• Sonuç bulunamadı

J. A. Schumpeter ve J. S. Mill: Kapitalizm, Demokrasi ve Elitler. Çınla Akdere ve Gülenay BAŞ DİNAR

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "J. A. Schumpeter ve J. S. Mill: Kapitalizm, Demokrasi ve Elitler. Çınla Akdere ve Gülenay BAŞ DİNAR"

Copied!
28
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

J. A. Schumpeter ve J. S. Mill: Kapitalizm, Demokrasi ve Elitler Çınla Akdere ve Gülenay BAŞ DİNAR

Giriş

Elit analizi Avrupa’da, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Marksist sınıf analizinin karşısına konulmuştur. Marx’ın toplumu üretim araçlarına sahip olanlar ve olmayanlar şeklinde ikiye ayırması ve bu iki sınıf arasındaki çatışmayı toplumsal evrimi anlamanın anahtarı olarak görmesi elit teorisyenlerinin itiraz ettiği temel noktadır. Elit kuramcıları toplumsal sınıflardan çok, çeşitli açılardan ayrıcalıklı kişilerin toplumun yönetimi üzerinde söz sahibi olmalarına vurgu yapar. Bu bağlamda, sınıflar arasındaki çatışmadan çok yönetici elitlerin toplumun yönetiminde söz sahibi olması ve halkın tümünü ilgilendiren kararların bir grup ayrıcalıklı kişi tarafından alınması tartışılır. Toplumsal değişimin anlaşılmasında yönetici elitler önemli rollere sahiptir. Diğer bir deyişle, Marx ve diğer düşünürlerin üzerinde durduğu toplumsal evrim sorunu, yönetici elitlerin davranışları üzerinden incelenir.

Demokrasinin işleyişinde elitlerin rolü geçmişten günümüze önemli bir tartışma konusu olmuştur. Köken olarak Latince bir sözcük olan “eligra” ve “electa” sözcüklerinden türemiş olan ve “seçme” anlamına gelen elit sözcüğünün batı toplumlarında yaygın bir şekilde kullanılması on yedinci yüzyıla kadar gider. Sözcüğün sosyal bilimler alanında yaygın bir şekilde kullanılmaya başlaması ise on dokuzuncu yüzyılın sonlarına rastlar (Arslan, 2007: 2).

Yirminci yüzyılda Vilfredo Pareto’nun ve Geano Mosca’nın çalışmaları sosyal bilimlerde elitlere yönelik ilginin artmasını sağlamıştır. Pareto’ya göre, toplum elitler ve elit olmayanlar şeklinde iki katmandan oluşur. Elitleri, kendi faaliyet alanlarında en yüksek standartlara sahip olan insanlardan oluşan bir sınıfı oluşturanlar tanımlayan Pareto, onların da kendi içinde yönetici elitler ve yönetici olmayan elitler biçiminde ikiye ayrıldığını vurgulamıştır. Yönetici elitler hükümette dolaylı ya da dolaysız olarak önemli roller alırken, yönetici olmayan elitler, toplum içinde ayrıcalıklı konuma sahip olmakla birlikte, hükümet üzerinde daha zayıf bir etkiye sahiptir (Pareto, 1935: 1421-3).

Mosca da benzer bir şekilde, toplumun yöneten ve yönetilen sınıf olmak üzere iki katmandan oluştuğunu belirtir. Sayıca az miktarda olan yönetici sınıf toplum içinde gücü elinde tutar ve gücün getirdiği avantajlardan faydalanır. Toplumun geri kalanıysa bu sınıf tarafından meşru ya da keyfi şekilde zora dayalı bir biçimde yönetilir ve denetlenir. Mosca bu

(2)

yönetici azınlığın, içinde bulundukları toplumda etki bırakan önemli özelliklere sahip olduğunu vurgular (Mosca, 1989: 50-3).

Elitler üzerine yapılan daha sonraki çalışmalar Pareto ve Mosca’nın argümanlarını tartışmaktadır. Yönetici elitlerin çağdaş toplumlardaki rolünü tartışan en önemli çalışmalardan biri C. Wright Mills’e aittir. Mills ilk basımı 1956 yılında yapılan İktidar Seçkinleri isimli eserinde, iktidar seçkinlerinin ellerindeki olanaklar ve yaşam bilgileri sayesinde, sıradan insanlardan farklı yapıya ve güce sahip kimselerden oluştuğunu belirtir. Bu kişiler toplum üzerinde büyük bir etkiye sahip olup önemli sonuçlara yol açan kararlar alabilecek durumdadır (Mills, 2017: 18). Söz konusu elitlerin yönetim üzerindeki gücünü Amerikan toplumu üzerinden ele aldığı çalışmasında Mills, devlet hiyerarşisi, şirketler hiyerarşisi ve ordu hiyerarşisinden oluşan üç büyük kurumu inceler. Bu inceleme sonucunda onların Amerikan toplumundaki en önemli iktidar araçları olduğunu sonucuna ulaşır. Mills, söz konusu iktidar araçlarının ekonomik iktidar çevrelerinin elinde olduğunu belirtir (Mills, 2017:

23).

Yönetici elitler üzerine yapılan bu çalışmalar kaçınılmaz olarak demokrasi ile elitler arasındaki ilişkiyi tartışmanın odağına taşımaktadır. Bu çerçevede, toplumun elitler tarafından yönetilmesinin, demokrasi fikriyle çeliştiği yolunda literatürde önemli tartışmalar bulunmaktadır. Bottomore (1996)’ya göre bu çelişki iki nedenden kaynaklanmaktadır.

Birincisi, elit kuramlarında bireysel doğal yeteneklerin eşitsiz olmasının ısrarla vurgulanması, bireylerin temelde eşitliğini vurgulayan demokratik siyasal düşünceye özsel olarak karşıt görünür. İkinci olarak, toplumun bir yönetici azınlık tarafından yönetildiği fikri, demokrasinin çoğunluğun yönetimi olduğu yolundaki anlayışla çelişmektedir. Bununla birlikte, Bottomore (1996) bu karşıtlığın ilk bakışta göründüğü kadar kesin ve büyük olmadığına dikkat çekmiştir.

Çünkü bir siyasal sistem olan demokraside “halk tarafından yönetim”, diğer bir deyişle

“çoğunluğun fiili yönetimi”, uygulamada olanaksızdır. Demokrasi toplumdaki güç konumlarının prensipte herkese açık olması olarak ifade edilebilir. Dolayısıyla, yönetim gücünü elde etmek ya da elde tutmak için sürekli bir mücadele söz konusu olacaktır (Bottomore, 1996: 15-6).

Schumpeter bu görüşü destekleyecek bir şekilde, çoğunluğun yönetiminin pratikte imkânsız olduğuna vurgu yaparak, demokratik sistemin işleyişini ve elitlerin rolünü rekabet kavramı temelinde tartışır. Schumpeter, bir yandan klasik demokrasi anlayışının ileri sürdüğü

“çoğunluğun yönetiminin” fiilen imkânsız olduğuna vurgu yaparken, diğer yandan temsili demokrasinin mümkün olan en iyi demokrasi biçimi olduğunu ortaya koymaktadır. Bu

(3)

çerçevede, Schumpeter’in analizinde yönetici elitlerin varlığı demokrasinin işlemesine engel olarak görülmez. Tersine demokrasinin etkin bir şekilde işlemesi için elitlerin gerekli olduğu düşünülür. Schumpeter’in yazdıkları kendisinden bir yüzyıl öncesinde aynı konuyu ele alan J.

S. Mill’e adeta cevap niteliğindedir. Mill kapitalist sistemin oluşumu ve gelişimine olanak veren özgürlükleri incelerken, aynı zamanda demokratik sistemden de bahsetmektedir. Bu anlamda Mill için de temsili demokrasi mümkün olan en iyi demokrasi biçimidir. Kendi zamanlarının ekonomik, sosyal ve siyasi arenasını gözlemleyen Schumpeter ve Mill’in analizinin merkezinde yer alan konu, demokrasinin işlemesinde elitlerin rolüdür. Schumpeter demokrasiyi elitler arasındaki bir yarışma olarak görürken, Mill onların yönetenler sınıfı içindeki yerini gündeme getirmektedir.

Bu çalışma Mill’in ve Schumpeter’in demokrasi ve elitlere yönelik düşüncelerini karşılaştırarak aralarındaki benzerlikleri ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bunun için önce Mill’in siyasal katılım ve demokrasi anlayışına, bu alanlarda elitlere verdiği role bakılacak;

daha sonra Schumpeter’in klasik demokrasi anlayışına alternatif olarak sunduğu demokrasi teorisi ele alınacaktır. Bu teoride, gerek demokrasinin gerekse kapitalizmin işlemesinde elitlere verdiği sorumluluk ortaya konacaktır. Çalışma her iki iktisatçının pozisyonu ve görüşlerinin karşılaştırılmasıyla son bulacaktır.

1. Mill ve Elitlerin Yönetimi

Mill siyasal katılım ve demokrasi anlayışını oluştururken, System of Logic ([1843]1973) kitabında ortaya koyduğu bilim felsefesinden yararlanır (Akdere, 2010; 2021).

Özellikle, kitabın üçüncü bölümünde ortaya konulan nedensellik anlayışı Mill’e rehber olur.

Bu anlayışa göre, spesifik bir olayı sadece tümdengelimsel yöntemle ulaşılan genel yasalara dayanarak açıklamak doğru olmaz; çünkü bu sayede sadece olayı oluşturan “genel nedenlere”

(general causes) ulaşılır. Oysa her durumun arkasında farklı tarihi ve kurumsal nedenler yatar.

