• Sonuç bulunamadı

Düzenleyen Bağcılar Belediyesi Gümüşhane Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı Bağcılar Gümüşhaneliler Kültür ve Yard. Derneği

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Düzenleyen Bağcılar Belediyesi Gümüşhane Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı Bağcılar Gümüşhaneliler Kültür ve Yard. Derneği"

Copied!
16
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

Yayın Koordinatörü Kenan GÜLTÜRK

Editör

Doç. Dr. Hür Mahmut YÜCER Çeviri

Prof. Dr. Süleyman DERİN Prof. Dr. Halil İbrahim KAÇAR

Tashih ve Redaksiyon Doç. Dr. Hür Mahmut YÜCER Ekrem KIZILTAŞ

Düzenleyen Bağcılar Belediyesi

Gümüşhane Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı Bağcılar Gümüşhaneliler Kültür ve Yard. Derneği Tasarım

Asitane Organizasyon

Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık M. Fatih AKYÜZLÜ

Baskı & Cilt

Baskı Tarihi Şubat 2014 İstanbul

1996 R

EK

LÜ

L L

E T

N Ü

A R

H VE

Ü Y

M A

Ü R

G D.

R DA EL RI NC EA B

(3)

PROF. DR. SÜLEYMAN DERİN Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi

Ahmed Ziyâeddin-i Gümüşhânevî’de Şerîat Hassasiyeti

Tarîkatlar, tasavvufun bireysellikten kurum- sallaşmaya başladığı dönemden itibaren orta- ya çıkmış mânevîyat kurumlarıdır. Her tarîkat bulunduğu bölgenin ve muhatap kitlenin farklı yönlerine hitap etmesi açısından zaman için- de değişim ve gelişimlere uğramıştır. Tasavvuf araştırmacıları bu durumu göz önüne alarak tarîkatları farklı şekillerde sınıflandırmıştır.

Bu sınıflandırmalardan en önemlilerinden birisi de tarîkatları şer’î açıdan ele alan tas- nif şeklidir. Şerîata bağlılık noktasında İslâmî ilimlerle muvâfakat içinde olan gruplar bâ-şer tarîkat olarak isimlendirilmiştir. Diğer grup ise şerîata bağlılık noktasında kendilerine has bir yorum benimseyerek veya İslâmî ilimleri ken- dilerine göre yorumlayarak bu yaygın muvâfa- katın dışına çıkan gruptur ki onlara da bî-şer tarîkatlar olarak ismi verilmiştir. Bu gruplar yer yer şerîatın inkârına kadar işi vardırabilmişler- dir. Bunlara en müşahhas örnek olarak zikrede- bileceğimiz akımlar Kalenderîlik, Hurûfilik ve Bâtınilik gibi gruplardır.

Tasavvuf tarihi içerisinde yaygın olan şer’î çizgiyi zedeleyen akımlara karşı pek çok müel- lif harekete geçmiş ve bu sebeple eserler kaleme

alınmıştır. Bunlar arasında Hucvirî’nin şerîat ve tarîkat vurgusu, Gazzalî’nin muamele-mükaşe- fe ilmi ve benzeri ayrım üzerinden muameleye vurgu yapması ve bu noktada muamelesiz mü- kaşefenin olamayacağını söylemesi, İmam Rab- banî’nin bilhassa ehlisünnet vurgusu ve konu- ları bu çizgi üzerinden değerlendirmesi örnek verilebilir. XIX. yüzyıla geldiğimizde ise bu şer’î çizgiyi aynen devam ettiren isimlerin başında Ahmed Ziyâeddin-i Gümüşhânevî gelmekte- dir. Kendisi muhaddis ve kelam alimi olup aynı zamanda adab ve erkâna dair eserlerin müellifi olması hasebiyle bu şer’î çizgiyi hem yaşantısı hem de yazdıklarıyla aktaran zü’l-cenaheyn bir kişidir. Gümüşhânevî hazretleri meseleye çok yönlü yaklaşır ve bu çizginin önemli şahsiyet- lerinden İmam Rabbanî gibi öncelikle sûfîlerin akidesini korumaya çalışır.

Günümüzde de tasavvuf hareketini İs- lam’dan ayırmaya, onu hümanist, toleranslı, şerîatı olmayan, sabiteleri kaybolmuş bir din haline getirmeye çalışan kesimlerin sesi her za- mankinden daha gür çıkmaktadır. Zira İslam dini bu yüzyılda batılı güçlerce yeni düşman olarak hedef tahtasına oturtulmuş, özellikle İs-

(4)

lam şerîatı bir fobi haline getirilmiştir. Bunun neticesi olarak bazı kesimler tasavvufu İslam’a alternatif bir din gibi sunmaya başlamışlardır.

Tasavvuf hareketinin inanç ve amelleri ile oy- nayarak onun İslâmî dokusunu bozmaya çalış- maktadırlar. Tasavvufu mistik, egzotik, her tür haramı, yanlış inancı hoşgörü ile kabul eden bir inanç sistemi haline getirmeye uğraşanlar kar- şısında onun İslâmî sâfiyetini korumaya çalışan büyük sûfîler de her dönemde olagelmiştir. Bu sebeple biz bu tebliğimizde Ahmet Gümüş- hânevî’nin konu ile ilgili hassasiyetini ve fikir- lerini ortaya koymaya çalıştık. Bunu yaparken de Nakşî geleneğinin tecdid temsilcisi sayılan İmam Rabbanî’nin görüşlerine sık sık yer ver- dik. Zira Gümüşhânevî aynı çizgiyi 19. yüz- yılda sürdürmeye çalışması itibari ile İmam’ın misyonunu Osmanlı Topraklarına taşımıştır.

Ahmet Gümüşhânevî’nin Sahih İtikat Hassasiyeti

Sûfîler keşif ve ilhamı haber kaynağı olarak değerli gördüğü için zaman zaman ehlisünnet inancına aykırı görüşleri savunabilmişlerdir.

Başka bir deyişle sûfî çevrelerde tartışma konu-

su olan sadece cehrî zikir, sema gibi fıkhı ilgi- lendiren meseleler değil ayrıca vahdet-i vücûd, hulul, gibi kelamî konulardır. Ahmed Gümüş- hânevî belki de bu meselenin farkında olarak eserlerinden birini kelam sahasına hasretmiştir.

