Zygmunt Bauman
Kimlik
HERETİK
CK)
e 3
r t3 03
63
c 3
p 37T
© Z ygm unt B aum an, Identity: C oversations with Benedetto Vecchi
This edition is published by arrangem ent w ith Polity Press Ltd., C am bridge
Heretik Yayınları: 63 — Sosyoloji: 2 4 ISBN : 9 7 8 -6 0 5 -9 4 3 6 -2 9 -8
© 2 0 1 7 H eretik Basın Yayın
Tüm hakları saklıdır. Yayıncı izni olm adan kısm en de olsa foto
kopi, film vb. elektronik ve m ekanik yöntem lerle çoğaltılam az.
1. Baskı: Ekim 2 0 1 7 , Ankara
Editör: Levent U nsaldı Türkçe Söyleyen: M esu t Hazır Redaksiyon: Levent U nsaldı Dizgi: ism et Erdoğan Kapak: Ali İm ren
Heretik Basın Yayın Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi
Kültür M ah allesi, Yüksel C addesi, 41/2, Kızılay, Çankaya, A nkara Tel: +90 (3 1 2 ) 4 1 8 5 2 0 0 • Faks: +90 (3 1 2 ) 4 1 8 50 00
İnternet Sitesi: www.heretik.com.tr E -m ail: info@ heretik.com .tr Twitter: twitter.com/heretikyayin Facebook: facebook.com/heretikyayin
Tarcan M atbaacılık Yayın San.
Yahyalar M ah allesi İvedik C addesi No: 4 1 7 Y enim ahalle-Ankara Tel: 0 3 1 2 3 8 4 3 4 35
Zygmunt Bauman
Kimlik
(Benedotto Vecchi tarafindan gerçekleştirilmiş söyleşiler)
Identity: Coversations with Benedetto Vecchi
Türkçe Söyleyen Mesut Hazır
HERETIK
İ ç i n d e k i l e r
Giriş (Benedetto Vecchi)... ...7 Kimlik... 17
Benedetto Vecchi
Zygmunt Bauman tüm yazılarında yerleşik inançlarımı
zı sarsmayı başarıyor ve kimlik konusuyla ilgili bu söyleşi kitabı da bunun dışında değil. Bir ses kayıt cihazıyla ya
pılmadığı ve mülakatı yapan ile cevap veren hiç yüz yüze gelmediği için bu mülakatlar biraz sıra dışı bir biçimde ger
çekleşti. Diyaloglarımızda elektronik posta tercih edildi ve bu da soru cevap akışında parçalı bir ritme sebep oldu. Baş başa olmaktan kaynaklanan zaman baskısının yokluğunda, uzak mesafeli diyalogumuza derinlemesine düşünme için pek çok duraklama, fikirlerimizi netleştirmek için ricada bulunma ve aslında keşfetmeye niyetlenmediğimiz mev
zulara sapma gibi haller damgasını vurdu. Bauman’ın her cevabı hayret duygumun artmasına sebep oldu. Sunduğu malzeme arttıkça, önceden umduğumdan çok daha büyük
ve yön bulmak söz konusu olduğunda haritaların işe yara
madığı bir dünyaya adım attığımın daha çok farkına var
dım. Zygmunt Bauman diğer sosyologlara ve ‘sosyal bilim
cilere’ benzemediği için bu hiç de şaşırtıcı olmamalı. Zira düşünceleri sürekli imal halinde ve bir olayı tanımlamakla veya ‘kavramsallaştırmakla’ asla yetinmiyor; daha ziyade araştırmanın başlangıçtaki hedefinden çok uzak gibi görü
nen toplumsal olgularla veya kamusal değerler sisteminin tezahürleriyle bağ kurmayı ve bu fenomenler ve tezahürler üzerine fikir yürütmeyi amaç ediniyor. İlerleyen sayfalar, onun herhangi bir düşünce okuluna mensubiyetini veya belli bir entelektüel etki altında kalmasını imkânsız kılan düşüncesindeki gezgin ruhu gözler önüne sermek için faz
lasıyla yeterli olacaktır.
Zygmunt Bauman çoğunlukla eklektik bir sosyolog olarak tanımlanmaktadır; kendisi de kesinlikle bu tanıma karşı çıkmayacaktır. Bununla birlikte, bir konuyla ilgili ola
rak getirdiği yöntem, her şeyden öte, araştırma nesnesi ile insan toplumundaki (human society) diğer tezahürler ara
sındaki sayısız bağı ‘ortaya çıkarmayı’ amaç ediniyor. Hatta Polonya kökenli bu sosyolog, her duygunun, hayat tarzının ve kolektif davranışın ‘aslını’ kavramayı hayati buluyor. Bu ancak belli bir olgunun kendisi kadar onun hangi sosyal, kültürel ve siyasi bağlamda var olduğunun incelenmesiyle mümkündür. Dolayısıyla, Siyaset Arayışı (1999) kitabında
ki kamusal müzakere krizinden Yasa Koyucular ve Yorum
cular: Modernlik, Postmodernlik ve Entelektüeller (1987) kitabındaki, ilgi çekmeye dayalı bir toplumda entelektüel
lerin değişen rolüne kadar çeşitlilik gösteren çalışma konu
larının bulunduğu eserlerinde, düşüncelerindeki gezginci ruh açıkça görülür. Aslında onun zihin dünyası hem inatçı hem titizdir; bugüne bakar ama geçmişine, daha doğrusu geçmişlerine sadakat konusunda da hassastır.
Bu seferki konu kimlik oldu; doğası gereği uçucu ve ikircikli bir konu. Bauman zorluğa göğüs gerdi ve iki işi birden gerçekleştirdi: Güncel toplumsal tartışmaların kim
liğe gösterdiği önem ve tutku ışığında modern sosyoloji ta
rihinde geriye doğru gitti ve eleştirel düşüncenin yerleşik metinlerindeki’ cevapları yeniden onaylamanın manasız olduğu sonucuna vardı. Akışkan Modernlik (2000) bize,
‘toplum içinde yaşamaktan’ kaynaklanan keder, acı ve gü
vensizliğin gerçeğin ve o gerçeğin içinde yerleşik’ bireylerin sabırlı ve sürekli bir incelemesini gerekli kıldığını gösterir ve her şeyin uçucu olduğu bir dünyayı yansıtır. Kadın ve erkeklerin kendi hayatları için yaptıkları planların değiş
kenliğini ve güvencesizliğini ortadan kaldırmak ve böyle
likle yönelim bozukluğu hissini eski kesinlikler ve yerleşik metinler üzerinden sergileyerek açıklamak için girişilen her çaba, okyanusu bir kovayla boşaltmaya yeltenmek kadar anlamsız olurdu.
Burada sorumluluk ilkesini kamusal hayata dâhil olma
nın ilk şartı olarak gören bir entelektüelle karşı karşıyayız.
Bir sosyolog için bu, sosyolojiyi diğer bilgi sahalarından
‘ayrı’ bir disiplin olarak algılamayıp sosyoloji ile felsefe, sosyal psikoloji ve diğer anlatılar arasında canlı bir etkile
şim kurmak için analitik bir araç temin etmek anlamına gelir. Dolayısıyla, kitle kültürüne ve yüksek kültüre ‘kısa devre yaptırmak’ için tutkusunu test ettiği dokümanların önde gelen gazetelerden, reklam sloganlarından ve Soren Kierkegaard’ın Don Giovanni hakkındaki düşüncelerin
den yazılar içermesini garip karşılamamalıyız.
Her ne kadar kendi hayatından bahsedilmesini sevmese de, Zygmunt Bauman’ın bir Yahudi ailenin çocuğu olarak 1925 yılında Polonya’da doğduğunu söylemek gerek, ikinci Dünya Savaşı’mn başlarında Sovyetler Birliği’ne kaçmasın
dan sonra, Kızıl Ordu’nun müttefiki olan Polonya ordu
suna katıldı ve Nazizm’e karşı savaştı. Bauman ile Söyleşi
ler (2001) kitabında1, sosyoloji çalışmalarına ve kariyerine Varşova’ya döndükten sonra başladığını ve ilk hocalarının Polonya dışında pek tanınmayan fakat onun entelektüel hayatının şekillenmesinde büyük yer tutan Stanislaw Os- sowski ve Julian Hochfeld olduğunu anlatır. Her şeyden öte, onlar Bauman’a peşin hükümlü ideolojilere başvur
madan ‘dünyanın yüzüne bakma yeteneği kazandırmışlar
dır. Varşova ‘sosyoloji okulunun’ önde gelen figürü olmuş Bauman’dan 19501er ve 1960larda yaşadığı zorlukları an
latmasını isteseniz, çalışmalarına karşı çıkanlara hiçbir düş
manlık beslemeden anlatır. Hatta Avrupa ve Amerika’nın akademik konformizmiyle Polonya’nın güçlüklerle dolu akademik özgürlüğünü kıyaslamak için kendi nükteli hic
vini kullanır. 1956’daki Ekim Devrimi’ndeki rolüyle ilgili olarak da aynı derecede mütevazıdır. O yıl Bauman Po
lonya Birleşmiş işçiler Partisi’nin öncü rolüne ve ülkenin Moskova’nın vesayeti altında yaşamasına karşı çıkan güçlü reform hareketi içinde yer almıştı. Bu tecrübe Bauman üze
rinde belirleyici oldu ve onu Antonio Gramsci’nin çalışma
larının önemli rol oynayacağı, resmi Sovyet Marksist ideo
lojisi ile olan hesaplaşmasına hazırladı. Sıklıkla yurt dışına seyahat etmeye başladı. Araştırma bursu ile bir yıl London School of Economics’te bulundu ve Avrupa’nın neredeyse tüm büyük üniversitelerinde konferanslara katıldı. Sonra hayatındaki en önemli dönüm noktası olan 1968 yılı geldi.