Durumlar yakından incelendiğinde görülecektir ki “genel nedenler” durumu oluşturanlar etmenlerin sadece bir kısmıdır. Aslında olayı meydana getiren ve “genel nedenlerin” etkisini bozan, artıran ya da azaltan birçok neden daha vardır. Mill bunlara “bozucu nedenler”

(disturbing causes) adını verir. Tümdengelimle oluşmuş yasalarla yola çıkan araştırmacı olgu ya da durumla ilgili yer, zaman ve ortamın etkisine odaklanmalıdır. Bu odaklanma süreci araştırmanın tümevarım sürecidir. Sosyal ve ekonomik olgu ve durum incelemesinde öne çıkardığı bu sürece Mill “özel deney” (specific experiment) adını verir. Tümdengelim sonrası tümevarımı kapsayan “özel deney” gerçekleştirilirken araştırmacı, “genel nedenlerle” zıt

(4)

düşen ya da onlara etki eden “bozucu nedenleri” bulmaya ve tanımaya çalışır. System of Logic’in 6. kitabında “tersine tümdengelimsel” ya da “tarihsel metod” olarak da anılan bu bilimsel yaklaşımı uygulayan sadece Mill değildir. Aynı araştırma metodunu Fransız siyasi felsefeci ve öncü sosyolog Alexis de Tocqueville’in de kullandığını savunur (Mill, [1835 ve 1840]1994). Bu fikir Mill’in 1835 ve 1840’da yayınlanan, sırasıyla De Tocqueville on Democracy in America I ve De Tocqueville on Democracy in America II başlıklı ve 1836’ya yayınlanan State Of Society in America adlı denemelerinin genelinde savunulur.

Mill’in Tocqueville’de en çok takdir ettiği yukarıda tasviri verilmiş metottur. Mill için Tocqueville’in eserinin önemi ulaştığı sonuçlardan çok onlara ulaşma biçimidir (Mill, [1835 ve 1840]1994: 145). Tocqueville Mill’in gözünde, demokrasiyi oluşturan etkilere dair ilk analitik araştırmayı, yönetim sanatı ve bilimi çerçevesinde yapan kişidir. Böyle bir araştırma dönemleri için yenilikçidir. De Tocqueville on Democracy in America adlı denemesinde ifade ettiği üzere Mill, “genel nedenleri” ortaya koyan “genel yasaları” insan doğasının yasalarından alır; “bozucu nedenlerden” kaynankalan “bozucu yasaları” için Amerika, Fransa ve başka modern toplumları inceler. Tocqueville de aynı yolu izler. O yüzden, Mill’e göre, Tocqueville’in ulaştığı bilimsel sonuçlar sadece tek bir kanaldan gelmez (Mill, [1835 ve 1840]1994: 146).

Mill’in bilim felsefesini gözlük olarak taktığımızda gördüğümüz, sosyal olayların incelenmesinde, bazı doğa olaylarında da geçerli olduğu gibi, geriye dönük bir mühendisliğe başvuramayacağımızdır. Örneğin, kimyasal bir karışımı oluşturan elemanları (nedenleri) anlamak için de tersine mühendislik işe yaramaz. Kimyasal bir karışım farklı işlemlere tabi tutulsa da onu oluşturan nedenlere ya da elemanlarına ayrılamazlar. Oksijen ve hidrojenin suyu oluşturduğunu biliriz. Fakat ne herhangi bir işlem ne de oksijen ve hidrojene ait yasalar tümdengelimsel olarak bu ikisinin bir araya geldiğinde suyu oluşturacağını söyler (Mill, [1843]1973: 440).

Yukarıda açıklanan bilimsel araştırma yöntemini benimsemesinin gösterdiği üzere, Mill hiçbir zaman tümdengelimsel yolla elde edilen bilimsel prenslerin ya da yasaların katı uygulayıcısı olmamıştır. Onu Bentham’dan ayıran en büyük özellik de budur. Mill “On the Definition of Political Economy; and on the Method of Investigation Proper to it” (1836) ve sonradan kitap haline gelen “Utilitarianism” (1861) adlı denemelerinde, “birincil prensipler”

(first principle) ve “ikincil prensipler” (second principle) ayırımı yapar. Birincil prensipler bilim dalının tarihsel evrimiyle oluşmuş, o alanın kabul görmüş ve bilinen yasalarıdır. İkincil prensiplerse birincil prensiplerin durumlara uygulanırken, “bozucu nedenlerin” etkisiyle ortaya çıkan dönüşmüş halleridir. Diğer bir deyişle Mill, bilim insanlarının, mensubu

(5)

oldukları bilim dalı tarafından ortaya konan birincil prensiplerin körü körüne uygulayıcısı olmamalarını ister. Bu anlamda o da, Bentham’dan devraldığı birincil prensipleri duruma ait tarihsel ve mekansal koşulları göz önünde bulundurarak uyarlar. Bunu tarihsel ve mekansal koşulları masaya yatırarak yapar. Onları incelerken bazen başka alanların bilgisine de başvurulmalıdır. Bu dönüştürme sayesinde ikincil prensiplere ulaşır.

Mill bir toplumun ekonomik ve siyasi yapısını incelerken burada ortaya konan metottan hareket eder. Bu sayede, kapitalist sistemin işleyişini ortaya koyan yasaların, belli bir zamanda İngiliz toplumunun işleyişini açıkladığını unutmaz. Bu kadar spesifik olan yasalardan her toplumun işleyişini açıklaması beklenmemelidir. Üretim ve bölüşüme dair temel yasaları koyduğu kabul edilen politik iktisat bilimi bazı durumlarda başka disiplinlerin ürettiği bulgulardan yararlanmalıdır. Bu bulgular kendi ortaya koyduğu bulguları geçersiz de kılsa yeni bilgi değerlendirilmelidir. Bu metodun yarattığı bakış açısına göre, demokratik özelliklerin toplumdan topluma değiştiği göz önünde bulundurulmalıdır. Bu bilgilerin ışığında, Mill’in demokrasi ve kapitalizm arasındaki ilişkiye dair görüşleri incelenecektir.

2. 1. Kişisel fayda ve kolektif fayda ayırımı

Kişilerin kendi çıkarlarını bilip göz önünde bulundurabilmeleri için belli özelliklere sahip olmaları gerekir. Bunların başında psikolojik sağlık ve ceza ehliyeti gelmektedir. Bu iki unsur kişilerin öncelikle kendi çıkarlarını algılayabilmeleri için gereklidir. Bu özelliklere sahip olmayan kişilerin çıkarları ebeveynleri veya vekilleri tarafından gözetilir. Ayrıca, kişiler belli sosyal sınıfların ya da milletlerin üyesidirler. Kişinin “kişisel faydası” bağlı bulunduğu zümrelerin genel çıkarlarına uygunluk açısından da ölçülebilir. Bunu kabul etmek demek bu zümrelerin de kendi çıkarlarının farkında olup bu çıkarları gözetmeleri demektir. Eğer kişiler ya da zümreler kendi faydalarının ne olduğunu bilmiyorlarsa bu durumda ne yapılmalıdır? Bu soruya birçok filozof yanıt vermeye çalışmıştır. Bunların başında T. Hobbes, J. Bentham, J.

Mill, J. S. Mill ve A. de Tocqueville gelir. Bu düşünürlerin birleştiği nokta, bahsedildiği gibi bir durum söz konusuysa, iktidarı elinde tutan gücün devreye girip kişi ve zümrelerin çıkarlarını koruması gerekmektedir. Başka bir deyişle, iktidar “kolektif faydayı”

gözetmelidir.

Mill hem faydacılık felsefesi hem de liberalizm anlayışı çerçevesinde “kolektif fayda”

kavramıyla ilgilenmiş, liberal bir ekonomide iktidarın rolünü sorgulamıştır. Bu anlamda, mülkiyet ve yatırım yapma özgürlüğü gibi temel özgürlükler üzerinde yükselen kapitalizm, iktidarın bu konularda kararlardan doğrudan etkilenir. Mill, “kolektif fayda” kavramını

(6)

sorgularken bir taraftan Hobbes ve Bentham’ı “yönetenlerin çıkarı” kavramını fazla sadeleştirmekle eleştirir; diğer taraftan da A. De Tocqueville’in düşüncelerini ayrıntılı şekilde ele alır. İngiliz düşünürün sorduğu soru şudur: Yönetenler sınıfı hangi fikir üzerine kurulacak?

Mill’e göre yönetenlerin gözettiği birçok “ortak amaç” (fins communes) var olabilir. Mesela Hobbes için tek bir birleştirici amaç vardır: korku. Hobbes’un dünyasında “toplumsal durum” kişilerin korkmalarıdır (Mill, [1843]1973: 889). “Toplumsal durum” kavramının Mill için anlamına daha sonra değinilecektir.

2.2. Bentham ve çoğunluğun en yüksek faydası

Bentham’ın pozisyonu ve yönetenler sınıfının hareketlerine dair tavrı Hobbes’dan çok farklıdır. Bentham iktidarı ellerinde tutan kişilerin (mesela art arda görev yapan kralların ya da topyekûn bir vücudun, bir çoğunluğun, bir milletin, bir aristokrasinin ya da temsili bir meclisin) tutumunu düşünür. Ona göre, çoğunluğun hareketi tüm vücudun hareketi haline gelir (Mill, [1843]1973: 890). O zaman “tüm vücudun hareketi nasıldır?” sorusu gündeme gelmiş olur.

Mill’in Bentham’a eleştirisinin temelinde yöntem bilimsel bir güvensizlik mevcuttur.

System of Logic’in 6. bölümünde Bentham’ın ahlak felsefesini bu açıdan inceler. Mill Bentham’ın kullandığı metoda “toplumun geometrik teorisi” ya da “genel hükümet teorisi” adını verir. Bentham’a göre, yönetenler genel çıkarla uyumlu bir yönetim sistemi belirlerler. Bentham’ın burada savunduğu “çoğunluğu temsil eden pür demokrasi”dir.

Kolektif mutluluğun en çoklaştırılması fikrini savunan Bentham, sosyal felsefenin ve toplumun “çoğunluğun en yüksek mutluluğunu” gerçekleştirecek koşulları araması gerektiğini söyler. James Mill’in bu duruşa cevabı Bentham’a hem yakın hem de uzaktır: temsili demokrasi çoğunluğun çıkarları savunularak değil, kişisel özgürlüğün sınırları araştırılarak yapılır. Bu da ancak “bilge kişiler” tarafından yürütülebilecek bir süreçtir. James ve J. S. Mill

“bilge kişilerin temsili demokrasisini” savunur (Akdere, 2021: 272). Mill, Tocqueville üzerine denemesinde de siyasetteki bu elitist pozisyonuna ait hususu açıkça belirtmiştir: “İyi hükümet en bilgenin hükümetidir” (Mill, [1835 ve 1840]1994: 26).