Onun bu tutumu sûfî ulema arasında fazlaca görülen bir davranış değildir, bu açıdan onun ehl-i sünnet inancı diye tercüme edilen Câ- miu’l-mütûn adlı eseri ayrı bir öneme sahiptir.

Zira tasavvuf erbabını en çok sıkıntıya sokan itikadî görüşlerdeki kaymalardır. Gümüşhânevî bu konuyu o kadar önemser ki eserinde şöyle der:

‘Günümüzün aklı başında olan insanları tek bir şeyle meşgul olmaya mecburdurlar. O da insan ruhunu, Cehennemde ebediyen kalmak gibi bir fe- laketten kurtarıp, kullarına sayısız nimetler bah- şeden Allah’ın rahmetine kavuşturmak için olanca güçleri ile çalışmaktır’.1

Konunun ciddiyetini daha önce dile getiren İmam Rabbâni, Mektubât’ında tasavvuf adına hululiyyecilik yani sûfînin Allah ile birleştiğini iddia etmek gibi sapık görüşlerden müritlerini uzak tutmaya gayret eder. Özellikle fenâ fillâh 1- Ahmed Ziyâeddin-i Gümüşhânevî, Ehl-i Sünnet İ’tikadı, İstanbul, Bedir Yay, s.29

(5)

gibi anlaşılması zor kavramların doğru anlaşıl- masına çalışır:

‘Fenâ-fillâh ve bekâ-billah denilen merte- belere varmak, mümkin vâcib olur demek de- ğildir. Böyle şey olamaz. Böyle şeyin olması, hakîkatleri bozmak, birbirine karıştırmak olur.

Mahlûk, (sonradan yaratılmış olan), vâcib ola- mayacakları, hep var olamayacakları için, vâ- cibden mümkinin eline geçen şey yalnız (O’nu anlamaktan) acziyettir.’2

Gümüşhânevî’ye göre mânevîyat yolunda mesafe almanın en önemli şartı sûfinin sahih bir akideye sahip olmasıdır. Sahih bir iman ol- madan sâlike hiçbir ameli fayda vermez. Sûfî- lerin zındık ismini verdiği bu kesimler her ne kadar onlar gibi amellerde bulunsalar da itikat- ları bozuk olduğu için Allah’ın rahmetinden uzak düşmüşlerdir. Sûfîlerin imanî konulardaki genel tutumları onu ehlisünnetten ayrı bir yere çekmek değil, taklidî olan inançları tahkîkî hale çevirmektir. Bu genel çerçevenin içinde olarak Gümüşhânevî de İmam Rabbanî gibi sûfîlerin peşinden giderek imanî konularda sıkı bir eh- lisünnet takipçisi olmuş daha ziyade sûfîlerin taklitten kurtularak tahkîkî imana kavuşmaları için gayret sarf etmiştir.

‘Bir insan iman ve küfrün ne olduğunu bil- mezse hidayet, dalalet ve ilhadın da ne olduğunu kavrayamaz. Kelime-i tevhidin alışkanlık icabı söylenişi insanı ancak icmalî imana götürür. Bu inanışla da tafsile, tahkîk ve ilme varılmaz.’3

Bu sebeple sâlik zikir, tefekkür ve diğer amellerle nefsini olgunlaştırarak Allah Teâla

hakkında tartışmasız bilgi yani marifet sahibi olmayı hedefler. Onun imanı sadece etrafını dikkate alan taklidî değil bizzat kendi içinde içselleştirilmiş tahkîkî bir iman olur.

Bu konuda Gümüşhânevî’ye öncülük eden İmam Rabbani de şöyle der: Sûfîlerin yoluna girmekten maksat, şerîatın inanılmasını emret- tiği şeylere yakinî imanı artırmaktır. Böylelikle istidlalî imanın darlığından, keşfî imanın aydın- lık fezasına erilir. İcmâli imandan, tafsîli imana geçilir. Mesela, Vacibü’l-Vücûd olan Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin varlığı ve birliği önce istidlalî veya taklidî iman ile bilinir ve bunların gücü oranında iman yakîne kavuşurken; tasavvuf yoluna girildiğinde bu istidlalî ve taklidî iman keşfî ve şuhûdî imana dönüşür, yakîni iman en kâmil şekilde elde edilir.4

Gümüşhânevî İslam dininin son din olarak tek din olması hususunda da hassastır. Bu se- beple o, İslam ile diğer dinleri telfik eden yani İslam’ı diğer dinlerle eşit gören fikirlere kesin- likle karşıdır. Ona göre sûfînin başka dinlere iltifat etmesi ve onları güzel görmesi, onlarla beraber iş yapması mümkün değildir. Başka din sâliklerine tolerans göstermek, onların inançla- rını sevmek ve takdir etmek manasına gelme- melidir. İbn Arabî gibi bazı sûfîlerin sözlerini yanlış yorumlayarak tasavvufun tüm dinleri ka- bul ettiğini öne süren görüşleri Gümüşhânevî kabul etmez. Zira bu tür sözler ve davranışlar insanı dinden çıkarmaya sebep olur. Onun aşa- ğıdaki şu sözleri bu konuda her tür kapıyı ka- patacak cinstendir:

2- İmam Rabbanî, Mektûbât, I. Cild, 126. Mektup

3- Ahmed Ziyâeddin-i Gümüşhânevî, Ehl-i Sünnet İ’tikadı, İstanbul, Bedir Yay, s.159 4- İmam Rabbanî, Mektûbât, I. Cild, 210. Mektup

(6)

‘Ben kiliseyi, mescidi, papazı ve imamı severim diyen kâfir olur. Bir kimse kâfir bir dostuna daha fazla yaklaşmak için sen dinini muhafaza et ben de muhafaza edeyim yahut senin dinin de hak be- nim dinim de hak, hepsi Allah’ın dini, hepsi iyidir derse kafir olur’5.