‘Özgürlük, adalet ve eşitlik’ sloganıyla tek parti yönetimi
ne son vermeyi talep eden öğrenciler ve üniversite hocaları üzerinde antisemit bir baskı uygulanmaya başladığında, yeni filizlenmeye başlayan Polonya öğrenci hareketini des
tekleyen Bauman’ın çalışması Komünist Parti tarafından yasaklandı.
1 Editör Notu: Heretik, 2017.
Hocalık yapması yasaklanınca Bauman ölümüne kadar- ki tüm hayatını geçireceği İngiltere’ye taşındı. Neredeyse tüm kitaplarında, özellikle Modernite ve Holokaust (1989) kitabında, hem duygusal hem de entelektüel anlamda ona çok yakın olan eşi ve hayat arkadaşı Janina’ya sonsuz min
nettarlığını dile getirir. Bauman’ın önce ‘katı modernlik’
sonra da ‘akışkan modernlik’ ile ilgili düşüncelerinde Ja- nina belki de en önemli entelektüel şahsiyetlerden biridir.
Leeds Üniversitesi’nde hocalık ile geçen İngiltere’deki entelektüel hayatı oldukça verimliydi. Bazı çalışmaların
dan zaten bahsettim, fakat bütünüyle ele alındığında, Post- modern Etik (1993) isimli kitabının basılmasıyla birlikte Bauman’ın küreselleşme konusuna odaklanmaya başladı
ğı ve bu konuyu sadece iktisadi bakış açısıyla değil, aynı zamanda ve öncelikle gündelik hayata olan etkileriyle ele aldığı gayet açıktır. Avrupa sosyolojisinin duayeni olan Bauman, bu avantajını dünya üzerinde yükselmekte olan karşılıklı bağımlılıkların yarattığı ‘yeni dünyayı’ incelemek için bir kalkış noktası olarak kullanmıştır. Bu süreç, radi
kal ve geri döndürülemez bir değişim olan küreselleşmey
le ilgili olarak Bauman’ın büyük koleksiyonunu oluşturan Küreselleşme: Toplumsal Sonuçlan (1998), Cemaat (2000), Bireyselleşmiş Toplum (2001), Akışkan Modernlik (2000) ve Kuşatma Altındaki Toplum (2002) gibi kitapları doğurmuş
tur. Bauman küreselleşmeyi devletlerin yapısını, çalışma koşullarını, devletlerarası ilişkileri, kolektif öznelliği, kül
türel üretimi, gündelik hayatı ve ben ve öteki arasındaki ilişkileri etkileyen ‘büyük dönüşüm’ olarak görür. Mülakat
lardan oluşan bu kitap, söz konusu resme küçük bir kat
kı olarak düşünülebilir. Onun kimliğe dair cevaplarından birini yorumlamak açısından, küreselleşmenin ya da daha ziyade ‘akışkan modernliğin’ önceden kurulmuş bir model üzerinde bir araya getirilebilecek bir yapboz bulmaca ol-
madiğini rahatlıkla ileri sürebiliriz. Bilakis küreselleşme, kendine özgü bir anlayışı ve inceleme biçimi olan, çok- kültürcülük ya da Islami köktencilik krizinde veya inter
netin hazır kimliklerin dışavurumunu mümkün kıldığı bir dönemde kendini gösteren bir kimlik oluşum süreci olarak görülmelidir.
Kimlik sorunu aynı zamanda refah devletinin yıkımı ve ona eşlik eden güvencesizlik duygusuyla doğru orantılı ge
lişir. İşyerindeki güvencesizlik ve kırılganlığın sebep olduğu
‘karakter aşınması’ da buna eşlik eder. Şartlar demokratik kurumların altını oyacak ve kamusal alanı özelleştirecek şe
kilde oluşturulur ve durum gitgide herkesin modern dün
yada var olan adaletsizlik ve özgürlük eksikliğini gidermeyi hiçbir şekilde becermeksizin kendi doğrularını haykırdığı bir sohbet programına benzer.
Bauman’ın en son çalışmalarında böylesine baskın bir yer tutan ‘karakter aşınması’, Batı toplumundaki kadın ve erkeklerin davranış, karar alma ve yaşam projelerini şe
killendiren derin endişenin adeta en çarpıcı tezahürüdür.
Yirminci yüzyılın her türlü dehşetini yaşamış bir entelek
tüel olarak Bauman -savaş, Yahudilere uygulanan zulüm ve kendisine sadık kalmak için ülkesinden sürgün edilmesi- küreselleşme gibi ‘uzun bir dönüşüm’ün olumsal ifadesi ile uzun vadeli olgular arasındaki farkı çok iyi bilmekte
dir. Toplumsal eğilimleri tanımlamak için ‘uzun vadeli bir dönüşümün belirgin özelliklerini anlamak hayati öneme sahiptir; fakat toplumsal varoluşun uzun vadedeki tezahür
lerini kavramsallaştırmak da aynı derecede gereklidir. Belki de Bauman’ın, kimliğin siyasi yönünü koşulsuz olarak kav- ramsallaştırmaya çabalayanları farklı vesilelerle alaya alması bundandır. Toplumsal, kültürel ve cinsel kimlikleri belir
siz ve geçici kılan bir toplumda, kimlik siyaseti aracılığıyla
akışkan hale geleni ‘sıkılaştırmak’ için girişilen her türlü çaba eleştirel düşünceyi kaçınılmaz olarak çıkmaza sürük
leyecektir. Dolayısıyla Bauman’ınki mütevazı bir bilgeliğe davettir; fakat bu davet kaçınılmaz olarak beklenmedik misafirler tarafından akamete uğratılacaktır; yani geç ka
pitalist toplumlarda iş hayatında gördüğümüz, şu ‘akışkan modernliğe’ uyum stratejileri tarafından. Bu nedenle kim
lik tartışması, hazır biyografilere bir cevher katmak ve şekil vermek için aşırı kayıtsızlıkla kullanılan, toplumsal açıdan vazgeçilmez bir gelenektir. Georg Simmel’in meşhur ifade
lerini kullanacak olursak, kimlikten söz etmemizin sebebi, yıllar boyu modern toplumun üzerine inşa edildiği zemini oluşturan kurumların yıkılmış olmasıdır.
Cemaat isimli kitabında Zygmunt Bauman, geç kapita
list toplumun meydana getirdiği yeni toplumsal bağların sebep olduğu müphemliği incelemiştir. Bu bağlar koruma
cı talepleri yeniden gündeme getirip, kim olursa olsun ‘dı- şarıdakileri’ uzakta tutan sınır ve engelleri yaratmış tanıdık ve kısıtlı dünyaya geri dönüş arzularına da alan açabilir.
Fakat aynı zamanda cemaat, Amerika’da eritme potasının hâlihazırda yaşadığı krizde açık bir biçimde görebileceği
miz gibi, küreselleşmenin dünya çapındaki etkilerine kı
yasla sığınak sağlar. Bunu inkâr etmek en az ona boyun eğmek kadar tehlikelidir. Aynı şeyin kimlik siyaseti için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bauman’ın küresel elitlerin gösterişli kozmopolitliği ile baştan çıkarıcı hare
ketliliğine ve bu durumun yerel boyuttan çıkamayanların sefaletiyle nasıl tezat teşkil ettiğine sıklıkla dikkat çektiği bilinir. Dolayısıyla kimlik siyaseti, küreselleşme tarafından marjinalleştirilenlerin dilini konuşur. Fakat postkolonya- lizm çalışmaları yürüten pek çok kimse, kimliğin kaynağı olarak, kişinin kendini yeniden tanımlamasının ve kendi tarihini tekrar tekrar icat etmesinin devam eden süreci ola-
rak görülmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Bu tam da kim
liğin müphemliğini fark ettiğimiz aşamadır: Yani ‘akışkan modernlik’ ile tam uyum içinde bir geçmişe özlem. Küre
selleşmenin gezegen çapındaki etkilerini ters çevirip onları olumlu yönde kullanma imkânı yaratan tam da budur. Bu faaliyeti ‘düşüncenin iyimserliği ve iradenin kötümserliği’
şeklinde tanımlayanlar gerçekten yanılmış olmayacaklardır.
‘Katı modernliğin’ toplumsal bağlarının parçalanmasıyla birlikte toplumsal özgürleşmeye sebep olacak bir senaryo
nun belirmesi mümkündür.
Avrupa’nın devasa sosyoloji geleneğinin köklerine sa
dık olan Bauman, bu tarz beyanlarda bulunmanın içerdiği risklerin altını çizer. Yine de bu üstlenilmesi gereken bir risktir; özellikle de tam olarak ne olduğuna dair kendisini hizaya çekmesi gereken kimlik meselesi açısından. Evet, bu toplumsal bakımdan lüzumlu bir gelenektir. Yoksa kimlik siyasetinin dünya sahnesinde baskın hale gelmesi katidir ve bu tehlikeye dair pek çok uyarı işaretine zaten şahit olmak
tayız. En nihayetinde muhtelif dini köktencilikler, kimliğin kinik büyücü çırakları marifetiyle siyaset ile yer değiştirme
sinden başka bir şey değildir. Bu yer değiştirmenin altında yatan aldatmacayı, köprüyü ancak kimlik için her zaman söz konusu olan bireysel boyutta ve fakat toplumsal gele
nek düzeyinde kodlayarak yeniden inşa edersek su yüzüne çıkarabiliriz. Asıl meselenin bu olduğuna inanıyorum.
Kimliğin müphemliği hangi çalışma sahasında test edi
lirse edilsin, onun toplumsal varoluşa dayattığı iki zıt kut
bu algılamak hayati öneme sahiptir: İstibdat ve hürriyet.