Bentham ve Hobbes’a uzak duran Mill, Tocqueville’e karşı daha farklı bir yaklaşım belirler. Tocqueville Mill’e ayna tutmaktadır çünkü iki düşünür de Bentham’ın söylemine eleştirel yaklaşmakta ı ve çoğunluğun hâkimiyetinin tehlikelerini sorgulamaktadır.

Bentham’ın “en büyük sayının en büyük mutluluğu” prensibi yönetenler sınıfının hangi fikir üzerine kurulacağı konusunda yeterli açıklığı getirmemektedir. Çoğunluk nasıl hareket

(7)

etmelidir? Bu sorulara cevap verme yolunda Tocqueville Mill’e hem “kolektif fayda” ve

“kişisel fayda” yı anlamanın anahtarını verir hem de, “özgürlüğü” ve “faydayı” gözetmek arasındaki ince çizgide nerede durması gerektiğini belirlemede yardım eder.

2. 3. Mill’in aynası Tocqueville

Mill, Bentham’ı çoğunluğun kararlarına orantısız bir şekilde önem vermekle eleştirir.

Politik duruşunu kendisine Bentham’ınkinden daha yakın bulduğu düşünür Tocqueville’e daha yakındır. Fransız düşünürün etkisinde yürüttüğü tartışmayı, aydınlanmış bir hükümetin uyguladığı temsili demokrasinin niteliğini tartışmaya kadar götürür. Mill ve Tocqueville’in en önemli ortak noktası liberalizm üzerine düşünmüş olmalarıdır. Fiziksel karşılaşmaları sırasında konuştukları ve mektuplaşmaları özellikle özgürlüğün statüsü üzerine birlikte düşündüklerini göstermektedir. P. Thierry (1994), Mill’in ünlü kitabı On Liberty (1859)’nin, Tocquevillle’in tezlerini tartıştığı De Tocqueville on Democracy in America I (1835) ve De Tocqueville on Democracy in America II (1840) adlı denemelerini temel aldığının altını çizer.

Mill Tocqueville’i çok dikkatli okur; daha sonra Tocqueville Mill’in kendisini en iyi anlayan düşünür olduğunu söyleyecektir (Thierry, 1994: 7). Tocqueville de, De la Démocratie en Amérique (1835) adlı eserinin ikinci kısmını özetleyişinden etkilenerek, fikirlerinin ulaşmaya niyetlendiği son noktayı ve detayları en iyi algılayanın Mill olduğunu söyler (Thierry, 1994: 7). Mill de Tocqueville’i benzer övgülerle anar. Kendisinden önce var olan, önüne konulmuş görüşlere kendini kaptırmanın Tocqueville’in işi olmadığını söyler. Bu yüzden Mill Tocqueville’i “siyasi bilimler öğreniminde yeni bir dönemin başlangıç noktası”

olarak görür (Mill, [1835 ve 1840]1994: 145). Bu yeni dönem siyaset epistemolojisinin yenilenme dönemidir.

Mill’in Tocqueville üzerine yazılmış denemelerini Fransızcada yayınlayan P. Thierry (1994), Mill ve Tocqueville arasındaki ilişkinin literatürde yeterince işlenmediğini belirtmiştir. İki düşünürün yakınlaşmasını inceleyen az sayıda araştırmacı farklı içerikler ortaya koymuştur. Bu konuda çalışan Alan S. Kahan ve Jacob Burckhardt “aristokrat liberalizm” kavramı etrafında düşünürken; J. Hamburger, H. O. Pappé, T. H. Qualter, Mme.

Mueller, J. Lively, J-C. Lamberti daha başka çerçevelerde bu ilişkiyi incelemiştir.

James Mill’in Tocqueville’e olan hayranlığı Amerikalı düşünürün kullandığı metotla ilgilidir. Baba Mill’in Bentham ve Hobbes’a yönelttiği eleştirinin temelinde de onların kullandığı bilimsel araştırma metotları yatmaktadır (Akdere, 2021: 267). Yöntembilime özel

(8)

bir ilgi duyan ve üzerine eser verdiği her alana yaklaşımını bilim felsefesiyle temellendiren J.

S. Mill, adı geçen düşünürlerin sakıncalı bulduğu “geometrik ya da soyut metot” kullandığını iddia etmektedir. A priori akıl yürütmenin ürünü olan bu metodun sakıncası “sonuçların soyut evrenselliğine” yol açmasıdır (Thierry, 1994: 11). Bu metodun Mill için en rahatsız edici yanı insan doğasına dair tüm durumları ve eğilimleri apriori şekilde tanımlayıp, daha sonra siyaset bilimine dair tüm çıkarımları buradan hareketle yapmasıdır (Thierry, 1998: 157). Mill bu metodun karşısına deneyciliği (empiricism) koyar, referans olarak da İngiliz siyaset adamı T.

B. Macaulay (1829)’ı alır ve onun metodunu, kurumların etkili çalışmasını nedenselliğe de önem vererek analiz eden “kimyanın tamamen deneysel metodu” olarak adlandırır (Thierry, 1998: 157-158). Ona göre Tocqueville’in metodu Macaulay’kine yakındır. Tarihsel hareketlere, demokratik bir düzende yaşayan insanların gerçek tutkularına dair bilgiye vakıf, baskı ve ezmenin özel biçimlerini kapsayan bir bakış açısına sahip olan bu metot, insanın zevklerine etki eden politika kurumlarının etkisini incelemeye de uygundur (Thierry, 1994:

12). Bu metot Mill’in bugüne kadar keşfettiği metotlardan farklıdır ve sosyal bilimler için ona bir ilham kaynağı olur.

Mill Tocqueville’in sadece sonuca odaklı olmadığını, sonuca götüren araçlara da dikkat ettiğini söyler. Ona göre Tocqueville bir duruma dair ilk analitik araştırmasını yaparken hem insan doğasının genel yasalarına bakar hem de gözlem yapar (Thierry, 1994:

12). Bu anlamda, Tocqueville’in tümdengelim ve tümevarımı birlikte kullanan metodu Mill’in bilim felsefesinde tanımladığı metodun tıpkısıdır. Mill Tocqueville’i takdir eder, onun insan zihnine dair yasaları keşfetmede ve deney yoluyla elde ettiği çıkarımların geçerliliğini değerlendirmede fark yarattığını ileri sürer. Burada kastettiği yukarıda tanımlanmış “özel deneydir”.

Tocqueveille’in analizinde insanın hareketlerinin oluşturduğu çeşitli koşulları, bu hareketler üzerine etki eden nedenlerin karmaşıklığını ve yasaların şu ya da bu etkiyi önceden söyleyebilme kapasitesini buluruz (Thierry, 1994: 13). Dolayısıyla, Tocqueville’in metodu aslında Mill’in bilim felsefesinin üzerine oturduğu nedensellik anlayışına uygun düştüğü için ayrıcalıklıdır. Bu anlayışa uygun olarak Tocqueville halihazırdaki siyaset yasalarıyla yetinmez, incelediği olgu veya durumun oluşumu sırasındaki yer, zaman ve ortama dair ampirik yasaları da hesaba katar.

Thierry (1994: 10) Fransız düşünürün Mill üzerinde yarattığı etkiye “Tocqueville eklipsi” der. Bu durum Mill’in otobiyografisinde ifade edilmiştir. Tocqueville eklipsi özellikle Mill’in düşünme biçimi üzerindeki Bentham etkisinin azalmasını sağlamıştır. Bu sayede Mill önce ‘nüanslı’ sosyalizme ilgi duymasıyla başlar, sonrasında pür demokrasi

(9)

anlayışından uzaklaşıp, Considerations on Representative Government (1861) adlı kitapta anlatılan demokrasinin biraz ‘değişmiş’ haline yaklaşır. Tekrar etmek ve toparlamak gerekirse, Tocqueville’in De la démocratie en Amérique (1835 ve 1840) adlı kitabını okumak Mill’in siyaset felsefesine dair inanışlarını -zihni entelektüel anlamda bu değişime hazır olduğu için- değiştirmiştir (Thierry, 1994: 10).

Mill’e göre, hali hazırdaki yasalar insan davranışlarını öngöremiyorsa, davranışların oluştukları yer, zaman ve ortamı incelenmeden çıkarımda bulunulduğu içindir. Öyleyse, yönetenlerin davranışlarının anlaşılamaması ve öngörülememesi de buna bağlıdır.

Yönetenlerin kararlarının niteliği ancak bu kararların oluşturdukları yer, zaman ve ortamı incelemek suretiyle anlaşılabilir. Bunlar incelendiğinde karşımıza karmaşık bir nedensellik çıkmakta ve hâlihazırdaki yasalar bu nedenlerin etkisini öngörememektedir. Mill’in yapmak istediği, iktisat da dâhil sosyal bilimleri bu olanaksızlıktan kurtarmaktı. Tocqueville’in Mill tarafından tanımlanan bilimsel metoduyla incelediği Amerikan toplumuna dair sosyal analiz, yukarıda bahsedilen olanaksızlığa düşmeyen nitelikli bir çalışmadır.

2. 4. Bir “toplumsal durum” olarak demokrasi

Mill ve Tocqueville arasındaki etkileşim Amerika, Fransa ve bunlara benzeyen diğer modern toplumlara atfedilen, adına demokrasi denilen “toplumsal durum” etrafında cereyan eder. Bu iki ülke analizinden ortaya çıkan demokrasi anlayışı iktidarın hareketlerine dair de bilgi vermektedir. Fakat bir “toplumsal durum” olan demokrasiyi anlamak için Mill’in öne çıkardığı “toplumsal durum” kavramının tanımına daha yakından bakmak gerekir.