Onun bu görüşlerinin tabii neticesi olarak sûfî İslam’ı yaymak ve onu tebliğ etmek ile va- zifelidir. Genelde ihmal edilen bu vazife ona göre İslam’ın en büyük vecibelerdendir.6 Za- manımızda fazlaca ihmal edilen bu konu Gü- müşhânevî tarafından gündeme getirilmiş ve sâlikin pasif değil aktif bir hayat tarzı yaşaması istenmiştir, o bu konuda şöyle der:

İyiliği emretmek ve kötülüğü nehy etmek farz-ı kifayedir. İnkar etmek ve hafife almak küfürdür. Emr-i bi’l-maruf, en büyük vecibeler- dendir. Allah için öfkelenmeyene hiçbir ameli fayda vermez.7

Gümüşhânevî’ye göre sâlikin emri bi’l-ma- ruf ve nehy-i ani’l-münker yapması için her de- diğini yaşama şartı aranamaz. Zira bu şart ko- şulursa nasihat kapısı tamamen kapanmış olur.

Eğer bu görüş: “Siz insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz’8 âyetine muhaliftir denecek olursa, bu ayette kastedilen insanları vaaz etmekten men değil onların kalplerini tez- kiye ederek amele yönelmelerini sağlamaktır.9

Gümüşhânevî kelam kitaplarının mutat ter- tibinin dışına çıkarak eserinin ortasına elfâz-ı

küfür bahsini ilave etmiştir. Zira insanlar bazen sahih itikat konusunda bilgi sahibi olsalar da nefislerine uyarak şaka, boş laf ve gevezelik ba- bından sözler ile dahi küfre düşebilmektedirler:

‘Elfâz-ı küfrün ifade edilmesi de inançların fesadına, fikirlerin bozulmasına yol açarak, insanı irtidat bataklığına sürükler. Böyle bir belaya du- çar olan bir kimse bin yıl oruç tutup namaz kılarsa ve diğer bütün ibadetleri de ifa etse, asla fayda- sını göremez. Onun yeri cehennemdir. Hususi ile isyan, ifsat ve cehalet denizinin taştığı, azgınlığın, içi çürük dışı yaldızlı güzelliklerin ve bidatlerin mahir eller tarafından süslenerek sunulduğu, böy- lesine çetin bir zamanda imanı kurtarmak kolay değildir. Dilini küfre götüren sözlerden korumak ve ihsan mertebesine; Allah’ı cc. görür gibi iman ve ibadet etme derecesine ulaşmak sureti ile imanın hakikatine varmaya muvaffak olanlar ne kadar bahtiyardır.’10

Bazı sûfîlerin şathiyat adı altında hakikatine erişemedikleri sözleri taklit ile söylemesi ger- çekten de son derece tehlikelidir. Ayrıca sûfî kı- lığına bürünmüş bazı mülhitlerin sapık sözleri de bu manada düşünülebilir. Ayrıca saf İslam inancı ile alay eden Bektaşi fıkraları da tasav- vuf çevrelerinde üzerinde düşünülmeden anla- tılagelmektedir. Tüm bunlar Gümüşhânevî’nin ifade ettiği gibi isyan, ifsat ve cehaletin süsle- nerek ortaya atılmasından ibaret olup, hakiki sûfîler yanında hiçbir kıymeti yoktur.

5- Ahmed Ziyâeddin-i Gümüşhânevî, Ehl-i Sünnet İ’tikadı, Bedir, yayınevi, s.143 6- Gümüşhânevî, Ehl-i Sünnet İ’tikadı, s.14

7- Gümüşhânevî , Ehl-i Sünnet İ’tikadı, Bedir, yayınevi, s.140 8- Bakara, 2/44

9- Gümüşhânevî , Ehl-i Sünnet İ’tikadı, s.141 10- Ehl-i Sünnet İ’tikadı, Bedir Yay., s.143

(7)

İşin özeti Halidî gelenekte sağlam bir ehli- sünnet inancı mânevîyatın temelidir. Tasavvufa girerken sâlik, İslam’da olmayan yeni bilgiler öğreneceğini zannetmemeli, zaten dinde olan amelleri ihlâs ve ikan ile yapmayı hedeflemeli- dir. İmam Rabbanî bu niyeti şöyle açıklar:

‘İtikat ve amele dair iki kanat elde ettikten sonra, Hak Teâlâ’nın tevfiki ile tasavvuf yoluna girmek gerekir. Bu yola girmenin gayesi itikad ve amel hususunda fazladan ve yeni bir şey elde etmek olmamalıdır. Zira böyle bir arzu, ayak kaymala- rına sebep olan uzun emeller ve başka maksatla- rın peşinde koşmak olur. Tarîkata girmekten amaç itikad edilen şeyler hakkında yakîn ve itminan elde etmektir. Öyle ki sâlikin imanı şüphecilerin bulandırması ile sarsılmayacak hale gelecektir…

Tasavvufun bir diğer maksadı da amelleri rahat ve kolay bir şekilde yapmak, nefs-i emmâreden kaynaklanan tembellik, inat ve zıtlaşmaktan kur- tulmaktır.11

Tarîkatlar arasında şerîat hassasiyeti olarak en önde bulunanı genelde Nakşîlik olmuştur.

Bahauddin Nakşibend şerîata uygun görme- diği için cehri zikirden hafi zikre geçmiş her ne kadar inkar edilmese de tartışmalı bir konu olduğu için musikiye de ayinlerinde yer ver- memiştir. Nakşiliğin bu hassasiyeti silsilesinin hemen tüm meşâyihinde görülmüştür. Özellik- le İmam Rabbanî’nin bu konudaki hassasiyeti takdire şayandır. Zira o bazı sûfîlerin yaptığı gibi ilham, keşif gibi mânevî lezzetleri tasavvu- fun ana gayesi olmaktan çıkarır, bunların yerine Kur’an ve sünnete uymayı her şeyin üstünde tutar, hatta Nakşîliğin diğer tarîkatlara olan üs- tünlüğünü bu tutumlarına bağlar:

‘Bu tarîkatın büyükleri sünnet-i seniyyeye uymayı, çirkin bidatlerden kaçmayı düstur edin- mişlerdir. Bu sebepledir ki sünnete uyma nimeti- ni kendilerinde gördüklerinde, mânevî hal adına hiçbir şeyleri olmasa da buna üzülmezler. Sünnete uydukları için bilakis sevinirler. Sünnete uyma konusunda bir gevşeklik gördüklerinde ise bazı mânevî hallere sahip olsalar bile bundan razı ol- mazlar.’12

Nakşîlik ve Siyaset:

Nakşi meşâyihi tarih boyunca siyaset adam- larına yakın durmuşlar, onları şerîat caddesinde tutmaya gayret göstermişlerdir. Nakşîlik saha- sındaki çalışmalara ile öne çıkan Algar’a göre bu tarîkat erbabının siyaset adamlarına yakın durmasının sebebi de onların şerîatı korumaya yönelik hassasiyetleridir. Zira onlar Ubeydullah Ahrâr, İmam Rabbanî, Halid-i Bağdadî örne- ğinde olduğu üzere siyasilere yol göstermekten ve onları şerîatı tatbike teşvik etmekten geri durmamışlardır. Algar şöyle der:

‘Mevlana Halid de bir halifesine yazdığı mek- tupta oldukça açık bir şekilde “Şerîata bağlılığın diğer bütün tarîkatlardan fazla Nakşibendiy- ye’nin karakteristik özelliğini olduğunu” vurgu- lar. İslam’ın temel kaynağı olan, onun bu dünya- daki etkili ve güvenli varlığının garanti altına alınmasını ve kişinin öte dünyada kurtulmasını sağlayan şerîata olan bu kuvvetli ilgi, Nakşiben- dileri kaçınılmaz olarak siyasi faaliyetlere hazır- lıyordu. Orta Asya’da Ahrar’ın Timur prenslerine, Mevlana Halid’in Bağdat ve İstanbul’da meşhur şahsiyetlere ders vermesinin altında bu hassasiyet yatar. Nakşibendilerin çok önem verdiği fıkıh ve 11- İmam Rabbânî, Mektûbât, 266. Mektup.

12- İmam Rabbanî, Mektûbât, 266. Mektup.

(8)

tasavvufun bu ideal birleşimi, çok sayıda ulemayı tarîkata çekti.’13

Algar’ın da belirttiği üzere Nakşîlik bu ma- nada hayatın içinde olan bir tarîkattır. Aynı du- rumu Ahmet Gümüşhânevî için de rahatlıkla söyleyebiliriz. Tekkesini gelip Cağaloğlu gibi bir yerde Fatma Sultan Camisini ihya ederek kurması, başka bir deyişle ücra bir köşede yaşa- maya razı olmaması bize onun bu yaklaşımını gösterir.

Burada yeri gelmiş iken İmam Rabbanî sil- silesinde yer alan bazı meşâyihin hayatlarından ve onların şerîat hassasiyetlerinden örnekler vermek yerinde olacaktır. Zira bu hassasiyet imam Rabbanî’nin de ifade ettiği üzere Nakşi- liğin en belirgin tercih sebebi olup sadece bazı şeyhlerinde bulunmaz hemen tüm meşâyihi içine alır:

Topbaş’a göre, Nakşî Tarîkatının, Hâlidiyye kolunun, halk ve devlet adamları ile ilim adam- ları arasında kısa zamanda ve süratle yayılma- sının sebebi; Hâlid-i Bağdadî Hazretlerinin şerîat-ı garrâya sıkı sıkıya bağlı bir ilim ehli ol- masının yanında, halîfelerini de genellikle ilim ehlinden seçmiş olmasıdır. Ve bunları mânevî yönden de bizzat yetiştirip, muhtelif memleket- lere göndermesiyle geniş bir coğrafya da tanın- masına sebep olmuş, böylece “Hâlidîlik” XIX.

Asrın en büyük ve en yaygın tarîkatı haline gel- miştir.14

Aynı hassasiyeti Gümüşhânevî’nin hulefa seçiminde de görmek mümkündür. Hem ken- disi hem de hulefası İslâmî ilimlerle doğrudan ilgilenmişler, zâhir ve bâtını kendilerinde cem

etmişlerdir. Gümüşhânevî’nin kaynaklarda zik- ri geçtiği üzere bir milyona yakın müridi olma- sının sebebi herhalde bu yaklaşım olmalıdır.

Bu sebeple mânevîyat yoluna intisap etmek isteyen sâlik öncelikle şeyhinde bu hassasiyeti aramalı onun muamelatına bakmalıdır.

Sohbet Şeyhi Seçimi

Gümüşhânevî’ye göre mânevîyat yoluna gi- rişin ilk adımı talibin kendine rehberlik yapa- cak istikamet ehli bir rehber arayarak atar. Ona göre bu konuda önemli olan insanların bir insan hakkındaki ileri geri sözleri değil, şeyh ittihaz edilecek insanın Kur’an ve sünnete bağlılığıdır.

Sâlikin sohbet şeyhini veya sohbet arkadaşlarını seçerken dikkat etmesi gereken en önemli un- sur şerîat ölçüsüdür. Zira nefs genelde şerîata uymayan insanlara daha çok meyl eder, bu ko- nuda şöyle buyurur:

‘Sohbetin esasının hissen, duygu bakımından birleşme ve mensûbiyyet olduğu bilincine, sâlik önce kendi nefsini yoklamalıdır. Acaba kimin soh- betinden zevk alıyor? Kim kendi üzerinde daha nüfuzlu oluyor? Böylece sâlikin şahsiyeti de ortaya çıkar. Sevdiği, dinlediği iyi ise sâlik iyi yoldadır.

Kendisi ile sohbetten zevk alınan kimse şerîat te- razisinde tartılmalı ve şerîat ölçü ve tartıları doğ- ru çıkarsa, o zaman böyle bir kimse ile seviştiği, karşılıklı sohbet alışverişinde bulunduğu için sâlik kendi kendini tebrik etmelidir. Eğer ünsiyet edilen, sohbetinden zevk duyulan kimsenin hali şerîat öl- çülerine uymuyorsa, o zaman üzülmeli ve yakınlık duyulan kimseyi derhal terk etmelidir. Bu hususta nefsini çok çok kötülemelidir. Eğer hali şerîate uy- mayan fâsık kimselere meyil sâlikin kendi nefsin- 13- Hamid Algar, Nakşibendîlik, haz. Cüneyd Köksal, İstanbul, İrfan yay. s.96

14- Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yay, 2012, s.495

(9)

de ise, o nefisten aslandan kaçar gibi kaçmalıdır.

Zira nefsin istediğini yapmak sâlikin kalbinin ka- rarmasına, Allah’ın rızasından uzak kalmasına, içinin buğz ve kinle dolmasına, bir türlü gafletten kurtulamamasına ve şiddetli cezalara mahkûm ol- masına sebep olur.