Bu gizemli döngünün kırılması gerekiyor. Bauman haklı olarak, hakikatin sadece agorada, dile getirilebileceği kana
atine sahiptir. O agora ki, müphemlik taraftarlığının (obs
curantism) peçesini sıyırarak söz konusu müphemliğin ki
şinin kendi sorumluluğunu tecrübe etmesine engel olan bir yere dönüşmesinin önüne geçer. Mahremiyetini korumaya böylesine düşkün olan bu mülayim adamın sürekli olarak herkesten yüksek sesle konuşmasını istemesi çelişkili görü
nebilir; fakat bu, kamusal tartışmanın tatsız anlaşmazlıkları tetikleyeceği görüldüğünde bile kabul edilmesi gereken bir davettir. Bu, alışageldiğimiz TV sohbet programlarındaki sonu gelmez ve değişmez kamusal boş lakırdıların tam zıttı bir şey olacaktır. Agora, kamusal alanın günümüzdeki de
netimsiz özelleştirilmesi gibi konularda yüksek sesle konu
şulabilecek ayrıcalıklı mekândır ve Bauman’ı bu ‘akışkan modern dönem boyunca cari olan zeitgeist’ın (zamanın ruhu) en sağduyulu ve şüpheci eleştirmenlerinden biri ha
line getiren, agoraya yüklediği bu merkezi roldür.
Kimlik
Prag’taki Charles Üniversitesinin eski bir geleneğine göre, fahri doktora alan kişinin ödül töreni boyunca ait olduğu ülkenin ulusal marşı çalınır. Benim bu şekilde onurlan
dırılma sıram geldiğinde, İngiliz ulusal marşı ile Polonya ulusal marşı arasında bir tercih yapmam istendi ve ben bir cevap bulmakta zorlandım.
İngiltere benim tercihim olan ülkeydi ve hocalık hakkım elimden alındığı için artık doğduğum ülke olan Polonya’da kalamayınca üniversite hocalığı teklifi yoluyla benim de kendisi tarafından tercih edildiğim ülke idi. Fakat orada bir göçmen, yeni biri idim -kısa zaman önce yabancı bir ül
keden gelmiş bir mülteci, bir yabancı idim-. O gün bugün
dür bir İngiliz vatandaşıyım; fakat bir kez nevzuhur oldu
ğunuzda, yeni gelen olmaktan tam anlamıyla kurtulabilir misiniz? Bir İngiliz’e dönüşmek niyetinde değildim; gerek öğrencilerimin gerekse meslektaşlarımın başından beri be
nim bir yabancı, daha doğrusu bir Polonyalı olduğumdan en ufak bir şüphesi yoktu. Gizli ‘centilmenlik anlaşması’
ilişkilerimizin bozulmasını önlüyordu -hatta tam aksine onları dürüst, yumuşak ve genel anlamda güler yüzlü ve ar
kadaş canlısı yapıyordu-. Bu durumda acaba Polonya ulu
sal marşı mı çalınmalıydı? Fakat bu da yanlış bir gerekçeyle hareket etmek olurdu: Prag’taki törenden otuz küsur yıl önce Polonya vatandaşlığından çıkarılmıştım. Dışlanmam resmi idi; ‘içeriyi’ ‘dışarıdan’, ait olanları ait olmayanlardan ayırmakla yetkilendirilmiş bir iktidar tarafından başlatılıp onaylanmıştı -dolayısıyla Polonya ulusal marşı artık benim hakkım değildi-.
Hayat boyu yoldaşım ve kendini tanımlama denemeleri ve tuzakları karşısında bana pek çok düşünceyi ilham eden kişi olan Janina (o her şeyden önce Aidiyet Rüyası isimli kitabın yazarıydı) çözümü buldu: Neden Avrupa marşı ol
masın? Gerçekten, neden olmasındı? Avrupalılık, ömrüm boyunca olduğum şeydi -Avrupa’da doğmuş, Avrupa’da yaşamakta, Avrupa’da çalışmakta, Avrupai düşünmekte, kendimi Avrupalı hissetmekteydim ve en azından o an için
‘Avrupa pasaportu’ verme ya da reddetme otoritesine sahip bir Avrupa pasaport ofisi yoktu-; dolayısıyla kendimizi Av- rupalı olarak nitelememizi onaylayacak ya da reddedecek bir merci de yoktu.
Avrupa marşının çalınmasını istememiz aynı zamanda hem ‘kapsayıcı’ hem de ‘dışlayıcı’ idi. Kimliğimin her iki alternatif referans noktasını kucaklayan bir varoluşa gön
derme yapıyordu; fakat aynı zamanda, daha az ilgili ya da ilgisiz bir biçimde aralarındaki farkı ve muhtemel bir
‘kimlik bölünmesini’ yok sayıyordu. Kimliğin uyruk ba
kımından tanımlandığı bir gündemden uzaklaşıyordu -bana yasaklanmış ve ulaşılmaz kılınmış kimlik biçiminden yani-. Avrupa marşının dokunaklı dizeleri yardıma koştu:
Alle Menschen Werden Bruder (Tüm insanlar kardeştir)...
‘Kardeşlik’ imgesi, çemberin karelenmesini simgeliyordu:
farklı fakat aynı, ayrı fakat ayrılamaz, bağımsız fakat birleş
miş.
Hayatımdan bu küçük kesiti kısacık bir özette ‘kimli
ği’ büyük kaygıların ve şiddetli ihtilafların konusu haline getirme eğilimine sahip can sıkıcı ikilemlerin ve rahatsız edici tercihlerin çoğunu içerdiği için anlatıyorum. Kimlik arayanlar istisnasız biçimde iç karartıcı ‘çemberi kareleme’
göreviyle yüzleşirler: Bildiğiniz gibi bu genel ifade, ‘gerçek zamanda’ hiçbir şekilde tamamlanamayan fakat tüm za
manların sonunda, yani sonsuzlukta tamamlanması bekle
nen görevleri ima eder.
İki tür ‘cemaat’ (kimliklerin kendilerini tanımlayan var
lıklar olarak göndermede bulundukları şey) olduğunu söy
lemek yaygın bir yaklaşımdır: Üyelerinin ‘kopmaz bağlarla birlikte yaşadığı’ (Siegfried Kracauer’in formülüne göre) hayat ve kader cemaatleri ve ‘tamamen fikirlerle ve çeşitli ilkelerle bir araya getirilmiş’ cemaatler.2 İki tür cemaatten birincisi, giderek artan sayıda çağdaşım için de söz konusu olduğu ve olacağı gibi, benden esirgenmiştir. Esirgenme- seydi, sizin aklınıza bana kimliğim hakkında soru sormak gelmezdi; siz sorsanız bile, ben sizin nasıl bir cevap bekle
diğinizi bilemezdim. Kimlik meselesi, ancak ikinci katego
rideki ‘cemaatlere’ maruz kalındığında ortaya çıkar ve bu, sırf kişinin günümüz çok renkli ve çokkültürlü dünyasında maruz kaldığı ‘fikirler yoluyla bir araya getirilmiş cemaat
lerini’ akla getiren ve bir arada tutan birden fazla fikir söz konusu olduğu için gerçekleşir. ‘İnananlar cemaatlerini’
kendi etrafında şekillendiren bu tip pek çok fikir ve ilkenin varlığı nedeniyledir ki, kişi karşılaştırma yapmak, tercihler
de bulunmak, bunları sık sık yapmak, başka bir vesileyle
2 Bakınız: Siegfried Kracauer, Ornament der M asse (Suhrkamp, 1963).
zaten yapılmış bir tercihi gözden geçirmek, çelişkili ve ço
ğunlukla da uyumsuz talepleri uzlaştırmak zorunda kalır.
Yahudi asıllı büyük Leh şair Julian Tuwim, Polonya’daki Yahudi düşmanlarından diğer tüm ülkelerdeki Yahudi düş
manlarından daha fazla nefret ettiğini belirtmesiyle tanınır ve bu, onun Lehliğinin en büyük kanıtıdır. (Benim Ya
hudiliğimin de bana halen başka ülkelerin mezaliminden daha fazla acı veren İsrail’de yaşadığım adaletsizlikler saye
sinde onaylandığını düşünüyorum.) Kişi zamanla ‘aidiyet’
ve ‘kimliğin’ alınyazısı olmadığının, ömür boyu garanti sağlamadığının, fazlasıyla müzakereye açık ve vazgeçilebi
lir şeyler olduğunun farkına varır; kendi kararlarının, attığı adımların, eyleme biçiminin -ve tüm bunları sabitleyecek kararlılığın- hem aidiyet hem de kimlik için hayati faktörler olduğunu fark eder. Başka bir deyişle, ‘aidiyet’ alternatifsiz bir koşul olarak kaderleri kaldığı sürece ‘bir kimliğe sahip olma’ düşüncesi söz konusu olmayacaktır. İnsanlar böyle bir fikri sadece bir görev biçiminde, bir seferlik meşgaleden ziyade tekrar tekrar gerçekleştirilecek bir görev biçiminde akıllarında tutmaya başlayacaklardır.