“Toplumsal durum” (state of society) günlük bir söyleyiş gibi görünse de Mill bu ibareyi bilimsel bir terim olarak kullanır. “Toplumsal durum” birçok farklı neden tarafından üretilen bir gerçekliktir. Yukarıda bahsedildiği gibi, Millci bilim felsefesinin bakış açısıyla bakarsak, bahsedilen karmaşık yapıyı algılayabilmek için, her doğa olayını ve sosyal olayı olduğu gibi, onu oluşturan nedenleri “genel nedenler” ve “bozucu nedenler” olarak ikiye ayırmak gerekir. Sosyal bilimcinin görevi birbirine karışmış bu nedenleri saptamaktır. “Toplumsal durumu“ oluşturan nedenlerin karmaşıklığı Mill tarafından takip eden paragrafta anlatılmıştır : “Toplumsal durum olarak adlandırdığımız, en önemli sosyal olguların bir arada aynı anda var olması durumudur. Bu durum toplumu oluşturan her sınıfına ait öğrenim, entelektüel kültür ve ahlak düzeyini gösterir” (Mill, [1843] 1973: 65-66). Mill bu durumu oluşturanların sosyal olguların bir listesini verir : “Endüstrinin, zenginliğin ve dağıtımının; toplumdaki alışılmış mesleklerin; toplumdaki sınıfların ve bu sınıfların

(10)

birbirleriyle ilişkilerinin; insanlık için en önemli konular üzerindeki ortak inanışların ve bu inanışların derecesinin durumu. Zevkler, karakter ve estetik gelişmenin düzeyi. Hükümetin biçimi ve en önemli yasalar ve gelenekler” (Mill, [1843] 1973: 911-912). Bu açıklamaların ışığında, herhangi bir toplumsal durumu incelemek için, bu durumu yaratan yukarıda sıralanmış bütün elemanlara bakmak gerekmektedir.

Sosyal fenomenlerin bir arada görünmesi ya da sosyal istatistik konsensüs aslında bir toplumsal durumdan diğerine geçmek demektir. Birbiri ardına eklenen toplumsal durumların nedenlerini incelemek ve birinden diğerine geçişin yasalarını anlamak Mill’e göre sosyal bilimlerin görevidir (Thierry, 1994: 13) :

“Sosyal olgulara dair yasalar bir toplum içinde bir arada yaşayan insanların hareketleri ve tutkularına dair yasalardır. Fakat bir toplum içinde yaşayan insanlar her zaman insandır; onların hareketleri ve tutkuları insan doğasına dair yasalara tabidir. Bir araya geldiklerinde de insanlar -hidrojen ve oksijenin sudan farklı olması gibi ya da hidrojen, oksijen, karbon ve azotun sinirler, kaslar ve tendonlardan farklı olması gibi- değişip başka özellikleri olan bir türe dönüşmezler. Toplum içinde yaşayan insanlar sadece insan doğasından gelen ve orada çözümlenebilen özelliklere sahiptirler” (Mill, [1843] 1973: 879).

Tocqueville Mill’e yazdığı 3 Ekim 1835 tarihli mektupta, demokrasi yanlılarının amacını tanımlar. Onların halka, kendilerini yönetecek araçları buldurmaktan çok kendilerini en iyi yönetecek kişileri seçtirmeyi istediklerinden bahseder. Hatta demokrasi yanlılarının bu kişilere, tüm yönelimlerini yönetmeleri için olabildiğince büyük bir alan verdiklerini söyler.

Mill bu noktada Fransız düşünürü eleştirir. ”Kamu aklı” (opinion public) sonucu ortaya çıkan hâkimiyetin zamanla çoğunluk despotizmine dönmeye başlayabileceğini vurgular.

Kensidine karşı yapılan eleştirilere aslında cevap vermeyen Tocqueville Mill’e cevap verir (Thierry, 1994: 15-6).

Mill, duruma açıklık getirmek için, bir “toplumsal durum” olan demokrasiyi oluşturan nedenleri ayrıştırmaya girişir. Bunu demokratik bir düzende çıkarların nasıl gözetileceğini anlamaya çalışarak yapar. Mill’e göre iki tip çıkar vardır: yönetilenlerin çıkarı ve yönetenlerin çıkarı. Mill’in yaptığı çıkarımlar şu şekildedir (Mill, [1843] 1973: 891):

(11)

i. Yönetenlerin ortalama hareketleri sadece onların kendi çıkarlarıyla belirlenir.

ii. Yönetilenlerin çıkarlarıyla tam bir uyum sağlama hissi sadece ve sadece sorumluluk alarak üretilebilir.

Yönetenlerle yönetilenlerin çıkarları arasında uyum olması için, yönetenlerin asıl çıkarının yönetilenlerin asıl çıkarıyla bağdaşması gerekir. Burada ortaya iki çıkar kategorisi daha çıkar: “yönetenlerin asıl çıkarı” ve “yönetilenlerin asıl çıkarı”. Yönetenlerin asıl çıkarı

“iktidarı muhafaza etme arzusu ya da iktidarı kaybetmeme korkusudur” (Mill, [1843]1973:

890). Mill çoğunluğun yönetimi yönetenlerin kişisel çıkarına göre yapılır der ve yukarıdaki iki maddeye bir üçüncü madde daha ekler:

1) Yönetenlerin kişisel çıkarı (iktidarı muhafaza etmek) 2) Yönetenlere oy verenlerin çıkarı

3) Yönetenlere oy vermeyenlerin çıkarı

Mill’e göre, hiçbir ortalama yöneticinin hareketleri tamamen ya da tamamene yakın bir şekilde kişisel çıkar ya da kişisel çıkarlarından ne anladığı tarafından belirlenmemiştir.

Onların hareketlerinin karakteri ve gidişatı geniş ölçüde (tüm kişisel çıkar hesaplarından bağımsız olarak) başka nedenlere de bağlıdır. Hem üyesi oldukları toplumu domine eden güncel fikirlerin etkisi; alışılagelmiş duygular; genel düşünme ve harekete geçme biçimleri hem de kendilerinin ait oldukları sosyal sınıfın duyguları, yapma biçimleri, karakteristik fikirleri tarafından belirlenir. Eğer bunları dikkate almazsak, yönetenlerin nasıl ve neye göre yönettiğini anlayamayız (Mill, [1843]1973: 891). “Görev bilinci” ya da

”filantropik duygu” burada dışarıda bırakılmıştır çünkü bu özellikler hemen her yöneticinin hareketlerini zaten yüksek derecede yönetmektedir. Mill burada yöneticilerin hareketlerinin karakterini ve gidişatını belirleyen etkili iki faktörü öne çıkarmak istemiştir. Bunlar ”kişisel çıkar” ve “diğer şeylerdir”. İngiliz düşünür diğer şeylerin listesinde şunları yazar: üyesi oldukları toplumu domine eden güncel fikirlerin etkisi; alışılagelmiş duygular; genel düşünme ve harekete geçme biçimleri. Mill’e göre, eğer bunları dikkate almazsak, yönetenlerin nasıl ve neye göre yönettiğini anlayamayız (Mill, [1843]1973: 891)

Toparlamak gerekirse, Mill “yönetenlerinin asıl çıkarı” kavramını oluşturan iki büyük kategori belirlemiştir: yönetenlerin kararlarını belirleyen genel etmenler (yönetenlerin kişisel çıkarları, görev bilinci, filantropi duygusu) ve diğer etmenler (üyesi oldukları toplumu domine eden güncel fikirlerin etkisi; alışılagelmiş duygular; genel düşünme ve harekete geçme

(12)

biçimleri). Bu kategorilendirmede yönetilenlerin davranışlarını etkileyen ilk nedenler “genel nedenlere” ikinci nedenler de “bozucu nedenlere” denk düşer.

Çoğunluk kavramını ve temsil ettiği kimselerin kimler olduğunu sorgulayan Mill’in yönetenlerin kararlarının niteliğine dair başlattığı tartışma böyle şekillenir. Yönetenlerin motivasyonunu yöntemsel bireycilik metodunun öngördüğü şekilde, sadece kişisel çıkarlarla açıklanamaz çünkü yukarıda verilen noktaların hepsi siyasetçiler tarafından gözetilmektedir.

Bu durumda, Mill’in yaklaşımının holistik olduğu kabul edilebilir mi? Holizm “olgu ve durumları oluşturan nedenleri tüme bakarak açıklayan” bir yaklaşımdır (Mouchot, 2003:

214,). Holizme göre, bireylerin davranışları anlamını toplum düzeyinde, toplumun yapısına göre bulur. Birey içinde yaşayan yapının bir oyuncağıdır (Mouchot, 2003: 214-216). Fakat Mill’e göre birey toplumsal yapının sadece oyuncağı değildir, aynı zamanda kişisel tercihleri yoluyla bu yapıyı şekillendirmektedir. Yine de Mill, burada bahsedilen tümün onu oluşturan elemanların hareketleri üzerinde belirleyici olduğunu belirten “aşağıda doğru nedensellik”

(downward causality) ilişkisini kabul eder.

Bu noktada Mill’in Tocqueville’e yakınlığını tekrar vurgulamak gerekir. Hem tümdengelimi hem tümevarımı kullanarak, sadece tek bir açıklığa (evidence) ya da kesinleşmiş bir maksime dayanmaktan kaçınarak, insan doğasına dair çıkarımlar yapan bir metottur Tocqueville’in metodu. Mill’e göre bu Bacon ve Newton’un metodunun sosyal alana uygulanmış halidir (Mill, [1835 ve 1840]1994: 146).