Sâlikin sohbetini aradığı ve muhabbet duyduğu kimsenin dînî durumunu, haramlara karşı tutu- munu, merhamet ve şefkatini, iffet ve namusluluk vaziyetini, takva üzere olup olmadığını, emanete hıyanet edip etmediğini, bidatlerden ve nefsinin arzularına uymaktan kaçınma durumunu iyice bilmesi vaciptir. Bir de sohbetine gittiği kimsenin mensup olduğu yolun Kur’an ve Sünnet’e, saha- bîlerin hayatına ve mürşitlikleri erbabınca kabul edilmiş bulunan ârif, kemale ermiş ve olgunlaşmış velîlere uygunluk durumuna dikkat edilmelidir.

Eğer uygunluk varsa, öyle kimse ile dostluk kur- mak ve karşılıklı sohbetleşerek, Hak yoluna yürü- meye devam etmek lâzımdır.’15

Peki, süluk şerîata göre yapılmazsa neye göre yapılacaktır. Bu konuda tarih boyunca görülen en büyük hata insanların Kur’an ve sünneti ara- dan çıkararak bazı mistik düşüncelere tabi ol- malarıdır. Tasavvufi hareketlerin en büyük çık- mazı budur. Zira her mistik uygulama tasavvuf açısından doğru kabul edilemez. Mesela Hris- tiyan rahiplerinin evliliği inkar eden ruhbanlık anlayışı, Allah’ın helal kıldıklarını haram kılan Hint mistisizmi ve dilenmeyi bir hayat tarzı edinen tufeyli anlayışlar dinlerin değil ancak insan felsefesinin birer ürünüdür. Başka bir de- yişle dini referansı olmayan her tür uygulama felsefi bir uygulamadır ki günümüzde de bazı

mahfiller tasavvufu böyle bir mecraya sokmak için uğraşmaktadırlar. Sûfîleri hümanist filozof- lar olarak göstermekle onların dinle olan ala- kasını unutturmaya çalışmaktadırlar. Gümüş- hânevî de bu konuda oldukça açık davranmış, Şerîata uymayan tasavvufi riyâzat şekillerini işrâkilik olarak dışlamıştır:

‘Birinci kısımda olanlar, kalbi parlak bir ayna haline getirmek veya kalpteki hakikatin tecellisine mâni olacak fazlalıkları atmak yolu ile gayelerine ulaşmaya çalışırlar. Bunun için de bu gruba dahil olanların riyâzet yolundan gittikleri ve güzel ah- lâk sahibi olmaya çalıştıkları görülür.

Bu birinci gruba girenler, nefsi kırma yolu ile îfâ ettikleri ibadetlerini ve ahlâkî gelişmelerini Şerîat esaslarına dayandırıyorlarsa, bunlara Sofi- ye adı verilir. Eğer bunlar şerîat esaslarının dışın- da nefsi kırma ve ahlâkı güzelleştirme usullerini başka usul ve esaslara uyduruyorlar ve buna da mânevîyat süsü veriyorlarsa, bunlara da İşrakiy- yûn denir. Bunlar, İslam Tasavvufunun dışında ilâhiyatçı geçinen, hakîm ve feylesoflardır.’16

İmam Rabbanî de bu tür felsefecileri Mek- tubat’ında sıkça eleştirir, zira onlar kendi batıl düşüncelerinin verdiği gurur ile peygamberlere bile uymaktan imtina etmiş, onları küçümse- mişlerdir: ‘Felsefeciler (peygamberleri) taklit etme bağını boyunlarından çıkartarak, hakikati ispat için kendi başlarına delil getirmeye kalkıştılar.

Böylece onlar hem kendileri sapıttılar, hem de peş- lerinden gelenleri saptırdılar.

İsa’nın (a.s) daveti kendine ulaştığı halde, dönemin filozoflarının öncüsü olan Eflatun:

15- Gümüşhânevî, Ziyâeddin Ahmed, Veliler ve Tarikatlarda Usul (Câmiu’l-Usûl), trc. Rahmi Serin, İstanbul, Pamuk yay., t.s.,130

16- Gümüşhânevî, Veliler ve Tarikatlarda Usul, s,147

(10)

‘Biz hidayete ulaşmış kimseleriz, bizim hida- yete ulaştıracak kimseye ihtiyacımız yok’ diye- rek bu daveti reddetmiştir. Aman Allah’ım! Bu adam ne kadar bedbahtmış ki ölüleri diriltmek- le, alaca ve cüzzam hastalıklarını iyileştirmekle, onların felsefelerinin fersah fersah üstüne çıkan bir peygambere ulaştıkları halde, ona tabi ol- mamış ve böyle haddini bilmeyen talihsiz bir cevap vermiştir.’17

Felsefecilerin görüşleri zaman zaman diğer ilmi disiplinler içinde yer bulduğu gibi sûfîleri de etkilemiştir. Gümüşhânevî dini hakikatlerin felsefi nazariyeler ile sulandırılmasına da karşı- dır, bu tür yönelişleri cehalet olarak isimlendi- ren müellif onlar için şöyle der: Ehlisünnete tabi olmayan cahil sûfîler şöyle demektedirler: peygam- berin (s.a.v) haber verdiği Cennet, Cehennem, haşir, neşir gibi olmuş ve olacak şeyler, lafzının ik- tiza ettiği manada değildir. İnsanlara kolayca an- laşılsın diye bu şekilde hitap edilmiştir. Bunların bu sözleri, Peygamberin (s.a.v) getirdiği şeylerden şüphe etmek ve şerîatın tamamını iptal etmek ma- nasını ifade etmektedir. Bu gibi cahil sûfîlerin şer- rinden Allah’a sığınırız.18

Bu tür sapkınlıklara engel olmanın en kes- tirme yolu Kur’an ve sünnete yani sahih nakle önem vermek onlara her şeyin üstünde bir de- ğer vermektir: Bu sebeple o tasavvuf anlayışı- nı nakle dayalı sahih bilgiye dayandırır ve bu konuda Şazelî Hazretlerinin şu sözünü aktarır:

‘Ey sâlik, eğer âlimlerle bir arada bulunursan, onlardan gereği gibi faydalanabilmen için, nakle dayalı sahih rivayetli meseleler üzerinde yapılan

sohbeti dinle, ilim yolu ile faydalanmak ve fay- dalandırmak bu sûretle olur. İlim meclislerinin en kârlı alışverişi, sahih rivayetli ve nakle dayalı sohbetlerdir’.19