Polonyalılığımın kamusal olarak şüpheli hale getirildiği 1968 Martındaki acımasız uyanışımdan önce, ‘kimliğim’
meselesine, en azından onun ulusal boyutuna dikkat ettiği
mi hatırlamıyorum. O zamana kadar, başka bir hisse kapıl- maksızın, hiçbir hesap ya da vicdan muhasebesi yapmak
sızın, vakti geldiğinde Varşova Üniversitesi’nden emekli olacağımı ve yine vakti geldiğinde Varşova mezarlıkların
dan birine gömüleceğimi beklediğimi zannediyorum. Fa
kat 1968 Martından bu yana etrafımdaki herkes tarafından kendimi tanımlamam bekleniyor ve düşünülmüş, dikkatli
ce dengelenmiş ve hevesle tartışılmış bir kimlik görüşüne sahip olmam isteniyor. Neden? Bir kere hareketli hale gelip her nereye gidecek olursam olayım ‘doğal habitatımdan’
koparıldığını için, onların deyimiyle yüzde yüz uyumlu olduğum hiçbir yer yoktu. Her nerede olursam olayım, ba
zen hafif bazen bariz biçimde yersiz yurtsuz’ idim.
Mesele öyle bir hal aldı ki, ‘kimliğim’ başlığı altında toplanan yığınla problemin içinde uyruğa ayrı bir önem atfedildi. Bu duyguyu, hızla küreselleşen dünyanın kendi
leri için hızla ters yüz olduğu milyonlarca mülteci ve göç
men ile fazlasıyla paylaşıyorum. Fakat bir kimlik bulmak tek boyutlu bir sorun olmayıp çok boyutlu bir sorundur ve pratik anlamda çok daha fazla sayıda insanla, ‘akışkan modern’ dönemin tüm kadın ve erkekleriyle paylaştığım bir özelliktir.
Benim biyografik özelliklerim bugünlerde oldukça yay
gın olan ve gittikçe evrenselleşme eğilimi gösteren koşulları biraz dramatize etti ve tam anlamıyla görünür kıldı, içinde yaşadığımız akışkan modern zamanlarda bireysel hayat
larımız zayıf bağlan olan epizodlar silsilesine dönüşürken çevremizdeki dünya da kötü koordine edilmiş fragmanlara ayrılmıştır. Çok azımız hakiki ya da farazi, iyi bütünleşmiş ya da kısa ömürlü birden fazla ‘fikirler ve ilkeler cemaati’
arasındaki geçişten kaçınabilir; bu yüzden çoğumuz (Paul Ricoeur’ın kavramını kullanacak olursak) la memete (kim
liğimizin zaman içindeki tutarlılığı ve sürekliliği) mesele
sini çözümlemekte zorluk yaşarız. Pek azımız bir seferde sadece tek bir ‘fikirler ve ilkeler cemaatine’ maruz kalırız ve bu yüzden çoğumuz l’ipseite (bizi kişiler olarak ayıran şeylerin insicamı) konusunda benzer sorunlar yaşarız. Ken
disiyle büyük ölçüde aynı hayat badirelerini paylaştığımız meslektaşım ve arkadaşım Agnes Heller bir keresinde, ka
dın, Macar, Yahudi, Amerikalı ve filozof olarak bir kişi için çok fazla sayılabilecek kimlik sayısının altında ezildiğini söylemişti. Hatta bu listeyi rahatlıkla uzatabilirdi fakat say
dığı referans çerçeveleri, görevin korkunç karmaşıklığını sergilemesi bakımından yeterince fazlaydı.
Her yerde tamamen ya da kısmen yersiz yurtsuz’ olmak ve tam olarak hiçbir yerde olmamak (bu, nitelikten de so
rumluluktan da uzak olmaktır; kişinin kendini ‘çıkıntı’ his
settiği veya başkalarınca saçma görünen bazı veçhelerden uzak olmaktır) üzücü, hatta bazen baş ağrıtıcı bir tecrübe olabilir. Her zaman açıklanacak, özür dilenecek, saklanacak bir şey ya da tam aksine cesurca izhar edilecek, müzakere edilecek, uğrunda çaba harcanacak ya da pazarlık edilecek bir şey vardır; yumuşatılacak ya da geçiştirilecek ya da tam aksine daha dikkat çekici ve görünür hale getirilecek fark
lılıklar vardır. Kimlikler havada salınıp durur; bazılarını kişi kendisi seçerken diğerleri etraftakiler tarafından şişiri- lip fırlatılır ve kişi birincileri İkincilere karşı korumak için sürekli uyanık olmak zorundadır; yüksek miktarda yanlış anlaşılma ihtimali vardır ve müzakereden geriye sonsuz bir denge oyunu kalır. Kişi böylesine müphem koşullarla başa çıkmak için ihtiyaç duyulan zorlu becerileri ne kadar çok geliştirir ve onlara hâkim olursa, keskin uçlar o kadar körelir ve o kadar az acı verir; güçlükler bunaltıcı ve bez
dirici olmaktan çıkar. Kişi kendini her yerde chez soi, yani
‘evinde’ hissetmeye bile başlayabilir -fakat kişinin ödemesi gereken bedel, artık hiçbir yerin kendisi için gerçekten ve tam anlamıyla yuva olamayacağını kabullenmektir-.
Kişi tüm bu rahatsızlıklara içerleyip (umuda karşı umut
la), aidiyet rüyasıyla bir kurtuluş ya da fasıla arayabilir.
Fakat kişi zorunlu kaderinden bir uğraş, bir misyon veya bilinçli olarak tercih ettiği bir mukadderat da inşa edebilir.
Böylesi bir kararın, bu kararı alıp böylesi zor bir görevi ta
mamlayanlara getireceği daha pek çok fayda ve muhtemel faydalar sayesinde bu insanların çevrelerindeki insanlara sunabilecekleri pek çok iyilik vardır.
Ludwig Wittgenstein, felsefi problemlerin en iyi çö
zümleneceği yerlerin demiryolu istasyonları olduğunu mü
kemmelen dile getirmiştir (havaalanlarına dair doğrudan tecrübesi olmadığını unutmayalım). İspanyolca yazan seç
kin yazarlar silsilesi içinde çok önemli bir yer tutan ve Paris ile Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşadıktan sonra Fas’a yerleşmiş olan Jüan Goytisolo, hayat tecrübelerini şu göz
lemde özetlemiştir: “İlişkideki yakınlık ile mesafedeki uzak
lık imtiyazlı bir durum oluşturur. Her ikisi de gereklidir.”
Akışkan modern çağımızın en büyük filozoflarından biri olan Jacques Derrida, henüz 12 yaşında bir Yahudi çocuk iken Vichy hükümeti tarafından yerel Fransız okulundan atıldığı andan itibaren sürekli sürgün hayatı yaşadı ve her
kesin kabul ettiği gibi, etkileyici felsefi yuvasını’ ‘kültürle
rin kesişme noktasında inşa etti. En zeki ve basiretli kültür eleştirmenlerinden biri olan George Steiner; Samuel Bec
kett, Jörge Luis Borges ve Vlademir Nabokov’u en büyük çağdaş yazarlar olarak nitelemiştir; normalde birbirinden tamamen farklı bu üç yazarı bir arada sayıp başkalarının üstünde görmesine sebep olan şey, onların pek çok farklı dilbilimsel evrende kolayca gezinmeleriydi. Bu sürekli sı
nırlar arası geçiş onlara, görünürde zamandan münezzeh ve boyun eğmez olan öğretilerin heybetli ve cesametli ön yüzlerinin arkasındaki beşeri yaratıcılık ve ustalığı görme imkânı sağlamıştır. Aynı zamanda onlara kültürel yaratım sürecine bilinçli olarak katılmak için gerekli olan cesareti verip namütenahi enginliklerin alâmetifarikası olan risklere ve beklenmedik tehlikelere karşı bir farkındalık sağlamıştır.
Kendisinden diğer tüm sosyologlara kıyasla daha fazla şey öğrendiğim (ve tahminim o ki sonsuza kadar da öyle kalacak) ve sosyoloji yapma biçimi benim için nihai ideal olan (ne yazık ki ulaşılmaz bir hedef) Georg Simmel ile ilgili olarak Kracauer çok doğru biçimde şu gözlemde bu
lunmuştur: “Simmel’in yaşam boyu yürüttüğü çalışmala
ra yön veren esas amaçlardan biri, çalışmalarının yanlnız kendisi-için-varlık halindeki her türlü geistige (manevi ve entelektüel) olgusunu reddedip bu çalışmaların nasıl da ha
yatın daha geniş bağlamı içinde gömülü olduğunu göster
mektir.” Simmel’in vizyonunun, dünyasının ve kendisinin o dünyadaki yerine dair anlayışının merkezinde her zaman, kültürün taşıyıcısı ve olgunlaşmış bir geistige (zihinsel) var
lık olarak görülen, öz benliğinin sahip olduğu güçlerin tam kontrolünde hareket edip değerlendirmelerde bulunan ve kendi hemcinslerine kolektif eylem ve hisler yoluyla bağlı olan insan ferdi bulunur. Kimliğimi beyan etmem için beni kışkırtmaya devam ederseniz (yani ‘koyutlanmış benliğim’, ulaşmaya çalıştığım ufuk ve kendisi sayesinde hareketlerimi değerlendirdiğim, sansürlediğim ve düzelttiğim şey), ulaşa
bileceğiniz son noktaya ve beni daha fazla küremeyeceği
niz sınıra ulaşırsınız. Gelebileceğim en ileri nokta burası
dır...
BENEDETTO VECCHÎ: Sosyolojik tahayyül için
de kimlik her zaman oldukça uçucu ve yanıltıcı, büyük ölçüde apriori, yani önceden mevcut bir gerçekliktir.
Örneğin Emile Durkheim sosyolojisinde kolektif kim
likler her zaman geçmişten beslenirler ve arka planda var olmaya devam ederler; fa k a t en meşhur kitabı Top
lum sal İşbölümü’nde işbölümünün çelişkili bir kavram olduğuna şüphe yok. B ir yandan toplumsal bağlan riske atarken diğer yandan yeni bir toplumsal düzenin oluş
masına vesile olan dönüşümde istikrar faktörü olarak işlev görüyor. Ne var ki bu analitik çerçevede kimliğin önceden tanımlanmış bir fak tör olarak değil de bir amaç veya h ed ef olarak düşünülmesi gerekir. Sizin bu konudaki fikrin iz nedir?