Mill’in bilim fesefesine sadık kalarak incelediği demokrasiyi oluşturan “bozucu etkenler/nedenler”, her ülkenin kendi tarihi ve kültürel özelliklerinin yarattığı birçok durumdan kaynaklanan ”milli karakteridir” (national chracter). Yönetenlerin de tabi olduğu bu etkenler demokrasinin uygulanışını etkilemektedir. Mill’e göre ”milli karakter” (national chracter) insanların davranışlarını etkileyen nedenler arasında bir ağırlığa sahiptir. Bu yüzden her ülkede kendine özgü bir demokrasi anlayışı oluşur. Mill karakterin nedenlerinin incelenmesini hedefleyen ”etoloji” (ethology) adlı bir bilim dalı önerir çünkü asıl bu nedenlerin bilinmemesi ve öngörülememesinden dolayı “toplumsal durumu” kestirmek zordur. Amerikalının davranışı Fransız’a garip görünebilir. Mill’e göre milli karakter, onu geliştiren olayların özelliğinden ve öngörülemezliğinden dolayı özel olarak incelenmeli ve tanımlanmalıdır (Thierry, 1994: 13).

Mill ve Tocqueville’de, yönetenlerin yönetirken kendi kişisel çıkarlarına önem vermesi demokrasinin işleyişinde bozukluklar oluşturur. Bu bozuklukların nasıl giderileceğine dair önerdikleri çözümler farklıdır; bu durum iki düşünür arasındaki fikir ayrılığının temelini oluşturur.

(13)

Mill halkın, kendisini yönetmesi için çok iyi öğrenim görmüş ve yönetim işine en yatkın olan kişileri seçmesinin kendilerine en yüksek faydayı getireceğini söyler. Ancak bu şekilde halkın kendi kapasitesini özgürce kendi yararına kullanabileceğini, en az kontrolle yönetilebilecek bir ortamın oluşabileceğini söyler. Bu ortamınsa, seçilmiş yöneticilerin sadece kendi kişisel çıkarlarını gözetmesiyle değil, halkın özel amaçlarına uygun davranırlarsa gerçekleşeceğini söyler (Mill, [1835 ve 1840]1994: 195-196).

Böyle bir yönetim aklına ”kamu aklı” (opinion publique) değil ”aydınlanmış fikir”

(opinion éclairée) denir. Mill ikinciyi birinciye tercih eder. Mill’in siyası tartışmadaki elitist pozisyonu bu şekilde oluşmaya başlar. Bouretz (1990)’in belirttiği gibi, hem Tocqueville’in sunduğu Amerikan deneyimine hem de Fransız Devrimindeki belirsizliklere dair kendi yaptığı okumalara dayanarak, temsilin sınırlayıcı bir biçimini savunmaya başlar Mill. Bunu yaparken, çoğunluk demokrasisine karşı direnmeye ve elitlerinin bağımsızlığını savunmaya başladığının farkındadır. 1935’de Mill için en iyi yönetim “bilge olanın” (sage) yönetimidir (Bouretz, 1990, p. 26).

2. 5. Elit hükümeti: özgürlüklerin garantisi

Mill’in “elit hükümeti” anlayışı, hem “kişisel çıkar” ve “kolektif çıkar” hem de

“fayda” ve “özgürlük” kavramları arasındaki farkları ortaya koyan bir çerçeve çizer. Mill’in siyaset felsefesi ve ahlak felsefesinin karşılaşması sonucunda gelinen nokta, her durumda

“kişisel özgürlüğü” öncelik yapma gerekliliğidir fakat “kişisel fayda”ya katkı sağlayacaksa

“kişisel özgürlükler” heba edilebilir. “Övülebilir adaletsizlik” (loudable injustice) adını verilen bu adalet anlayışını uygulamak ahlaki ve siyasi durumlar arasındaki çatışmayı çözmek için Mill’in kullandığı yöntemdir. Bu muhakeme ve analiz yeteneğine ancak elitler tarafından sağlanmış bir hükümet vakıf olabilir. Böyle bir hükümetin kararları ölçüsünde özgürlükler ihmal edilebilir.

“Övülebilir adaletsizlik” bizi demokrasi ve kapitalizmin kesiştiği noktaya getirir.

Bunu Mill’in 1869’da yayımlanmış The Subjection of Woman adlı kitabından bir örnekle açıklamak yerinde olacaktır. Mill kadının özgürlüğünün savunucusu olsa da, evli kadınların ev işleriyle ilgilenmek için evde kalmasını, erkeğinse ev dışı işlerde çalışması gerektiğini söyler (Mill, [1869]2005). Cinsiyetler arasında eşitliğe yer vermeyen bu düşünce kadının özgürlüğünü kısıtlar ve kadın açısından adaletsizlik içerir. Kabul edilebilirliği ya da övülebilirliğiyse, bu sayede kadının ve erkeğin, bir iş bölümünü gerçekleştirerek maddi zenginliği arttırabileceğinden ileri gelir. Mill’in bu fikri kabul etmesi evdeki kadın emeğini

(14)

dışarıdaki işlerden elde edilen ücretli emekle bir tuttuğunun da göstergesidir (Gouverneur, 2013).

3. Schumpeter’in Kapitalizm Analizinde Demokrasi ve Elitler

Schumpeter’in demokrasi ve elitler ilgili görüşleri en açık bir şekilde Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi (1942) isimli eserinde yer alır. Diğer elit kuramcılarının yaptığı gibi, Schumpeter de benzer bir şekilde analizine Marx’ın sosyal sınıf analizini eleştirerek başlar.

Bu çerçevede, Schumpeter’in elit analizine geçmeden önce Marx’ın sınıf kuramına itirazlarına bakmak gerekir. Bu noktada, Schumpeter, teorisinin ana noktalarından birini oluşturduğu halde, Marx’ın toplumsal sınıfların ayrımını sistematik olarak yapmadığına dikkat çekmiştir.

Schumpeter’e göre toplumsal sınıfların kabaca, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanlar ve olmayanlar şeklindeki sınıflandırılması yetersizdir (Schumpeter, 2008: 14).

Bunun yanı sıra Schumpeter, Marx’ın sınıf mücadelesinin kapitalist sistemi yok edeceğini iddiasının, ilkel birikim probleminin anlaşılmasını önemli hale getirdiğine dikkat çekmektedir. Schumpeter’e göre kapitalistlerin başlangıçta ne tür bir sermayeye sahip oldukları meselesi Marx’ın analizinin en önemli konulardan biridir. Schumpeter, Marx’ın bazı kimselerin üstün zekâları, iş kapasiteleri veya tasarrufları sayesinde kapitalist oldukları yolundaki iddialarını “bir efsane” olarak nitelendirmesine karşı çıkmakta ve ilk bakışta efsane gibi gelse de, bu düşüncede gerçekçi bir payın olduğunu vurgulamaktadır. Bu bağlamda, Schumpeter zeka, yetenek ve bireysel başarının son derece önemli olduğuna dikkat çekerek, insanların içinde doğdukları sınıfların üyesi olduğu düşüncesine karşı çıkar. Bireyler yetenek ve zekâlarını kullanarak bireysel çabalarıyla toplumun daha üst sınıflarına geçebilirler. Bu Marx’la arasındaki temel karşıtlıktır. Schumpeter zeka ve enerjinin normali geçtiği anda endüstri alanındaki başarıyı önemli ölçüde belirlediğini iddia etmektedir (Schumpeter, 2008:

16).

Görüldüğü gibi, Schumpeter bireysel çabanın, yetenek ve zekanın sermaye birikim sürecinde önemli bir role sahip olduğunu düşünmekte ve bu unsurların sınıflar arasında dolaşımı mümkün kıldığına dikkat çekmektedir. Schumpeter’e göre Marx’ın sınıf analiz insani çabanın bu yönünü önemli ölçüde göz ardı etmektedir. Schumpeter Marx’ın sınıf analizine yönelik itirazını en çarpıcı bir biçimde şu sözlerle dile getirmektedir:

(15)

“Toplumsal yeri mal, mülk sahibi olmakla belirtmek, bir eri tesadüfen tüfeği olan bir insan olarak tanımlamak kadar mantıksız bir düşüncedir. Kendisinden sonra gelecek bütün sülaleleriyle birlikte belirli bir kısım insanları kapitalist, diğerlerini ise bütün gelecek nesilleriyle proleter şekilde kesin olarak birbirinden ayırma fikri, sadece her türlü gerçek düşünceden uzak kalmak değil, aynı zamanda da toplumsal sınıflarla ilgili en belirli olay hakkında hiçbir bilgiye sahip olmamak demektir. Bu olay ise birey ve ailelerin sürekli olarak sürekli olarak sosyal tabakalara çıkıp inmeleri ya da dışında kalmaları olayıdır” (Schumpeter, 2008: 18).

Schumpeter’e göre, Marx’ın sınıflar teorisiyle tarihin ekonomik yorumu arasında önemli bir ilişki bulunmaktadır. Marx’a göre birinci teori ikinciyi şarta bağlamakta ve alanını daraltmakta, ona özel bir anlam vererek üretim şekil ve şartlarını belirlemektedir. Üretim koşulları ve şekilleriyse toplumsal yapıyı kurmakta, bu yapı sayesinde uygarlıkla, politik tarihle ve kültürle ilgili bütün görünüşleri belirlemektedir (Schumpeter, 2008: 18-19).

Schumpeter’in Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi isimli kitabında ortaya koyduğu analiz iki kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısım kapitalist sistemin kendi başarısının kurbanı olarak çökmeye meyilli bir sistem olduğunu tartışır. Schumpeter bu doğrultuda öncelikle

“yaratıcı yıkım” (creative distruction) olarak adlandırdığı bu süreci ortaya çıkartan dinamikleri inceler. Schumpeter’in analizi her ne kadar sosyal ve kültürel değişmelerin bu süreçteki rolüne vurgu yapsa da özü itibariyle ekonomik bir analizdir (Requejo, 1991). İkinci olarak, Schumpeter ekonomiden ödünç aldığı rekabet kavramı temelinde bir demokrasi kuramı ortaya koyar. Bu kısımda, Schumpeter’in Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi kitabında ortaya koyduğu analiz bağlamında, klasik demokrasi anlayışına eleştirileri çerçevesinde oluşturduğu demokrasi kuramı ve elitlerin demokratik süreçteki rolüyle ilgili düşünceleri incelenecektir.