İlham ve Şerîate Uygunluk

Sahih ilme ilaveten sûfîlerin başka bir bilgi kaynağı da ilham, keşf ve mükâşefe gibi sâlikin kendi kesbi olmaksızın onun kalbine doğan bil- giler olmuştur. Hatta bazı sûfîler bu tür bilgileri tasavvufun bel kemiği haline getirmiş, sanki ta- savvufun amacı Kur’an ve sünnette geçmeyen bazı bilgileri elde etmek olmuştur. Gümüş- hânevî hazretlerine göre ilhamlarda esas olan şerîata uygun olmasıdır. Allah Teala kuluna imtihan olarak hem iyi hem de kötü duygular ilham edebilir, kul da bunları ayırt etmeden il- ham adı altında tabi olursa büyük bir hata yap- mış olur. Hakka değil de şeytana uymuş olur:

‘Eğer bu harikulâde durum şerîat esaslarını zedelemiyorsa, Rahmânî haller olarak değerlen- dirilmeli, aksi zuhur ediyorsa şeytanî olarak ka- bul edilmelidir. Zira Rahmânî olan hal’in, sâliki nûrânîleştirip Rahman’a götürdüğü gibi, şeytanî ilham da keza insanı kendi ilhâmâtı ile şeytana götürdüğü bir gerçektir. İlhâmâtın Rahmanî ol- duğu kadar, şeytanî olabileceğinin delili, Kur’ân-ı Kerîm’in Şems sûresinin 8. ayeti celîlesidir. Bu âyet’de Cenâb-ı Hak: “Ona (insana) kötülükleri ve iyilikleri ilham etti.” buyurmaktadır. Sâlikin şerîata aykırı hali ısrarla görünmeye devam edi- yorsa, bu durum o sâlikin mühim bir imtihan kar- şısında olduğunu gösterir.’20

17- İmam Rabbânî, Mektûbât, I. Cild, 266. mektup 18- Gümüşhânevî, Ehl-i Sünnet, s.84

19- Gümüşhânevî, Veliler ve Tarikatlarda Usul,185 20- Gümüşhânevî, Veliler ve Tarikatlarda Usul,140.

(11)

İslam’a uymayan ilham ve keşiflerin sâlik için bir imtihan vesilesi gören Gümüşhânevî bu tehlikenin herkes için geçerli olduğunu düşü- nür. Yani avam yanında ilim sahibi olan sûfîler de Gümüşhânevî’ye göre kendilerini emniyette görmemeli ilhamlarını/müşâhedelerini şerîat süzgecinden geçirmelidirler. Müellifimiz alim sûfîlere ayrıca hitap etme gereği duymuş ve on- lara şöyle demiştir:

‘Ey Sâlik! Eğer âlim tabakasından bir kimse isen ve bu halde sana, vehimlenerek ilham ve keşif yolu ile vesvese ârız olursa, bu hususta kat’î delil olan Kitap ve Sünnete başvur. İyi bil ki: Sana ârız olan hastalık nefsin hoşuna gidiyor ve Kitap-Sün- nete muhalif oluyorsa, demek ki sende bir kusur ve bir noksanlık var demektir. Bu durumda sen kendi kendine, “Muhakkak ki Allah Teâlâ kitap ve sün- nette bizim için isabet garantisi veriyor, bu ga- rantiyi ilham ve keşif tarafında tutmuyor. Öyleyse keşif ve keramet yolu ile ârız olup, kitap ve sünnete uymayan bir takım vehim ve hayalât Allah katın- da nasıl makbul olur?” dersin. İlham yolu ile ârız olan her hali, ancak kitap ve sünnete uygunlukla kabul edersin. Her hali bu yolla kabul ettikten son- ra, meydana gelecek hiçbir halin neticesini merak etme. Her halin kitap ve sünnete uygunluğunu her zaman kesin ölçü olarak kabul et.21

Fıkhi ölçüler

Gümüşhânevî’nin öncüsü olan İmam Rab- banîye göre sûfîlerin dikkat etmesi gerekli olan bir diğer mesele de tasavvuf ile fıkıh ilişkisidir.

Ona göre haramları ve helalleri belirleme yetki- si sûfîlerin görevi değildir, bu konuları fakihler

belirlemelidir. Bu sebeple sâlik fıkhî konularda sûfîlere bakarak yanlış uygulamalar yapmama- lıdır:

‘Sûfîlerin uygulamaları bir şeyin helal veya haramlığı noktasında delil olmaz…Bu sahada muteber olan İmam Ebu Hanife’nin, İmam Ebu Yusuf ’un ve İmam Muhammed’in sözleridir. Şib- li’nin ve Ebu Hüseyin Nuri’nin sözleri değildir.

Allah Teâlâ hepsine rahmet etsin.

Bugünün bazı nâkıs sûfîleri sema ve raksı kendilerine din ve şerîat haline getirmişlerdir. Bu noktada şeyhlerinin uygulamalarını delil kabul etmişler ve bu işleri kendileri için itaat ve ibadet olarak kabul etmişlerdir. “onlar, dinlerini boş iş ve oyun edinmiş kimselerdir” (Enam, 70)22

Gümüşhânevî fıkhın gereklerini yerine ge- tirme hususunda son derece hassas olup ay- rıca bu konuda emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker ölçülerini de fiiliyata dökmüştür.

Bunlardan sadece birini örnek vermek gerekir- se faizli bankacılık maalesef uzun mücadeleler- den sonra Gümüşhânevî zamanında başlayınca o buna karşılık Osmanlı döneminde bulunan avârız sandıklarını tekke içinde tekrar hayata geçirmiş, müritlerinin fazla paralarını karz-ı hasen olarak ihtiyaç sahiplerine kullandırmıştır.

Böylece Gümüşhânevî hem evlerde beklemek- te olan ufak sermayenin bir araya gelerek büyü- mesini ve iş hayatına intikalini sağlamış hem de tekkelerin ortak yardımlaşma ve yatırım usulü ile iktisadi ve ticari hayatta rol alabilecek birer müessese olduğunu göstermiştir.23

21- Gümüşhânevî, Veliler ve Tarikatlarda Usul ,155 22- İmam Rabbânî, Mektûbât, 266. Mektup.