Benim düşüncem de sizinkiyle aynı. Evet, gerçekten de
‘kimlik’ bize keşfedilmesi gereken bir şey olarak değil de, tamamıyla icat edilmesi gereken, bir çabanın hedefi, ‘bir amaç’, kişinin en baştan inşa etmesi gereken veya alterna
tif teklifler arasından seçip sonra uğrunda mücadele edip ardından ancak daha da fazla çaba ile koruyacağı bir şey olarak yansıtılıyor. Oysa mücadelenin zaferle sonuçlanma
sı için, kimliğin statüsündeki ebedi tamamlanmamışlık ve istikrarsızlık gerçeğinin bastırılmaya ve yoğun bir emekle örtbas edilmeye ihtiyacı vardır; ki kimlik buna da meyil
lidir.
Bugün söz konusu gerçeğin saklanması, modern çağın başlangıcında olduğundan daha zordur. Onu örtbas etme
ye en kararlı olan failler zamanla ilgilerini yitirdiler ve sa
vaş meydanından çekiliyorlar. Biz kadın ve erkeklere hep birlikte değil de tek tek veya ayrı ayrı kimlik bulma veya inşa etme görevini terk etmekten memnuniyet duyuyorlar.
Kimliğin kırılganlığı ve daimi geçicilik statüsü artık gizle
nemez. Sır ayan olmuştur. Fakat bu yeni ve oldukça yakın tarihli bir gelişmedir.
Dolayısıyla sosyolojinin kurucu babalarıyla ilgili olarak, örneğin Weber veya Durkheim hatta Simmel ile ilgili ola
rak, bizim ortak farkındalık alanımıza dâhil olmuş ve onla
rın ölümünden çok sonra oraya yerleşmiş bir konuda, nasıl ve ne düşüneceğimize dair bizi bilgilendirmek anlamında kimin en uzak görüşlü olduğunu ve diğer tüm sosyologla
ra nazaran zamanının çok ilerisine gittiğini sormanın adil olup olmadığından emin değilim. Onların hepsi, kendi zamanlarının kadın ve erkeklerinin sorunları, endişeleri ve sıkıntılarıyla ilgili meselelerle meşgullerdi (bu meşguliyetin derinliği, içtenliği ve adanmışlığı onların gerçek büyüklüğü olup, geleceğin sosyolojisi için de en büyük mirastı). ‘Kim
lik’ bu meseleler içinde mühim bir yere sahip değildi. Şayet her ne olursa olsun kendi dönemlerinin büyük sorunlarına yönelmiş olan nazarlarını kendilerinden yüz yıl sonra doğa
cak olan bizim toplumumuza yöneltecek olsalardı, ‘kimlik probleminin sadece ortak bilinçte değil eğitimli kesimin tartışmalarında da aniden merkezi yer edinmiş en merak uyandıran sosyolojik sorun olduğunu fark ederlerdi.
Otuz kırk yıl öncesine kadar ‘kimliğin sosyolojik dü
şüncede merkezi bir yere sahip olmayıp felsefi düşüncenin nesnesi olarak kaldığını hatırlayacak olursak, bu konunun sosyoloji için gerçekten bir sorun ve güçlük olduğunu daha iyi anlarız. Günümüzde ‘kimlik’ halkın en önemli günde
mi, herkesin zihninde ve dilindeki acil çözüm bekleyen konudur. Onunla karşılaşacak kadar uzun yaşamış olsalar
dı, sosyolojinin kurucu babalarının dikkatini çekecek olan şey, kimliğin kendisinden ziyade ona karşı gelişen bu ani ilgi olurdu. Muhtemelen Martin Heidegger’den hareketle bir ipucuna ulaşırlardı (fakat bu ipucu sunulduğunda bile çoktan bu dünyadan göçmüşlerdi): Şeyler ancak ortadan kaybolduklarında, işe yaramaz hale geldiklerinde, saçma sapan davranmaya başladıklarında veya bize hayal kırıklığı yaşattıklarında onların farkına varma, onları araştırmamı
zın odağına koyma ya da tefekkür dünyamıza katma eğili- mindeyiz.
Doğduğum ülke olan Polonya’da, ikinci Dünya Savaşı
nın patlak vermesinden hemen önce bir nüfus sayımı ger
çekleştirilmişti. Polonya o zamanlar çok-etnikli bir toplum
du. Ülkenin belli bölgeleri etnik grupların, dini inançların, geleneklerin ve dillerin tuhaf bir karışımından ibaretti. Bu karışımı cebri dönüşüm ve asimilasyon marifetiyle yeniden işleyerek, mesela Fransız modelinin aynısı veya neredeyse aynısı bir ulusa çevirmek belki de Leh siyasi elitleri tarafın
dan büyük azimle kovalanan bir hedefti. Ancak bu, bırakın herhangi bir yerde tamamlanmaya yüz tutmuş bir proje olmayı, hiçbir şekilde evrensel kabul görmüş ya da tutarlı biçimde izlenmekte olan bir hedef değildi.
Modern bir devlette yaşayan herkesin bekleyeceği üzere, Polonya’daki nüfiıs sayım görevlileri de herkesin ait olduğu bir ulusun var olması gerektiği ön kabulüyle yetiştirilmiş
ler ve Polonya Devleti sınırları içinde yaşayan herkesten, kendilerini ulusal bakımdan nasıl tanımladıklarına dair bilgi toplamakla görevlendirilmişlerdi (bugün olsa, kişinin ulusal ya da etnik kimliği’ derdik). Görevliler yaklaşık bir milyon vakada başarısız oldular; çünkü o insanlar ‘ulusun’
ne olduğunu ve ‘bir uyruğa sahip olmanın’ ne anlama gel
diğini kavrayamamışlardı. ‘Uyruğun’ anlamını açıklamak için girişilen devasa çabalarla birleşmiş para cezası tehditle
rinden oluşan baskıya rağmen, inatla kendileri için anlam ifade eden belli cevaplara takılıp kaldılar: ‘Biz yerliyiz’, ‘biz bu yerdeniz’, ‘buralıyız’, ‘buraya aidiz’. Nüfus sayımının yöneticileri sonunda pes etmek zorunda kaldılar ve resmi uluslar listesine ‘yerli’ şıkkını eklediler.
Polonya bu konuda kesinlikle tek örnek değildi; kayıt
lara geçen son örnek de olmayacaktır. Polonya’daki nüfus sayımından sadece birkaç yıl sonra Fransa’da yapılan bir araştırma, iki yüz yıla uzanan sıkı bir ulus inşasının ardın
dan bile çoğu Fransız taşra halkı için ‘le pays’nin (ülke) üç aşağı beş yukarı yirmi kilometre çapında bir alan anlamına geldiğini gösterdi. Philippe Robert’ın kısa süre önce dikkat çektiği gibi, ‘insan toplumları tarihinin büyük bölümün
de sosyal ilişkiler kesinlikle yöresel düzlemle sınırlı kaldı.’3 Mesela on sekizinci yüzyılda Paris’ten Marsilya’ya seyahat
3 ‘Une généalogie de l’insécurité contemporaine’, interview with Philippe Robert, Esprit (Dec. 2002), ss. 35-58.
etmenin Roma İmparatorluğu dönemindekiyle aynı zama
nı aldığını hatırlayalım. İnsanların büyük çoğunluğu için insan birlikteliğinin en üst ‘toplamı’ olan ‘toplum’ (elbet
te bu kavramlarla düşünmüşlerse), doğrudan komşuluğa denk idi. Robert, o dönemler için, ‘insanların karşılıklı ta
nışıklığına dayalı bir toplumdan söz edebileceğini’ ileri sü
rer. Beşikten mezara devam eden bu yakınlık ağının içinde her bireyin yeri, müzakere edilmesi şöyle dursun, üzerinde düşünülmeyecek kadar aşikâr idi. Bu tür meselelerde ya
şanacak herhangi bir belirsizlik (kendi yerel cemaatlerinde rızık bulamayan nispeten sayıca az ‘sahipsiz insanların’ aynı derecede sahipsiz yollara koyulmaları örneğinde olduğu gibi) sıra dışı bir hadise ve küçük bir endişe sebebi olup, Batı tarihindeki ilk polis gücü ve bir araya getirilmiş müf
rezelerden müteşekkil bir teşkilat olan maréchaussée nin4 görev sahası dâhilinde alınan ad-hoc tedbirlerle kolayca ilgilenilip hallediliyordu. Komşuluk ilişkilerinin tutucu gücündeki azalma ve çözülmeye ulaşım devrimi eşlik etti ve bu ikisi kimliğin bir problem ve daha da önemlisi bir gö
rev olarak doğmasına sebep olan zemini hazırladı. Sınırlar, insan birlikteliğinin çekirdek alanlarını işgal ederek hızla genişledi. Açık bir cevap söz konusu olmadığından, ansızın kimlik sorusunun sorulması lazım geldi.
Yeni doğan ve artık yerleşik ve sıkıca örülmüş ‘karşılıklı aşinalığa dayalı toplumlar’ tarafından kendiliğinden yeni
den üretilmeyen bir düzen yaratma ihtiyacıyla karşılaşan modern devlet, bu soruyu yanında getirmek suretiyle onu yeni ve alışılmadık meşruiyet taleplerine zemin oluşturmak için etkin biçimde kullandı.
4 Türkçe Söyleyen Notu [T.S.N.]: 1789 devrimi öncesi Fransa’sında, özellikle kırsalda asayişi sağlamakla yükümlü askeri teşkilat. Sonrasında yerini jan
darma teşkilatına bırakmıştır.