3.1. Klasik Demokrasi Anlayışına Yönelik Eleştiriler

Schumpeter 18. Yüzyıl demokrasi anlayışını “halkın kendi iradesini gerçekleştirmek için, toplanacak kişileri seçme yoluyla, sonuçlar üzerinde son sözü söyleyerek müşterek iyiliğe yol açan politik kararlara varması için gerekli organizasyon tekniği” olarak tanımlar (Schumpeter, 2008: 250). Schumpeter klasik demokrasi kuramına yönelik eleştirilerini bu tanımdan hareketle ortaya koyar. Bu çerçevede, ilk olarak “halkın müşterek iyiliği ve iradesi”

(16)

söylemine itiraz eder. Bu söylem, toplumun her üyesinin ortak bir amaç doğrultusunda, sorumluluklarını idrak etmiş bir tutumla, iyi olanı ortaya çıkararak kötü olanla mücadele etme çabalarına katıldığını ileri sürer. Bu çerçevede, toplumun bütün üyelerinin bir araya gelerek kamu işlerini kontrol ettiği düşünülür. Schumpeter bu düşünceye önemli itirazlarda bulunur.

Bu anlamda, öncelikle halkın kabul edeceği ya da akılcı bir görüşün etkisiyle kabul etmeye zorlanacağı belirli bir müşterek iyilik diye bir şey yoktur. Çünkü toplumdaki bazı kişiler müşterek iyilikten başka şeyler isteyebilir. Bunun yanı sıra, müşterek iyilik olarak tanımlanan şeyler toplumdaki farklı kişiler ve gruplar için değişebilir. Ayrıca, yeterli bir derecede müşterek iyiliğin herkes için var olduğu kabul edilse bile, bu durum bazı sorunların çözümüne yanıt sağlayamayacaktır. Örneğin, sağlıklı olmak herkes tarafından arzulanırken, bir kısım halk aşı gibi halk sağlığı uygulamalarına uymak istemeyebilir. Ayrıca, müşterek iyilik olarak tanımlanan durumlara ilişkin fikirler de sürekli bir değişim gösterir. Bu nedenle, Schumpeter klasik demokrasi anlayışının dayandığı, insanların müşterek bir iyilik çerçevesinde hareket ettikleri yolundaki anlayışın doğru olmadığını ileri sürmektedir (Schumpeter, 2008: 251-2).

Schumpeter klasik demokrasi anlayışına ilişkin ortaya koyulan tanımda halkın iradesi kavramına da itirazda bulunur. Schumpeter’e göre halkın iradesinden söz edebilmek için öncelikle herkesin kesin olarak hükümetten ne istediğini bilmesi gerekir. Ayrıca böyle bir iradenin varlığından söz edebilmek için bireylerin her birinin başıboş eylemler ve sloganlar benimsemek yerine, olayları gözlemleme, onları doğru bir şekilde yorumlama ve mevcut bilgiyi eleştirel bir süzgeçten geçirme yeteneğine sahip olması gerekmektedir. Bununla birlikte, Schumpeter’e göre, tek tek her vatandaşın fikir ve arzuları mükemmel bir şekilde belirli olsa ve herkes bu verilere göre ideal bir hız ve akılcılıkla davransa bile özleri itibariyle kişisel olan politik kararlar halkın iradesi olarak adlandırılamaz. Bu durum, böyle bir iradenin aldığı politik kararların halkın gerçekten istediği şeye uyumlu olmaması sonucunu doğuracaktır (Schumpeter, 2008: 253-4).

Schumpeter insan kişiliğinin ve eyleminin ortaya çıkartacağı belirli bir irade fikrine itiraz etmesinin temelini insan davranışlarının çok yönlü olmasına dayandırır. Schumpeter insan davranışlarında rasyonel ve irrasyonel yönlerin bulunduğuna vurgu yapar. Ayrıca, insan davranışları topluluğun etkisi altında farklılık gösterebilir. Heyecan anında moral kısıtlamaların, düşünme ve hissetmenin uygar biçimlerinin aniden kaybolmasını ve birden ortaya ilkel reflekslerin ve çocuksu davranışların ortaya çıkmasını örnek göstererek; klasik demokrasi anlayışının dayandığı insan doğası fikrinin temelsiz olduğuna vurgu yapar. Aynı varsayımların iktisat biliminde de olduğunun altını çizen Schumpeter, dönemin egemen iktisat anlayışını da eleştirir. Bu çerçevede, tüketicilerin isteklerinin ve tercihlerinin bu kuramlarda

(17)

belirtildiği gibi belirli, akılcı ve hızlı olmadığına dikkat çeker. Schumpeter tüketicilerin gerçek hayatta reklamların etkisi altında olduğuna vurgu yaparak, egemen iktisat anlayışının ileri sürdüğü gibi, onların üretime yön verme gibi bir özelliğinin bulunmadığına dikkat çeker. Tam tersine üreticiler sürekli olarak reklam vb. unsurlar aracılığıyla tüketici kararlarını yönlendirmektedir (Schumpeter, 2008: 256-7).

Görüldüğü gibi, Schumpeter bireylerin siyasi karar alma tercihleriyle ekonomik karar alma tercihleri arasında bir analoji kurar. Bu anlamda, gerek egemen iktisat anlayışı gerekse klasik demokrasi teorisi insan davranışlarına bir yön ve biçim vererek siyasi ve ekonomik süreçlerin analizini yapmaktadır. Schumpeter böyle bir değerlendirmenin pek çok açıdan yetersiz ve gerçek dışı olduğunu vurgular. Çünkü her iki analiz de, insan davranışlarını aşırı derecede mekanik, önceden belirlenmiş ve öngörülebilir olarak görür. Oysa Schumpeter insanın niyetlerinin ve eylemlerinin daha karmaşık olduğunu vurgu yaparak göreli bir arzu belirliliğinden ve davranış akılcılığından bahseder (Schumpeter, 2008: 258).

Bu çerçevede Schumpeter seçmenin, toplumun bütününden bağımsız kendine ait fikirlerinin, hayallerinin ve arzularının bulunduğuna dikkat çeker. Seçmen bu anlamda, kendi görüşlerini ve tutumlarını muhafaza eder ve politik tercihini yaparken bu öznel görüşlerini kullanır. Bunun yanı sıra, Schumpeter ulusal sorunlar üzerinde düşünen sıradan bir yurttaşın kişisel iradesini yansıtabileceği (oy verme dışında) bir faaliyet alanı bulunmadığına da dikkat çekmektedir. Schumpeter sivil yurttaşı ya da vatandaşı “iş görmekten aciz bir komisyonun üyesi” olarak nitelendirir. Bu komisyonsa ulustan ibarettir. vatandaşın politik süreçlerdeki bu etkisizliğini “yurttaş bir problemi halletmek üzere bir briç problemini halletmek için sarf ettiğinden çok daha az disiplinli bir çaba gösterir” sözleriyle ifade eder (Schumpeter, 2008:

161).

Schumpeter bunun yanı sıra, tipik bir vatandaşın politik bir alana girer girmez, normalde çok daha aşağı bir zihnî başarı seviyesine düştüğüne de dikkat çekmektedir. Çünkü bireyler politik kararları kendi gerçek çıkarları temelinde tartışır ve analiz eder ama kolayca başkalarının etkisi altında kalır. Bu nedenle tipik yurttaş, politik sorunlarda akılcı olmayan önyargı ve reflekslere uyma eğilimindedir. Ayrıca bu süreçte ahlaki standardını da normalden aşağıya düşürebilir (Schumpeter, 2008: 261-3).

Schumpeter halkın iradesi denen bir durumun ortaya çıkmayacağını ileri sürmekle birlikte politikada topluluğun iradesinin biçime sokulduğundan ve çok geniş sınırlar içinde olsa da, halkın iradesi olarak tanımlanabilecek bir suni irade yaratıldığından söz eder. Bu nedenle, Schumpeter’e göre halkın iradesi, politikanın sonucu olarak ortaya çıkan suni bir iradedir ve halkın gerçek iradesini yansıtmaz (Schumpeter, 2008: 262).

(18)

Schumpeter, klasik demokrasi anlayışının bu eksikliklere, ve insan ve topluma ilişkin yanlış kavrayışlara sahip olmasına rağmen hala geçerli olmasının nedenini, bu ilkelerin ampirik olarak desteklenmeseler de arkasında dogmatik bir ideolojik tutumun var olmasına bağlar. Bu ilkeler klasik demokrasinin savunucuları tarafından adeta din gibi dogmatik bir düzeyde savunulmaktadır. Bunun yanı sıra, klasik demokrasi anlayışı birçok ulusun tarihindeki olaylar ve gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıktığı için, bu uluslar tarafından kabul görmesi çok kolaydır. Pek çok ülke deneyiminde demokratik devrim özgürlüğün ve bağımsızlığın gelmesini sağladığı için, klasik demokrasi anlayışının savunucularının ortaya koyduğu ilkeler güçlü bir destek bulmuştur. Ancak, zamanla bu ilkelerle uygulama arasındaki fark kendini belirgin bir biçimde ortaya koymuştur. Bunun yanı sıra, klasik doktrinin ilkelerinin başarılı bir şekilde uygulandığı toplumlar bulunmaktadır. Örneğin, küçük ve ilkel toplumlarda ya da İsviçre gibi kamu politikası problemlerinin çok fazla olmadığı ülkelerde, demokratik doktrin başarılı bir şekilde hayata geçirilebilir. Son olarak, politikacıların kitleleri pohpohlayan ve sadece sorumluluktan kaçmakta değil, aynı zamanda halk adına muhalifleri ezmede mükemmel bir araç olan laf kalabalıklarına prim vermeleri de klasik demokrasi anlayışının tüm eksiklerine rağmen ayakta kalmasını sağlamıştır (Schumpeter, 2008: 264-8).

2.1. Ekonomik Rekabetten Siyasi Rekabete

Schumpeter bir önceki bölümde ortaya konan klasik demokrasi anlayışı eleştirisinden yola çıkarak bir demokrasi tanımlaması yapar. Buna göre, “demokratik metot, bireylerin politik karara varmak üzere halkın oyu için rekabetli bir mücadele sonucu karar alma iktidarını kazandıkları bir müessese sistemidir” (Schumpeter, 2008: 269). Schumpeter bu tür bir tanımlamanın klasik teorinin eksikliklerini ortadan kaldırabileceğini ileri sürer.

