmaya çalışıyordu.

“Evin güzelmiş, evin ruhunu yansıtır derler bizde.”

“Dekoratör arkadaşımın ruhu, ben de sevdim.”

“Maske ilginç.”

“Kuzenimin hediyesi, Afrika’dan. Sen otur, çarçabuk duş alıp geleyim.”

Dizlerine uzanan bol kazakla saçları nemli dönüp kahve koyarken “Hayat işte” dedi, “Öylesine akıyor. Yorgunluk, sevinç bazen acılar.”

“Girdaplara düşmeden iradenle akması gerek.”

“Yaşam çizgimiz dümdüz gitmiyor. Gün oluyor uzaklardan arayan bir ses değiştiriyor hayatımızı, an oluyor bir bakış. Âşık oldun mu hiç?”

“Sanmam, bilmiyorum.”

“Ciddi olamazsın, bu yaşa kadar sevmedin mi?”

“Araştırmalarıma âşığım. Ulaşmaya çalıştığım hedeflerim vardı, zamanı erittiğim.”

“Evet, iş aşkı yani. Sevmek zordur, daha zoru sevince de ayrılık. O erkeğe gerçekten âşık olmuştum. Doğulu yüzünde başka bir duygu vardı, hüzün de- ğildi. Sanırım ışık yoğunluğunun etkisi olsa gerek gözleri farklıydı, simsiyah güneş kadar parlaktı. Yüz hatları kendini beğenmişlikle öfkenin karışımıydı, çöl sertliği yansıyordu. Kuru dudakları suskundu. Kısacası çözülmesi güç duygu yumağıydı. Öyle değil mi, bilmediklerimiz, anlamadıklarımız hep çe- kici olmuştur.”

“Bilimin kaynağını tarif ettin. Sonra ne oldu?”

“Olmadı işte, farklı olaylar filan. Boş ver.”

“Sözü sen getirdin bu noktaya.”

“Unutulmuş kederlerden konuşmak nafile. Geleceğe bakmak gerek, neyin peşindesin?”

(25)

23

“Şimdilerde düşünüyorum, yapılmamışları yapmak, insanlığa çağ atlat- mak amacım.”

“Neymiş onlar?”

“Bulmaya çalışıyorum, bulamıyorum.”

“Umarım bulursun. Yemekle uğraşamam şimdi, hadi yemek ısmarla bana.”

∞∞∞

Yıldırım rüyasız gecesinin ardından uluslararası aşı sertifikasını almaya sağlık merkezine gittiğinde sarıhumma başta olmak üzere hepatit, tifo, kuduz, sıtma aşıları yaptılar. Hekim ateşinin çıkabileceği uyarısıyla birlikte Gine’de bulundurması gereken ilaçların listesini verdi.

Aşıların sızısı kolundayken vardığı holdingde Ayşe’yi insan kaynakla- rında buldu. Yıldırım’ın yaşlarında, güleç yüzlü, uzunca boylu, samimi görü- nüşlüydü. Marifname’den ‘kumral saç güzeldir, sahibi bedelsizdir’ sözünü hatırlatan tavırlarla işi anlattı, hazırlıklarını sordu. Dönüş tarihi açık uçak bi- letini, sağlık sigortası sertifikasını, çalışma iznini verdi. Güneş dolu odada aşı- ların etkisiyle terleyen Yıldırım’ı ateş sardığından düşünecek hâlde değildi.

Eve güç bela ulaşıp uzandığında sapsarı nehrin girdabında boğulduğu çarpık kâbusundan kurtaran çalan zildi. Neredeyse sürünerek kapıya giderken kısık havlamalarla irkildi, açtığında Cansu’dan önce kuyruğu havada sallanan kö- peği koşarak içeri girmişti.

“Ne haber mühendis bey, beklemiyordun galiba latif bir kadını?”

“Hoş geldin, buyur şöyle alayım seni.”

“Bırak kamusal nezaketi. Eve bakayım, hemen giderim.”

“İstediğin kadar kal. Gezilecek yer de değil, ufacık işte.”

“İyi misin? Kızarmışsın.”

“Sabah sürüyle aşı yaptılar, sanırım onların yan etkisi.”

“Alerjin varsa kötü, yoksa sabaha hepsi geçer.”

“Biliyorsun galiba sağlık işlerini.”

“İlk yardım sertifikam var, boşuna atmam. Yalnız sende başka şeyler var, yoksa gitme korkusu mu?”

“Güldürme beni, yolumu kendim belirledim. Ailemden başka kimseyi de geride bırakmıyorum. Nereden çıkardın?”

“Çok kolay. Karşımdakinin gözlerinin içine bakarak konuşmayı seviyorum.

Aslında ne düşündüğünü, cümleyi kuruş şeklinden tut tonlamasından, çıkar- dığı sesin titreşiminden anlayabiliyorum, aklını okuyorum. Neyi, ne için yapı- yor insanlar? Kandırmak, çıkar ilişkisi kurmak, yaranmak, daha iyi, daha duyarlı biri gibi gözükmek...”

“Felsefi yönün de varmış.”

“Her insanda vardır. Düşünmeyen insan var mıdır? Sadece felsefe diye ni- telemez. Kendini anlamak gayretiyle başlar felsefe. Bence insanların binlerce yıl önce mağaralara çizdiği resimler insanı tanımak, anlamak içindi . Meraktır temel nedeni. Bilinmeyenden korkarak araştırma, soru sorma yeteneğiyle baş-

(26)

24

lamıştır. Diğer canlılarla karşılaştırıldığında sorgulayabilen biricik varlık in- sandır... Ya oğlum boş ver bunları, sana özel çayımdan yapayım, hastasın.”