‘Kimlik probleminin’ hızla yayılmasına bakılarak, maréchaussée tarafından uygulanıp test edilenlere benzeyen ve düzen gözeten emek biçimlerinin paralel genişlemesi
ni sağlamak yoluyla söz konusu problemle en iyi şekilde başa çıkılacağını farz etmek doğal görünüyordu. Giorgio Agamben’in gözlemlediği gibi, ulus devlet, ‘doğumunu’
‘kendi egemenliğinin temeli’ sayan bir devlettir. Agamben, iki an arasında hiçbir farklılık belirmesin diye doğumun (;nascita) varlık sahnesine ansızın ulus biçiminde çıkması
nın ‘burada içkin olan kurgu’ olduğuna dikkat çeker.5 Polonya’daki nüfiıs yoklamasının talihsiz muhatapları, bu kurguda apaçık olan ‘meselenin aslını’ kavramakta başarısız oldular. İnsanların bir ‘ulusal kimliğinin’ olması gerektiğini ve kendilerine hangi uyruktan olduklarının sorulabileceği- ni duyduklarında şaşırdılar.
Onlar kesinlikle kalın kafalı veya hayal gücü kıt insanlar değillerdi. Buna karşın, ‘kimsin sorusunun sorulması, in
sanı bir an için de olsa başka biri olabileceğine inanmaya sürükler. Bu ancak bir seçeneğiniz olduğunda, neyi seçti
ğiniz size bağlı olduğunda, bir şey yapmanız gerektiğinde, yani tercihin ‘gerçek’ olması ve bunun sizin tercihiniz ol
ması durumunda yaşanan bir duygudur. Fakat bu, ‘baş
ka kimlik’ gibi belli belirsiz (hatta düşünülemez) bir şeyi aramak, keşfetmek ya da icat etmek şöyle dursun, yaşadığı yerden uzaklaşmayı düşünecek şansı bile olmamış, özellikle uzak köylerde ve orman içlerinde yaşayan sakinler için söz konusu değildir. Onların dünyada-olma-biçimi, ‘kimlik meselesinin hayatın başka yolları (dilbilimsel kullanımın bizi ‘modern’ demeye sürüklediği yollar) tarafından açık hale getirilmiş anlamını soyup ortaya çıkarmıştır.
5 Giorgio Agamben, Means without Ends, trans. Vincenzo Binetti and Cesa- re Casarino (University of Minnesota Pres, 2000), s. 21.
Jorge Luis Borges, saldırıya uğramış yerel halkın hali pürmelâlini ‘başkalarına yasaklanmayıp onlara yasaklan
mış’ şeyleri yapmakla görevlendirilmiş insanlara örnek ola
rak tarif ederdi -Aristo’yu Arapçaya çevirmeye giriştiğinde İbn Rüşd’ün başına geldiği gibi... ‘İslam çerçevesi içine sıkışıp kaldığı’ ve böylelikle ‘tiyatronun ne olduğunu hiç sorgulamadan oyunun ne olduğunu hayal etmeye çalıştığı için’ İbn Rüşd’ün ‘trajedinin ve komedinin anlamını bilme
si hiçbir zaman mümkün değildi’.6
Genel anlamda ‘kimlik’, özel anlamda ‘ulusal kimlik’
fikri insanlık deneyiminde ‘doğal yollarla’ döllenmemiş, tabii biçimde kuluçkaya yatırılmamıştır. Aynı şekilde, ‘ha
yatın apaçık gerçeği’ sayılabilecek bir deneyimden de türe- memiştir. Bu fikir, modern insanın Lebensıaetime (canlılar âlemi, yaşam dünyası) zorla sokulmuş ve bir kurgu olarak ortaya çıkmıştır. Kimlik fikri, tam da kurgu olduğu için ve bu fikrin ima ettikleri, hatırlattıkları veya harekete ge
çirdikleriyle status quo ante (insan müdahalesinden azade, mukaddem olgular bütünü) arasında uzandığı acıyla hisse
dilen boşluk sayesinde ‘gerçeğe’ dönüşüp ‘verili’ hale gel
miştir. ‘Kimlik’fikri aidiyet krizinden ve bu krizin ‘olması gereken’ ile ‘olan’ arasındaki uçurumu kapatmak ve gerçeği bu fikir tarafından oluşturulmuş standartlar seviyesine çek
mek için tetiklediği çabadan doğmuştur. Bu, gerçeği zeha
bın suretinde yeniden yaratmaktır.
Kimlik Lebenswelt’e ancak henüz tamamlanmamış ve bitirilmemiş bir görev, bir eylem çağrısı, bir vazife ve bir hü
cum emri biçiminde girebilirdi. Nevzuhur modern devlet böyle bir görevi egemenlik sınırları içinde yaşayan bütün insanlar için zorunlu hale getirmek amacıyla elinden gelen
6 Jorge Luis Borges, Averroes’ search’, in Collected Fictions, trans. Andrew Hurley (Penguin, 1988), s. 241.
her şeyi yaptı. Kurgu olarak doğan kimlik, katılaşarak ger
çeğe dönüşmek için çokça tazyike ve ikna çabasına ihtiyaç duydu (daha doğru bir ifadeyle, akla gelebilecek tek gerçe
ğe dönüşmek için). Modern devletin doğup olgunlaşması süreci de her ikisiyle (tazyik ve ikna ile) dolup taştı.
‘İsa’nın doğum sahnesi’ ya da doğum yeri kurgusu, yeni doğan modern devletin kendi vatandaşlarından kayıtsız şartsız itaat beklentisini meşrulaştırmak için kullandığı formüller arasında başrolü oynadı (fakat her nasılsa, Max Weber tarafından meşru otorite tipleri arasında sayılmadı).
Devlet ve ulus birbirlerine ihtiyaç duyuyorlardı ve tabiri caizse bu kusursuz bir evlilikti. Devlet kendisini ulusun ka
derinin tecellisi ve istikbalinin teminatı olarak sunmak su
retiyle vatandaşlardan kesin itaat beklemekteydi. Öte yan
dan, devletsiz bir ulus geçmişinden emin olamaz, bugünü
ne güvenemez, geleceğine dair kuşkudan da kurtulamazdı;
bu yüzden de güvensiz bir varoluşa mahkûmdu. Devletin tanımlama, sınıflama, ayrıştırma, ayırma ve seçme gücü olmasaydı, yerel geleneklerin, lehçelerin, örfi hukukun ve yaşam biçimlerinin kümelenmesi kolay kolay ulusal bir topluluğun koyutlanmış birliği ve kaynaşması biçiminde yeniden şekillenmezdi. Şayet devlet bir ulusun kaderinin tecellisi idiyse, o aynı zamanda ortak kaderi paylaştığını id
dia eden (yüksek sesle, güvenle ve etkin biçimde) ulusun varlığının da gerek şartı idi. Cuius regio, eius natio (yöneten kimse, ulusu da o belirler) kuralı, hem avantaj hem deza
vantaj idi.
‘Ulusal kimlik’, en başından itibaren agonistik (kavga
cı) bir nosyon ve savaş narası idi; uzun süre de öyle kaldı.
Devlet reayasının kümelenmesiyle benzeşen birleştirici bir ulusal cemaat sadece sonsuza kadar başarısız olmaya değil, aynı zamanda ebediyen kırılgan olmaya da mahkûmdu.
Sürekli uyanıklık, devasa çaba ve çağrının duyulup bu çağ
rıya uyulduğundan emin olmak için çokça güç uygulanma
sını isteyen bir proje ( Ernest Renan ulusu bir ‘günlük halk oylaması’ olarak adlandırmıştır -her ne kadar Napolyon döneminden beri eşsiz merkeziyetçi emelleriyle tanınan Fransız devletinden kaynaklanan tecrübelerine dayanarak konuştuysa da-)... Meskûn sınırlar ile devletin bölün
mez bütünlüğü ve egemenliği arasındaki örtüşme olma
saydı, söz konusu şartların hiçbirisi karşılanamazdı -Cari Schmitt’ten hareketle Agamben’in öne sürdüğü gibi, bu egemenlik öncelikle ve en önemlisi dokunulmazlık gücüne bağlıydı-. Devletin raison d ’etre i (varlık sebebi) ‘biz’ ile ‘on
lar’ arasındaki sınırı çizmek, sıkılaştırmak ve denetlemekti.
Şayet tutarlı biçimde seçici olmasa, dışlanmanın tehdit ve uygulamaları tarafından sürekli can suyu verilip yenilen
mese, ‘aidiyet’ bütünleştirici ve disipline edici işleviyle bir
likte ihtişamını ve ayartıcı gücünü kaybederdi.
Eklemek gerekirse, ulusal kimlik hiçbir zaman diğer kimlikler gibi değildi. Kesin ittifak ve özel sadakat talep etmeyen diğer kimliklerin aksine ulusal kimlik, herhangi bir muhalefet şöyle dursun, rekabeti bile kabul edemezdi.
Ulusal kimlik, ‘biz’ ve ‘onlar’ arasında sınır çizmek için tekelci bir hakkı amaç edinen devlet ve onun temsilcileri tarafından (veya uluslaşmayı amaçlayan ‘gölge hükümetler’
ve ‘sürgündeki hükümetler’ örneğinde olduğu gibi -sadece kendi devletleri için haykıran ‘petrol ülkelerinde yaşayan uluslar’ tarafından-) titizlikle inşa edildi. Tekel oluştur
malarının yanında devletler, sınırları aşarak su götürmez biçimde yüksek mahkemenin pozisyonunu üstlendiler ve dava açan kimliklerin iddialarına dayanarak itirazı müm
kün olmayan cezalar verdiler.