Schumpeter’in ortaya koyduğu tanım demokrasinin işleyişinde önderliğin önemli olduğunu vurgular. Oysa klasik teori, demokrasinin işleyişinde seçmenlere gerçekte var olmayan bir rol yükleyerek önderliğin rolünü göz ardı eder. Örneğin işsizlik sigortası gibi taleplerin karşılanmasında, bu talepleri seçim kampanyasına dâhil eden politikacıların ve onu destekleyenlerin çok büyük bir rolü bulunmaktadır (Schumpeter, 2008: 270).

Schumpeter ortaya attığı tanımda önderliğin rolüne vurgu yaparak demokrasiyi esas olarak “önderlik için rekabet” kavramı üzerinden tanımlar. Bu noktada Schumpeter iktisadi hayatta olduğu gibi siyasal hayatta da rekabetin bulunduğuna dikkat çekerek yine ekonomi ile

(19)

siyaset arasında bir analoji kurar. Tanımda yer alan “önderlik için rekabet” tanımlamasını Schumpeter “serbest bir oy için serbest rekabet” şeklinde yeniden ifade eder. Schumpeter’e göre demokrasinin rekabet mücadelesinde kullandığı en meşru yol seçimdir. Ancak bu meşru yolun yanı sıra her zaman askeri ayaklanma yoluyla liderliği ele geçirme gibi haksız ya da hileci rekabet olarak adlandırılabilecek durumlar söz konusu olabilir. Bu anlamda, iktisadi hayatta olduğu gibi siyasal hayatta da kusursuz bir rekabetin bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Ekonomide her zaman piyasa aracılığıyla rekabetin serbest bir şekilde sağlanması mümkün değilse, demokrasinin işlemesinde de rekabet mekanizmasının işleyişi pratikte bir takım sorunlara sahiptir. Diğer bir deyişle, ekonomide olduğu gibi siyasette de önderler arasında haksız ya da eksik rekabet söz konusu olabilmektedir (Schumpeter, 2008: 271).

Schumpeter’e göre, demokrasinin önderlik için rekabet olarak tanımlanmasıyla birlikte demokrasiyle bireysel özgürlükler arasındaki ilişki de açığa kavuşturulabilir. Schumpeter demokratik metodun, mutlaka aynı şartlar altında başka bir politik bir metodun izin vereceğinden daha büyük bir kişisel özgürlük garanti etmediğine vurgu yapar. Oysa demokrasi önderlik için rekabet olarak tanımlandığında, bireysel özgürlüklerle demokratik metot arasındaki bağ daha yakın bir şekilde kurulabilir. Çünkü demokratik metot içinde politik önderlerin hiç değilse prensip olarak kendini seçmenlere tanıtma ve siyasi liderlik için rekabet etme serbestliğinin bulunması gerekir. Bunun gerçekleşebilmesi için dikkate değer bir tartışma özgürlüğüne gereksinim vardır. Bu aynı zamanda geniş bir basın özgürlüğünün de var olması gerektiği anlamına gelir. Demokrasinin işleyebilmesi ve önderlerin temsil görevlerini etkin bir şekilde yerine getirebilmesi için bireysel özgürlüklerin gelişmiş olduğu bir politik iklimin bulunması gerekir. Demokrasi ancak bireysel özgürlüklerin olduğu bir ortamda işleyebilir. Ancak Schumpeter demokrasi ile bireysel özgürlükler arasındaki ilişkinin her zaman güçlü olmadığına vurgu yapar. Zaman zaman çeşitli nedenlerle bu ilişki zayıflayabilir veya sekteye uğrayabilir. Öte yandan Schumpeter, seçmenlerin yalnızca hükümeti seçmedikleri ve aynı zamanda kontrol ettikleri yolundaki düşünceye de ihtiyatlı yaklaşılması gerektiğini vurgular. Bu anlamda, Schumpeter seçmenin hükümeti seçtikten sonra onu bir daha seçmeme dışında bir kontrol olanağı bulunmadığına dikkat çeker (Schumpeter, 2008: 271-2).

Schumpeter’in bu düşüncelerinden hareketle ekonomik analizi ile siyasal analiz arasında bir ilişki bulunduğunu söylemek mümkündür. Schumpeter’de kişiler bir sınıfın mensupları olarak değil birey olarak gerek ekonomik gerekse siyasi karar alma mekanizmalarında önemli bir konuma gelebilirler. Bu anlamda, ekonomide olduğu gibi siyasi alanda da kişiler arasında bir rekabet söz konusudur. Ekonomide rekabet gücü yüksek olan

(20)

girişimciler nasıl yeni üretim teknikleri ortaya koyuyor, yeni mallar yaratıyorlarsa siyasal alanda da daha iyi rekabet edebilen kimseler, siyasal karar alma mekanizmalarında daha fazla rol alırlar. Bu anlamda, Schumpeter’in analizinde rekabet kavramı ekonomik analizinin olduğu gibi siyasal analizinin de temelini oluşturur.

3.3. Rekabetin Yarattığı Demokrasi ve Elitler

Schumpeter ortaya koyduğu demokrasi anlayışının pratikte nasıl işlediğini anlatmaya koyulur. Bir demokraside seçmen grubu oyunun önde gelen fonksiyonu hükümet meydana getirmek, diğer bir deyişle bakanlar kurulunu seçmektir. Ulusal hükümet düzeyinde düşünüldüğünde hükümet meydana getirme, pratikte hükümet başkanının (önderin) kim olacağına karar vermek anlamına gelir. Bu anlamda Schumpeter, başbakanın politik önderliğinin, birbiriyle karıştırılmaması gereken ve her başbakanın iktidar bünyesini oluşturan üç değişik unsurdan meydana geldiğini vurgular. Buna göre, başbakan her şeyden önce partisinin başı olarak iktidara gelir. İş başına gelir gelmez aynı zamanda parlamentonun da başkanı olur. Böylece, başbakan diğer partilerin ve üyelerinin üzerinde bir etki gücüne sahip olur. Nihayet bütün normal durumlarda parti organizasyonuna ederken bölgesinde de bir mevki elde eder. Schumpeter’e göre başbakan, partisinin fikrini yaratıcı bir şekilde yürüten ve ona biçim veren kişidir. Başbakan sonunda partisinin politikasının ötesinde kamuoyunun yapıcı bir önderliğine doğru yükselir. Bu durum ise önderin eline büyük bir güç verir (Schumpeter, 2008: 274-5).

Schumpeter’e göre parlamenter sistemde hükümet meydana getirme işe, parlamentoya aittir. Parlamento normal olarak kimin başbakan olacağını kararlaştırır, ama bunu yaparken tam olarak serbest değildir. Üyelerin elleri sadece parti sorumlulukları tarafından bağlanmakla kalmaz, aynı zamanda onlar seçtikleri kişi tarafından yönetilirler (Schumpeter, 2008: 277).

Schumpeter kabineyi parlamento ile başbakanın müştereken ortaya çıkardıkları bir oluşum olarak tanımlar. Bu çerçevede, başbakan, kabine üyelerini tayin edilmek üzere teklif eder. Parlamento ise hem onun seçimini kabul eder, hem de bu seçimi etkiler. Parti açısından bakıldığında, söz konusu kabine, az ya da çok kendi yapısını yansıtan, ikinci derecede liderler topluluğudur. Başbakanın açısından bakıldığındaysa, kabine sadece savaş arkadaşları topluluğu değil, küçük bir parlamento halinde kendi çıkar ve görüşlerini savunan partililerden ibarettir. Kabinenin demokratik süreçte başbakana, partiye, parlamentoya ve seçmenlere karşı belirli bir fonksiyonu bulunmaktadır. Bu aracı önderlik fonksiyonu, çeşitli bölümlerdeki tek tek kabine görevlileri tarafından takip edilen günlük işlerle ilgilidir. Schumpeter’e göre, bu

(21)

fonksiyonun “her durumda halkın iradesini yerine getirme” tutumu ile yakından uzaktan bir ilişkisi yoktur (Schumpeter, 2008: 278).

Schumpeter’e göre parlamento hükümeti oluşturmanın dışında bir sürü başka iş de yapar. Her şeyden önce kanun yapıcıdır ve bunun dışında bütçeyi yapmak gibi pek çok idari işle uğraşır. Her politik partinin en önde gelen ve ilk amacı iktidara geçmek ya da iktidarda kalmak için ötekileri yenmektir. Bu bağlamda, Schumpeter fetih ya da savaş gibi politik kararların parlamenter faaliyetin amacını değil hammaddesini oluşturduğuna dikkat çeker. Bu nedenle, ulusal sorunlar üzerinde çıkartılan parlamento kararları temel olarak iktidardaki bir hükümeti muhafaza etmek ya da etmemekle ilgilidir. Diğer bir deyişle, burada alınan kararlar parlamentonun başbakanın önderliğini kabul ya da reddetmesi anlamına gelir. Bu çerçevede, her oy bir güvenoyu anlamına gelerek önderin gücünü belirler (Schumpeter, 2008: 278-80).

Schumpeter politik süreçlerde önderin gücünü bu şekilde vurgulamakla birlikte hiçbir önderliğin mutlak olmadığına da vurgu yapar. Bu anlamda, demokratik yönteme uygun olarak yürütülen önderlik demokrasinin esası olan rekabet unsuru yüzünden diğerlerinden daha az mutlak bir özelliğe sahiptir. Çünkü bu anlayışta teorik olarak, her emir altındaki kişinin önderinin yerine geçme hakkı bulunmaktadır. Bu çerçevede, yönetilen kişi önderin standardına kayıtsız şartsız baş eğmeyle kendi standardını ortaya koyma arasında bir seçim hakkı bulunmaktadır. Önderse disiplin üzerinde ısrar etmek ya da kendi otoritesinin sarsılmasına izin vermek şeklinde iki seçenekle karşı karşıyadır. Böylece gruplar, taraftarlar ya da tek tek üyeler kendi kanun tekliflerini dile getirme fırsatına sahip olabilirler (Schumpeter, 2008: 280-1).