Korsan’la baş başa kalan Yıldırım, tabak çanak seslerini duyunca “Bırak”

diye bağırdı, “Ben yıkarım.” Yanıt daha sertti, “Yapsaydın şimdiye kadar tem- bel herif.” Tabak çanak sesleri azaldıkça dayanamadı, uyku galip geldi.

Az sonra “Hadi şunu iç bakalım, iyi gelir” sesiyle gözlerini şüpheyle açan Yıldırım nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Doğrulup karanfille birlikte dem- lenip limon sıkılmış ıhlamuru içerken kokusu Aydın’a, çocukluğuna uçurup annesini hatırlattı. Yanına ilişen Cansu uzaklara dalmış h âlde mırıldandı:

“Tamam, kararımı verdim, evi tutacağım. Biraz kasvetli, badana ve renkle silerim.”

“Kasvetini makyajınla mı kapatıyorsun?”

“Hayır, gülüşümle. Hem öyle kasvetli insan değilimdir.”

“Dalgın gözlerin öyle demiyor, demin gittin bir an. Ne düşündün?”

“Öylesine işte. Seni biraz terletmek gerek, ateşini düşürelim.”

Tek kişilik yatakta, bedenini gecenin kadifesi yaparak arkasından sarıldı- ğında Yıldırım’ın içine bir titreme geldi, ensesini kadın nefesinin sıcaklığı, ru- hunu bebek kolonyasının kokusu sardı. Saf ilgi yüklü sevginin yoğun huzurunu çoktandır yaşamamıştı. Alışılmadık bu duygunun şaşkınlığıyla te- dirgin olsa da Defne değildi sarılan, daldı. Huzur zamanı durdurmuştu. Saçı- nın okşanmasıyla karanlığın içine uyandı. Buğulu ses “Hadi” dedi, “Kalk.

Terledin, üstünü değiştir.” Islak atletiyle çaresiz görünmek can sıkıcıydı.

“Gitmemişsin.”

“Hastasın, böyle bırakmaya içim elvermedi. Ne dersen de.”

“Yarın erkenden günübirlik ailemi görmeye Aydın’a gideceğim, kalmana gerek yok.”

“Olsun, seni götürürüm. Neyle gideceksin.”

“Uçakla, Sabiha Gökçen’den. Gece döneceğim.”

“Tamam işte, bırakırım.”

İyilik yapmadığı bir kadının yardımseverliği mahcup ediciydi ve karşılık beklediğini de sanmıyordu. İşi gücü yok muydu? Sadece yüreğinin pırıltısın- dan dolayı böyle davranıyorsa arkadaş olmakta geç kaldığına, böylesi iyi bi- rine giderayak yakınlaştığına üzüldü. Çamaşır değiştirirken üşüyünce Cansu yine sarıldı, sıcaklığı serinletiyordu. Konuşmadılar, Yıldırım ertesi günü dü- şünerek uyudu.

Sayıklayarak uyandığında yaşları karanlıkta inci gibi parlayan Cansu’yla yüz yüze sarılmış buldu kendini. “Ne oldu? Neden ağlıyorsun söyler misin?”

dediğinde hareketsiz kalan Cansu, yastığa yaşlarını silerken “Boş ver, öylesine işte” dedi, “Biraz saçlarımı okşar mısın?” Sonra beklemediği bir hareket yaptı, sarılarak yanaklarından öptü. Arkasını döndüğünde Yıldırım nazikçe kabarık saçı okşadı. Öylece az kalmış sabaha vardıklarında Cansu’nun da uyumadı- ğını biliyordu. Konuşmadan havaalanına geldiklerinde ateşini kontrol eden

Referanslar

Benzer Belgeler

Lisans Hakkının Devri ve Alt Lisans Mali hakkı devralan kişi, eser sahibinin veya mi- rasçılarının yazılı izniyle hakkını devredebildiği gibi, aynı koşullar altına

tınlar gibi yığdığı küçük pırıltılarla tutuşan; tüten bir yangın gibi tekmil buhurdanlarından günlük, ödağacı, sandal kokuları dağılan; güneşi yer

Bu nedenle, kritik sistem geliştirme, bir düzenleyiciyi sistemin güvenilebilir ve emniyetli olduğuna ikna etmek için

maddelerdeki haller dışında koruma süresinin bitiminden sonra herkes, eser sahibine tanınan mali haklardan faydalanabilir. Bir eserin aslı veya işlenmeleri için tanınan

133 Raporun çalışma konumuz bakımından önemli olan kısmı, yapay zekaya elektronik kişilik verilmesi önerisinin getirildiği sorumluluk ( liability ) başlığı al- tındaki

Ancak, yasal fuhuş, genelevleri, umumhaneleri, kerhaneleri ile, Beyoğlu ve Galata'da örgütleniyor; yasal olmayan «gizli» sayılan fuhuş, randevu evleri ve kiralık

-5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu -6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu. -5042 sayılı Yeni Bitki Çeşitlerine ait Islahçı Haklarının Korunmasına

Ruhsat alan eser sahibi veya mirasçılarından, kullanma yetkisini devraldığı mali hakkı bir üçüncü kişiye devretmeme borcu altındadır. 49/1 gereğince, böyle bir