Tıpkı çatışma halinde devletin yasalarının adaletin di
ğer tüm geleneksel formlarını geçersiz kılıp hükümsüz hale
getirerek iptal etmesi gibi, ulusal kimlik de ancak kendi
sine sadakatin mutlak önceliğiyle tezat teşkil ettiğinden şüphelenilmeyen (gerek ilkesel anlamda gerek uygulama
da) kimliklere izin veriyor ve onları hoş görüyordu. Bir devletin vatandaşı olmak, kimlik kartları ve pasaportlarda otoritelerce onaylanan yegâne özellikti. ‘Daha küçük’ olan diğer kimlikler, devlet tarafından yetki verilmiş ofisler tara
fından tasdikin ve sonrasında gelecek korunmanın peşinde koşmaya özendiriliyor veya zorlanıyorlar, böylece kraliyet veya cumhuriyet fermanlarına, devlet diplomalarına ve devlet tarafından onaylanmış sertifikalara bel bağlamak su
retiyle ‘ulusal kimliğin’ üstünlüğünü dolaylı olarak kabul ediyorlardı. Başka her kim olursanız olun ya da her kim olmayı arzularsanız arzulayın, son sözü söyleyen yine dev
letin ‘has kurumlan’ oluyordu. Onaylanmamış bir kimlik sahtekârlık, taşıyıcısı da sahtekâr ve dolandırıcı demekti.
Taleplerdeki büyüklük, ulus inşası ve sürdürülebilirliği görevinin endemik ve tedavi edilemez kırılganlığının bir yansımasıydı. Tekrar edeyim: ‘Doğuştan gelen aidiyet’in kendiliğinden ve su götürmez biçimde bir ulusa ait olmak anlamına geldiğine dair önermenin ‘doğallığı’, manası hak
kında güç bela uzlaşmaya varılmış bir şey olup, ‘doğallık’
görüntüsü ‘doğal’ dışında her şey olabilirdi. Modernlik ve mobilite öncesi zamanlardaki kadın ve erkeklerin beşikten mezara kadar hayatlarını geçirdikleri yerelliklerden oluşan
‘karşılıklı tanışıklığa dayalı mini-toplumlardan farklı ola
rak ‘ulus’, Lebenswetie (yaşam dünyası, varlıklar âlemi) an
cak herhangi bir kavramın hünerli arabuluculuğu sayesinde dâhil olabilen hayali bir varlıktı. Doğallığın görünümü ve iddia edilen aidiyetin güvenilirliği, ancak sürüncemede kal
mış geçmiş çatışmaların ürünü olabilirdi; bekası da henüz gerçekleşmemiş fakat gerçekleşecek olan çatışmalar dışında hiçbir şeyle garanti altına alınamazdı.
İtalya’da bunun fazlasıyla farkında olmalısınız. Risorgi
mento zaferinden iki yüz yıl sonra, İtalya artık neredeyse tek dilli ve tamamıyla bütünleşmiş yerli düşünceler ülke
sidir. Birbiri ardına, yerel ilgilerin ulusal bağları hükümsüz kılmasını sağlayacak çağrılar (yapaylıkla suçlanan) yapı
lıyor. Ulusal kimliğin önceliği, birleşmeden önce olduğu gibi, halen büyük ölçüde tartışmaya açık bir meseledir.
Jonathan Matthew Schwartz’in yerinde tespitiyle, aslında toplum denen tümlük onu oluşturan parçaların toplamın
dan daha fazla bir şey olmaktan ziyade (devlet gücünün kendi arzularını gerçekleştireceğine güvenen Durkheim’in ısrarla belirttiği gibi), ‘bu hayali bütün onu oluşturan par
çaların toplamından daha kurgusal bir şeydir.’7
Bu formülleştirmeden biraz olsun uzaklaşan kişi Ge
org Simmel’dir. Onun metropollerdeki yaşam formları ve modem toplumun çelişkileri üzerine yazdığı metin
lerde kimlik, tam olarak -Kantçı bir bakış açısıyla- top
lumsal hayatın öncülü olan Aile, Devlet ve Kilise gibi kurumların dışavurumu olarak zikredilmiştir. Bu du
rumda kimlik unsuru modern kitle toplumu tarafından büyük ölçüde parçalanmıştır. Hatta Simmel oldukça istekli biçimde, müesses nizamın çözülmesiyle ortaya çıkmış yaşam biçimlerine odaklanır. Bununla birlikte, şayet Alman sosyologun analizlerini Durkheim’inkilerle karşılaştıracak olursak, gerçeklik incelemesinde kimlik önemsiz bir unsurdur. Buna katılıyor musunuz?
Daha önce öne sürdüğüm şeyi tekrarlıyorum: ‘Kimlik sorunlarımıza’ kurucu babaların çalışmalarında cevap ara
mamamız gerektiğine dair önemli gerekçeler var. Hatta bu, ancak çok sonraları herkesin kaderi -lütuf ya da laneti- ola
7 Jonathan Matthew Schwartz, Pieces o f Mosaic (Intervention Press, Holj- berg, 1996), s. 132.
cak bir çeşit varoluşsal durumu kendi hayat hikâyesinin özellikleri nedeniyle bir an için görebilmiş ve tatmış olan Georg Simmel’in çalışmaları için de geçerlidir.
Modern sosyolojinin kurucularının bugünün musibet
lerinden kaynaklanan soru ya da sorunlara cevap veremiyor olmalarının temel sebebi şudur: Şayet ‘kimlik sorunları’
yüz ya da daha fazla yıl önce ortaya çıkmış olan cuius re- gio, eius natio (yöneten kimse, ulusu da o belirler) ilkesine dayanan uygulamalarla şekillendiyse, bugünün ‘kimlik so
runları’, tam aksine, söz konusu ilkenin terk edilmesinden, isteksizce uygulanmasından ve bu ilkenin tanımlanmasına girişilen yerlerde tesirsiz kalmasından kaynaklanmaktadır.
Kimlik ‘doğal’, önceden belirlenmiş ve müzakere edilemez görünmesini sağlayan toplumsal zeminini bir kez kaybetti
ğinde, hararetle dâhil olmak için davet bekledikleri bir ‘biz’
arayan bireyler için ‘kimlik tespiti/tanımlama’ her zaman
kinden daha önemli hale gelir. Lars Dencik’in İskandinav deneyiminden yola çıkarak ortaya koyduğu gibi:
Bireylere kimliğin tanımı şeklinde geleneksel olarak at
fedilmiş -az çok tevarüs edilmiş- ırk, toplumsal cinsiyet, toplumsal sınıf, vatan, doğum yeri ve aile gibi toplumsal mensubiyetler (sosyal aidiyetler), teknolojik ve iktisadi anlamda ilerlemiş ülkelerin çoğunda artık giderek daha önemsiz hale gelmekte, sulandırılmakta ve değiştirilmek
tedir. Aynı zamanda kişinin aidiyeti tecrübe ettiği ve kim
lik inşasını mümkün kılan, yeni gruplar bulmaya ve kur
maya yönelik eğilimler ve çabalar mevcuttur. Ve ardından yükselen bir güvensizlik hissi.. .8
Tam bu aşamada, yeri gelmişken şunu belirteyim (daha
8 Lars Dencik, ‘Transformation of identities in rapidly changing societies’, in The Transformation o f Modemity: Aspects o f the Post, Present and Future o f an Era, ed. Mikael Carleheden and Michael Hviid Jajobsen (Ashgate, 2001), s. 194.
sonra meseleyi hak ettiği biçimde ayrıntılı olarak tartışmayı ümit ederek): Bireylerin ‘bulmak veya inşa etmek isteyip de’ Ortodoks referans çerçeveleri tarafından yoksun bıra
kıldıkları ‘gruplar’, bugünlerde elektronik olarak şekillen- dirilebilen ve kolayca girilip terk edilebilen kırılgan ‘sanal topluluklara dönüşme eğilimindedirler. Bu grupların, katı olup da olduğundan da katıymış gibi görünen birliktelik biçimlerinin hakiki ya da hakiki olduğu farz edilen katı
lıkları sayesinde vaat edebildikleri rahatlatıcı (her ne kadar aldatıcı ve düzmece olsa da) ‘biz duygusunun’ (‘internette gezinmekle’ elde edilemeyen) yerini hakkıyla tutmaları ol
dukça zordur. Her ne kadar artık tedavi görüp iyileşmiş olsa da, kendi itirafıyla bilgisayar ekranlarında yanıp sö
nen ‘şimdi katıl’ tarzı tekliflerin peşinden koşup onları ya
kalamaya kafa yoran bir internet bağımlısı olan Clifford Stoll’dan alıntılayacak olursak, gerçek insanlarla kendili
ğinden oluşan ilişkiler geliştirme yeteneğimizi kaybediyo
ruz.9 Yönetim kuramcısı olan Charles Handy de benzer şekilde şunu söyler: “Ne kadar eğlenceli olursa olsunlar bu sanal cemaatler sadece bir yakınlık yanılsaması ve yalan
dan bir cemaat hissi yaratmaktan başka işe yaramazlar.”10 Bunlar ‘uyum sağlamanın, insanların yüzüne bakmanın ve gerçek diyaloglar geliştirmenin’ yerine geçecek şeyler de
ğildir. Bu tarz ‘sanal cemaatler’ şahsi kimliğe bir anlam da yükleyemezler -bu türden bir kimliği aramaya bir sebep teşkil etmez, zemin oluşturmazlar-. Bilakis, kişinin kendi benliğini gerçekleştirmesini aksi halde olacağından daha zor hale getirirler.