Seçmenler grubunun seçimleri çoğu kez biçimlendirilir. Bu biçimlendirilme demokratik sürecin parçasını oluşturur. Oy verenler sonuçlar ve sorunlar hakkında karar vermezler. Oy verenler parlamento üyelerini geniş fikirli uygun kişiler topluluğundan seçmezler. Schumpeter’e göre bütün normal hallerde üstünlük, parlamento üyeliği mevki için bir hamle yapan adayda bulunur. Oy verenler adayın bu hamlesini rakiplerininkiyle karşılaştırarak kabul ya da ret ederler (Schumpeter, 2008: 282).

Schumpeter klasik doktrinin partiyi kamu refahını geliştiren bir grup insandan oluşan bir topluluk olarak tanımlamasına karşı çıkar. Böyle bir tanımlama Schumpeter’e göre pek çok açıdan tehlikelidir. Çünkü siyasal partinin böyle bir şekilde tanımlanmasıyla partiler kendilerine belirli prensipler oluşturur. Bu prensipler onları destekleyen üyeler için o partinin başarısını belirleyen özellikler haline gelir. Schumpeter bu noktada bir partiyi tanımlayan şeyin prensipleri olamayacağına dikkat çeker. Schumpeter’e göre parti, üyelerinin rekabetçi politik bir iktidar mücadelesinde ortaklaşa hareket etmeyi kabul ettikleri bir gruptur. Bu

(22)

bağlamda, parti tıpkı ticari bir şirkette olduğu gibi rekabet temelinde işler. Parti idaresinin kullandığı reklam, slogan ve marş gibi araçlar sadece bir aksesuar olarak düşünülmemelidir.

Schumpeter’e göre bunlar politikanın esasını oluştururlar (Schumpeter, 2008: 283).

Kısa ifade etmek gerekirse, Schumpeter klasik demokrasi anlayışının demokrasiyi halkın yönetimi olarak tanımlanmasına karşı çıkar. Bu bağlamda, demokrasi Schumpeter’e göre halkın kendilerini idarece edecek kimseleri kabul etme ya da reddetme fırsatına sahip olması demektir. Demokraside müstakbel önderler seçmenlerin oyu için rekabet ederler.

Bakanlar mevkilerine yerleştikleri zaman, onların parlamento tarafından düşürülebilmeleri kolay olmasa da sürekli olarak rakipleri ile aralarında bir rekabet bulunmaktadır. Başbakan, kendi taraftarlarını devamlı olarak yönetmek, ortaya çıkabilecek herhangi bir anlaşmazlığa müdahale etmek, tartışılmakta olan tedbirlere el atmak ve kabinesini kontrol etmek için her an muhaliflerini gözlemek zorundadır. Bir hükümetin başarısızlığı ya da yenilgisi çoğunlukla başbakanın ya da hükümetin önde gelen isimlerinin fiziki tükenmeleriyle ilişkilendirilir. Diğer bir deyişle, iktidar sahibi olmak ya da bu mevkide kalmak için sürekli devam eden bir rekabet söz konusudur. Bu rekabetin sonucu olarak hükümet politik süreçlerde, öncelikle politik bir tutumun, kanun teklifinin ya da idari bir işlemin siyasi değerini dikkate almak zorundadır. Bu durum yönetim mevkiindeki kişilere kısa süreli bir görüş dayatarak politikacıların memleketin uzun vadeli çıkarlarına uygun bir şekilde hizmet edebilmelerini son derece güç hale getirir.

Schumpeter bu noktada dış politikanın çoğu kez iç politika uğruna yozlaşma tehlikesi ile karşı karşıya olduğuna dikkat çeker (Schumpeter, 2008: 286-7). Bunun sonucu olarak, demokraside halkın çıkarlarının en iyi şekilde temsil edildiği yolundaki argüman geçersiz hale gelir.

Rekabet sürecinde yenik düşmemek isteyen liderler toplumsal çıkarların en iyi gerçekleştirilebileceği politik kararları değil de kendilerinin iktidarda kalmasını sağlayacak ya da tekrar iktidara getirebilecek politik kararları alırlar.

Schumpeter demokratik metodu bu şekilde tanımladıktan ve nasıl işlediğini açıkladıktan sonra demokratik metodun başarılı olabilmesi için yerine getirilmesi gereken dört koşul bulunduğunu vurgulamıştır. Bu unsurlar Schumpeter’in görüşlerini Mill’in elitist yaklaşımına oldukça yaklaştırır. İlk olarak, politikadaki insan unsurunun üstün niteliklere sahip olması gerekmektedir. Parti bünyesinde bulunan, parlamentoda hizmet etmek üzere seçilen kimseler ve kabinede bir mevkiye sahip olan politikacılar sorumluluklarını yerine getirmek için gerekli niteliklere sahip olmalıdır. Schumpeter’e göre bu niteliklere sahip politikacıların temin edilebilmesi için sıkı bir seçici işlemin ürünü olan politikaya yönelmiş sosyal bir tabakanın oluşturulması gerekir. Böyle bir tabaka, dışarıdaki kimseler için ne çok kapalı, ne de çok kolayca girilebilir olmalıdır. Schumpeter böyle bir tabakanın yaratılması ile

(23)

politikaya başka alanlarda deneyimlerini başarıyla geçirmiş kişilerin temin edilmesinin yanı sıra, mesleki bir düzenin oluşturulmasının sağlanacağını da vurgulamaktadır. Bu şekilde politikaya dâhil edilecek kişilerin mesleği uygunluğu artırılacaktır (Schumpeter, 2008: 290-1).

Schumpeter’e göre demokratik yöntemin başarıya ulaşması için gerekli koşullardan bir diğeri de politik kararının etki alanının çok uzak olmamasıdır. (Schumpeter, 2008: 291-2). Üçüncü olarak, modern endüstriyel toplumda demokratik hükümet kamu işleri alanına giren her türlü amaç için iyi bir hazırlığı ve geleneği olan, güçlü bir görev ve birlik anlayışıyla dolu, iyi yetiştirilmiş bir bürokrasiye sahip olmalıdır (Schumpeter, 1967: 219-2). Böyle bir bürokrasi idarede etkili olmakla kalmamalı aynı zamanda politik önderlere gerektiğinde kılavuz edebilmeli ve onları eğitebilecek kadar güçlü olmalıdır. Böyle bir fonksiyona sahip olabilmesi için kendisine ait ilkeler ortaya atabilecek bir durumda olmalı ve onları gerçekleştirebilecek derecede bir bağımsızlığa sahip olmalıdır (Schumpeter, 2008: 293).

Schumpeter burada da insan unsurunun önemli olduğuna vurgu yapmaktadır. Bu tür bir resmi bir sınıfın politika personeli durumunda olduğu gibi, elde edilebilecek insani materyal meselesi çok önemlidir. Bunun yanı sıra bu tür bir resmi sınıfın görevini en iyi şekilde yerine getirebilmesi için buna uygun bir sosyal tabakanın var olması gerekir.

Schumpeter’e göre bu tabaka ne çok zengin ne de çok fakir olmalıdır. Aynı şekilde ne çok çok sıradan ne de çok farklı özellikler taşımalıdır. Schumpeter bu koşulların gerçekleştirilmesi durumunda “demokratik kendi kendini kontrol” durumunun sağlanacağını belirtir. Çünkü bu koşulların sağlanması ile Schumpeter parlamentoların ve seçmen gruplarının, düzenbaz ve eksantrik kişilerin tekliflerine dayanacak kadar yüksek ahlaki ve zihni seviyede olacağını düşünmektedir. Schumpeter’e göre parlamentodaki politikacılar, her ellerinden geldiği zaman hükümeti devirmek ya da sarsmak eğilimine karşı koymalıdırlar. Eğer bunu yapmazlarsa başarılı bir politikanın yürütülmesi sağlanamaz. Söz konusu hükümeti destekleyenler onun önderliğini kabul etmeli, onun bir program ile kısıtlanmasına ve çalışmasına izin vermelidir.

Bunun yanı sıra, muhalefetin başına bir gölge kabinenin önderliği ve onun bazı kuralları içinde politik faaliyeti, bazen de mücadeleyi yürütmesine rıza göstermelidir. Schumpeter’e göre buna karşı koymak demokrasi açısından sonun başlangıcı olacaktır. Parlamento dışındaki oy verenler, kendileriyle seçtikleri politikacılar arasındaki iş bölümüne saygı göstermelidirler.

Seçimler arasında güvenlerini çok kolay bir şekilde yitirmemeli ve bir kişiyi seçtikten sonra, politik faaliyetin kendilerinin değil onun işi olduğunu anlamalıdır. Bunların yanı sıra, önderlik yönünden etkili bir rekabetin sağlanabilmesi için düşünce farklılıkları konusunda geniş bir hoşgörü ortamının da bulunması gerekir (Schumpeter, 1967: 295-6).

Referanslar

Benzer Belgeler

This project is complete teacher affairs system, that covers all services needed in most universities, such as the general services listing insertion searching and reports and

Methods of induction, like Herschel's, laws were discovered through observation and induction, and required empirical verification (Shermer, Michael (15 August 2002). In

Meyvesi için yetiştirilen ayva kültür çeşitleri esas olarak yabani ya da kültür çeşitlerinin tohumlarından ortaya çıkan rastlantı çöğürleri içerisinden

Figure 14: The influence of flow rate on the COD removal breakthrough curves using OC (Bed Depth: 6 cm, pH; 5 and room temperature). Similarly, steeper breakthrough curves were

[r]

Eliot’s novel refl ects the period of her own childhood when a lively, impulsive young woman like Maggie (or Eliot) would have presented a chal- lenge to her parents and to the

Bu nedenle kısmi zamanlı çalışmam veya stajım boyunca genel sağlık sigortası kapsamında olmayı kabul etmiyorum.. Durumuma ilişkin SGK’dan alınan resmi belge

https://www.kavramaca.com MURAT AYDIN... Diğer