23- İrfan Gündüz, Gümüşhânevî Ahmed Ziyâüddîn (ks) Hayatı-Eserleri-Tarikat Anlayışı ve Hâlidiyye Tarikatı, Seha Neşriyat, İstanbul, 1984, s.50

(12)

Gümüşhânevî’nin zamanına göre çok mo- dern sayılabilecek fikirler geliştirmesi, kütüp- haneler açtırması, matbaa işletmesi İslam’ı ve tasavvufu yaşamada onun ilme verdiği değeri göstermesi açısından önemlidir. Bu konuda o İmam Rabbanî gibi düşünmektedir:

İmam Rabbanî hazretleri İslam’ın ancak ilim ile korunabileceğini ve cehaletin dinin en kötü düşmanı olduğunu bizlere bildirmektedir.

İmama göre Hak yolunda infak etmek bile in- sanlara İslam’ı öğretmenin faziletine erişemez.

Zira infak etmekle yerine göre nefsin hoşuna gidecek bir iş yapılmaktadır. Her ne kadar infak etmek nefse ağır gelirse de, vermenin getirdiği zevkin etkisiyle bugün pek çok gayri Müslim zengin, servetini insanlar için harcayabilmek- tedir. Hâlbuki İslam’ın ahkâmını yaymaya ça- lışmak nefsin hiçbir şekilde hoşuna gitmez.

Özellikle günümüzde İslamı yaşamak bizatihi kolay değil iken, bir de dini doğru bir şekilde öğreterek, yaşatmaya çalışmanın zorluğu ehlin- ce malumdur. İmam Rabbanî bu konuyu şöyle anlatır:

“Milyonla sadaka vermek, hayrat, hasenat yap- mak, herkese müyesser olabilir. Hâlbuki İslam’ın meydana çıkmasına çalışmak, nefsin istemediği bir şeydir. Buna çalışan, nefsi ile cihat etmiş olur.”24

İmam Rabbanî bu sahada yapılan infakların kıymetini şöyle anlatır:

“Fakat İslam’ın öğrenilmesi, şerîatın desteklen- mesi için para sarf etmek, şüphesiz çok kıymetlidir.

Bu niyet ile az bir şey vermek, bu niyet olmadan sarf edilen milyonlardan daha kıymetlidir. Kıya-

met günü herkese şerîattan sorulacak, tasavvuftan sorulmayacaktır. Cennete girmek, Cehennemden kurtulmak, ancak şerîata uymakla olur. İnsanların en iyileri, seçilmişleri olan Peygamberler (s.a.v.), herkesi şerîata çağırmıştır. O büyükler, İslam’ı öğretmek için gönderilmiştir. O hâlde en kıymet- li ibadet, insanlara yapılacak en büyük iyilik, İs- lam’ın ahkâmının öğrenilmesine, yapılmasına çalışmak, onun yaşanmayan hükümlerini tekrar canlandırmaktır. Bilhassa şu zamandaki, İslâmî esaslar yıkılmaya terkedilmiştir. Bu zamanda, Allah Teâlâ’nın emirlerinden bir tanesinin yeri- ne getirilmesine sebep olmak, binlerle, milyonlar- la (lira) sadaka vermekten daha sevaptır. Çünkü dinin esaslarını ayağa kaldırmak, Peygamberlere (s.a.v.) uymak, onların vazifesine ortak olmak- tır.”25

İmam Rabbanîye göre asıl olan ilim ile halin birleştirilmesi, tasavvufî eğitim ile dinî eğitimin bir arada götürülmesidir. Gerçek ilim sahipleri zü’l-cenâheyn olan bu tür din alimleridir.

“Fakat sûfî fena ve bekâ, seyri anillah ve seyri billah makamlarını geçtikten sonra halkı davet et- mek için âleme geri dönerse o da şerîatın tebliğcile- ri sınıfına dâhil olup, şerefli âlimler hükmündedir.

Bu davetle peygamberlik makamından bir nasip alır. Böylesi (zül cenaheyn bir mazhariyet) ayette belirtildiği üzere Allah’ın özel bir lütfudur. Ni- tekim ayette ‘Bu Allah’ın lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir’ buyurulmuştur.

(Cuma, 4)”26

İmam Rabbanî bir sonraki mektubunu da zâhir ile bâtının beraberce götürülmesi konu- suna hasretmiştir.

24- İmam Rabbânî, Mektûbât, 48. Mektup 25- İmam Rabbânî, Mektûbât, 48. Mektup.

26- İmam Rabbânî, Mektûbât, 48 ve 49. Mektup.

(13)

‘Tasavvuf yolunda ilerlemek şerîatı yaşama- dan mümkün değildir. Bu yolda en büyük devlet sûfînin zâhirini Mustafa’nın (s.a.v) şerîatı ile süslemesi ve bâtınında Haktan başka şeylerden kesmesidir.’27

Bu tutum özellikle İmam Rabbanî’nin Mek- tubât’ında sıkça vurgulanmıştır. Hatta İmam keşif, kerâmet ve ilhamların önemli olmadığını önemli olanın istikamet olduğunu sıkça vurgu- lamıştır. Ona göre bir sâlik Kur’an ve sünne- te uyduğu sürece kendisinde keşif ve kerâmet görülmese de buna üzülmemelidir. Bu konuda İmam Rabbanî şöyle der:

‘Tasavvufun bir başka maksadı da, fıkhın emirlerinin severek yapılmasını sağlamak, nefs-i emmâre tarafından ortaya çıkartılan zorlukları izâle etmektir. Bu fakirin kesin inancı şudur ki;

tasavvuf yolu şerîat ilimlerinin hizmetçisidir, asla bu ilimlere ters düşmez. Ben bu konuyu kitapla- rımda ve risalelerimde derinlemesine araştırdım. ..

Bu sebepledir ki, Nakşî yolunun büyükleri sünnete tabi olmayı büyük bir nimet olarak görüp sevinir- ler, velev ki bunun neticesinde kendilerinde bazı mânevî haller görülmesin. Sünnete tabi olmada bir eksiklik gördüklerinde ise bir takım mânevî haller ortaya çıksa da buna kıymet vermezler.’28

Müceddidî ekolde önemli olan Kur’an ve sünnet çerçevesinde fıkhın ortaya koyduğu fıkhî kurallara samimiyetle uymaktır. Fıkıh bazı sûfîlerin ilmi zâhir olarak küçümsedikleri bir ilim dalı değil, aksine tasavvufun merkezinde olan bir sahadır.