Eğitim profesörü ve çağdaş kültür sahnesinin eşsiz ve fe
rasetli bir gözlemcisi olan Andy Hargreaves’in ifadeleriyle:
9 Clifford Stoll, Silicon Snakeoil (Doubleday, 1995), s. 58.
10 Charles Handy, The Elephant and the Flea, (Hutchinson, 2001), s. 204.
Havaalanlarında ve diğer kamusal alanlarda insanlar, cep telefonu kulaklıklarını takmış halde, yakın çevrelerine ilgisiz paranoyak şizofrenleri andırırcasına, yüksek sesle kendi kendilerine konuşmaktadırlar. Deruni murakabe gitgide yok olan bir davranış biçimidir. Her geçen gün daha çok insan arabalarında, caddelerde veya süpermarket kasalarında yalnızlık anlarıyla yüzleşmekte, düşüncelerini toparlayamamakta ve fakat bir yerlerde birilerinin onlara ihtiyaç duyabileceğinin veya onları isteyebileceğinin ispa
tı sayılabilir umuduyla cep telefonlarının ekranlarına göz atıp durmaktadırlar."
Georg Simmel’in bahsini ettiği sokak serserileri ‘bezgin tavırlarıyla ünlüydüler. Fakat onların cep telefonu kulak
lıkları yoktu. Tıpkı şimdi bizim olduğumuz gibi onlar da muhtemelen şehrin caddelerinde sürüp giden piyeslerin hevesli izleyicileriydiler; fakat onlar bu tiyatroyu oyuna katılmadan izliyorlardı. Görüp seyrettikleri şeye belli bir mesafede duruyorlardı. Oysa oyunun sergilendiği sahne
den belli bir uzaklıkta durmak onlar için kolay bir mesele değildi; fiziksel yakınlık kolayca duygusal yakınlıkla ka- rıştırılabilirdi. Erving GofFman bu durumu anlatabilmek için ‘uygar kayıtsızlık’ kavramını icat etti (her ne zaman kendimizi yabancıların arasında bulsak farkında olmadan hepimizin başvurduğu, mesafeli ve ilgisiz kalma niyetimizi gösteren, kendi başımıza kalmamızı sağlayan, göze çarpma
yan, ehemmiyetsiz fakat hassas birtakım jest ve mimiklerle vücut hareketleri). Simmel’in sokak serserileri, daha sonra Baudelaire ve Foucault’nun flanörleri ile Goffman’ın uy
gar kayıtsızlık sanatını uygulayanlar şehrin caddelerinde kendilerini özdeşleştirecekleri bir cemaat arayışıyla dolaş
mıyorlardı. Oysa kimliğin komünal tecessümü, ‘onlara ih
tiyaç duyan ve onları isteyen’, karşılığında onların ihtiyaç
11 Andy Hargreaves, Teaching in the Knowledge Society: Education in the Age o f Insecurity (Open University Press, 2003), s. 25.
duyduğu ve istediği, az çok hizmet etmeye ya da kullanıma hazır halde ve hareketsiz biçimde, yuvalarında veya işyerle
rinde güvenlice yerleştirilmiş olarak onları bekleyen ‘birile- ri’ demektir.
Akışkan modern dünyanın sakinleri olan bizlerin fark
lılaştığı yer tam da burasıdır. Biz kimliklerimizin komünal referanslarını hareket halindeyken arıyor, inşa ediyor ve bir arada tutuyoruz -benzer şekilde mobil ve hızla hareket eden gruplarla eşleşmeye çabalıyor, onlarla fazla uzun sürmeyen anlık birliktelikler peşinde koşup, bu tür ilişkiler kurma
ya ve onları hayatta tutmaya çalışıyoruz-. Bunu yapmak için Goffman’ın düsturunu gözetip uygulamamıza gerek yok. O işi cep telefonları halleder. Cadde üzerindeki bir dükkândan bir cep telefonu satın alıp, amacımıza hizmet edebilecek tüm becerileri edinebiliriz. Yerli yerinde bir ku
laklıkla, artık karmaşık görgü kurallarına ihtiyaç duymak
sızın, yürümekte olduğumuz caddeden kendimizi yalıtabi
liriz. Telefonu açmakla caddeyle olan bağımızı koparırız.
Böylece fiziksel yakınlıkla ruhsal uzaklık arasındaki çelişki artık son bulur.
Hızla yol alan ve gitgide hızlanan bir dünyada, farazi sürekliliklerine dayanarak yararlılık iddiasında bulunan re
ferans çerçevelerine artık güvenemeyiz (zaman üstülükten bahsetmeye bile gerek yok). Şüphesiz onlara ne güvenir ne de ihtiyaç duyarız. Bu tarz çerçeveler kolaylıkla yeni bir muhtevaya kavuşmazlar. Söz konusu referans çerçeveleri
nin hemen elimizin altında olan, her biri heyecan verici fa
kat aşina olmadığımız, henüz müptezel hale gelmediği için umut veren tüm şu yeni, keşfedilmemiş ve denenmemiş kimlikleri tanzim etmek için fazlasıyla dar ve hantal olduk
ları kısa zamanda kesinlik kazanacaktır. Olabildiğince katı ve inatçı olan bu çerçevelerin, aynı zamanda, ‘son kullanım
tarihi’ geldiğinde eski içerikleri temizleyip onlardan kur
tulmaları da zordur. Geçici fırsatlar ve kırılgan tahvillerin cesur yeni dünyasında, eski tip katı ve müzakere edilemez kimlikler tek kelimeyle başarısız olacaklardır.
Halk irfanı değişen ihtiyaçları fark etmekte hızlı dav
ranmış ve o ihtiyaçları karşılamayacağı aşikâr olan yaygın irfanı da gecikmeden alaya almıştır. 1994’te Berlin caddele
rine asılan bir posterde, artık dünya gerçeklerini içermeyen referans çerçevelerine uyulan sadakatle şu şekilde dalga ge
çilmiştir: “Sizin İsa’nız bir Yahudi; arabanız Japon; pizzanız İtalyan; demokrasiniz Yunan; Kahveniz Brezilyadan; tatili
niz Türkiye’de; sayılarınız Araplardan; harfleriniz Latin; tek komşunuz ise bir yabancı.”'2 Polonya’nın ulus inşası dö
neminde çocuklara kimlik sorularına şu cevapları verme
leri salık verilirdi: Sen kimsin? Küçük bir Lehim. Simgen nedir? Beyaz kartal. Çağdaş kültürün yetkin bir sosyoloğu olan Monika Kostera’nın öne sürdüğüne göre bugünün cevapları oldukça farklı olurdu: “Kimsin? Kırklı yaşlarda, mizah anlayışına sahip yakışıklı bir erkeğim. Simgen ne
dir (burada “sign” kelimesinin burç anlamı kullanılıyor)?
İkizler.”13
Berlin’deki poster küreselleşmeyi ima ederken, ‘kimsin’
sorusuna verilen muhtemel cevaptaki değişiklik, kimlikler
deki (hakiki ve koyutlanmış) hiyerarşinin yıkılışına işaret eder. Bu iki olgu birbiriyle yakından alakalıdır.
Küreselleşme, devletin taş gibi sağlam ve dayanıklı olan ulus ile olan evliliğini sürdürme isteğinin veya ulus üzerin
deki nüfuzunun artık ortadan kalkması anlamına gelir. Ev
lilik dışı flörtler ve hatta zina hadiseleri hem kaçınılmaz hem
12 Quoted after Hana Mamzer, Tozsamosc wpodrozy (Poznan, 2002), s. 13.
13 Monika Kostera, Postmodemizm w zarzadzaniu (Warsaw, 1996), s. 204.
de mubahtır ve çok zaman içtenlikle ve hevesle gerçekleş
tirilir. (‘Özgür dünyaya’ -önce OECD’ye sonra da Avrupa Birliğine- kabul edilmek için konulmuş şartları karşılamak amacıyla, Orta Avrupa ülkelerinin hükümetleri ulusal var
lıklarını küresel sermayeye açmış ve küresel finans akışı için tüm engelleri kaldırmışlardır.) Emek-ve-sermaye yoğun görevlerinin büyük bölümünü küresel piyasalara devreden devletler, vatanperverce coşkunluklara dayalı arza çok daha az ihtiyaç duyarlar. Ulus devletlerin büyük bir kıskançlıkla korudukları varlıkları olan vatanperverlik duyguları bile pi
yasa güçlerine devredilmiş ve onlar tarafından spor, eğlen
ce sektörü, yıllık festival ve anma programı endüstrisinin organizatörlerinin kârlarını maksimize etmek için yeniden düzenlenmiştir. Öte yandan, kimlik peşinde koşanlar, bir zamanların boğun eğmez ve bölünmez bölgesel egemen
liğinden arta kalan kifayetsiz bakiyesiyle kalakalmış devlet güçlerinden tam garanti ümit etmek şöyle dursun, küçük bir teminat bile bekleyemezler. Thomas Marshall’ın meş
hur üç hak söylemini hatırlamamız gerekirse: Ekonomik haklar günümüzde devletin elinde değildir; devletin su
nabileceği türden siyasi haklar kesin surette sınırlanmıştır ve Pierre Bourdieu’nun pensée unique (tek/hegemonik dü
şünce) diye adlandırdığı, tamamen liberalleştirilmiş serbest piyasanın neoliberal tarzı içinde tutulmaktadır. Toplumsal haklar ise birer birer kişisel bakım ve üstünlük sağlama ça
basının bireysel göreviyle yer değiştirmektedir.
Böylece ulus ile devlet evliliğinin iki partneri de evlilik
lerinde ve birbirlerine olan eğilimlerinde yavaş yavaş fakat istikrarlı biçimde isteksizlik göstermekte, artık moda haline gelen ‘yarı müstakil çiftler’ tarzındaki yaşam politikalarına meyletmektedirler.
Artık tekel oluşturma arayışındaki kurumlar tarafından