‘Ehlullâhın sahip olduğu hal bilgileri insanla- ra fıkhî amellere uymakla miras kalır. Tasavvufi hallere; şer’î amellerin hakkını veren, bu amelle- rin hiç birini ihmal etmeden hepsini bilen kimseler ulaşabilir. Bu da namaz, oruç ve diğer farzlarla ilgili şer’î hükümleri; nikâh, talak, alışveriş gibi muamelat hükümlerini bilmek anlamına gelir.

Bu bilgiler kesbi olup çalışıp okunarak herkes tara- fından elde edebilecek cinsten bilgilerdir. Herkesin mutlaka bunları öğrenmesi gerekir.’29

Gümüşhânevî de İmam Rabbanî’nin yolu- nu takip ederek fıkhı tasavvuf anlayışının mer- kezine yerleştirmiştir. Fıkhı küçümsemek bir yana sâlik onun hükümlerini kendine şiar edin- melidir. Böyle yapmadan sûfî olduğunu iddia edenler Gümüşhânevî’ye göre kuru iddiacılar olup onların boş sözlerine kulak asılmamalıdır:

‘Gerçek ve kâmil bir mürşide uymak için on şeyi çok iyi bilmek ve ona göre hareket etmek lâzım- dır: Bir kimse hal ve kemal sahibi olduğunu, Allah ile beraber bulunduğunu iddia ediyor ve yaşayışı şerîat esaslarına uymuyorsa, böyle kimseye asla yaklaşma ve ondan iyilik ve kurtuluş bekleme.

Bir kimseyi her zaman riyazatta (nefsi kır- mada) kimseyle görüşmez ve hiçbir şeyle meş- gul olmaz ve ayağına gelenlerden de hürmet bekler görürsen, böyle kimseye asla yaklaşma.

Böyle kimseden, kimseye hayır gelmeyeceği için ondan uzaklaşmaya bak.’30

Netice olarak şu denilebilir ki tasavvufa sü- luk eden kimseler, mânevî eğitim yanında zâ- hirî din ilimlerini de elde etmeye çalışmalı, ilim 27- İmam Rabbânî, Mektûbât, 48. Mektup

28- İmam Rabbânî, Mektûbât, 210. Mektup 29- İmam Rabbânî, Mektûbât, 25. Mektup 30- Gümüşhânevî, Veliler ve Tarikatlarda Usul,182.

(14)

sahipleri de mânevî kemâlâtı elde etmekten geri durmamalıdır. İlim, iman ve amel birbirin- den ayrılmaz bir bütündür. Bu bütünlüğü ko- ruyabildiği oranda sâlik gerçek manada İslam’ı yaşamış olacak ve mânevî eğitimini tamamla- yabilecektir.

Şerîat ile Hakikatin Farkları

Buna rağmen müellifimiz şerîat, tarîkat ve hakikatin aynı şey olmadığını, bunların tek bir hakikatin değişik katmanları olduğunu düşü- nür. Sâlik bunlardan biri adına diğerini inkar etmemelidir. Bunların hepsi aynı anda doğru ve gereklidir. Müellifimiz sâliklerin kafasında bu konuya dair soruların olabileceğini düşünerek bu konuya müstakil bir başlık ile ele almıştır:

Eğer şerîatla hakîkat arasında ne fark var, diye sorarlarsa derim ki, diye başladığı bu bölümde şerîat ve hakîkati şöyle tarif eder:

Şerîatla teklif, hakîkatla irfan gelmiştir.

Şerîat, hakîkatla kuvvetlenir. Hakîkat da şerîatla sağlamlaştırılır. İşte bunun içindir ki, her şerîat hakîkat, her hakîkat ta şerîattır31.

Ona göre şerîat, peygamberler vasıtasıy- la gelir, hakîkat, ise Allah Teâlâ’ya yakınlık ile kazanılır. Bundan dolayı şerîatın gelmesi va- sıtalıdır, arada peygamberler vardır. Hakîkatin gelmesi için bir vasıta yoktur. Allah onu yakın- lığına aldığı kuluna vasıtasız verir. Bu durumda şerîat Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına işaret ederken, hakîkat ise söz konusu emir ve yasak- lara uymanın sonunda elde edilen ve sır yolu ile gelen keşiflerdir. Hakîkat O’nun sevdiği kulla-

rının yaratılışlarında, iradelerinde ve taleplerin- de tasarrufudur.

Denilmiştir ki: Şerîat, Allah-ü Teâlâ’nın emir ve yasaklarıdır. Hakîkat de bu emir ve ya- saklarını icâbına göre icra etmektir.

Gümüşhânevî’ye göre şerîat ve hakikat iki ayrılmaz parçadır, onlardan biri eksik oldu mu diğeri de ortadan kaybolur: Kim ki, şerîatsız hakîkata bağlanmaktan söz ediyorsa, o kimse sa- pıklık içindedir. Öyleleri kendilerine uyanları da doğru yoldan saptırırlar. Hakikat, şerîatin içidir.

Bir şeyin dışı içinden, içi de dışından ayrı ola- maz.32

Gümüşhânevî şerîat, tarîkat ve hakîkat iliş- kisini Necmeddin Kübrâ’dan aldığı şu misalle daha da belirginleştirir:

‘Büyük Mürşîd Necmeddin-i Kübrâ (k.s.) di- yor ki:

Şerîat gemiye, tarîkat denize, hakîkat da de- nizdeki inciye benzer. Kim inci toplamak isterse önce gemiye biner, sonra denize açılır, daha sonra da gayesi olan inciyi bulur ve toplar. Bu tertip üze- re aramaya çıkmayan kimse, aradığı inciyi bula- maz.’33

Bu durumda Gümüşhânevî’ye göre mânevî- yat yolunda kemale ermek ve tarîkata girmek isteyen kimseler öncelikle gusül, abdest, oruç, namaz vesâir ibadetlerle Allah Teâlâ’nın ve Ra- sulü’nün emir ve yasaklarına uymalıdır. ‘Tarî- kat bu emir ve yasaklarda takva üzere bulunma ve birtakım makam ve menzile ulaşarak Allah Teâlâ’ya yaklaşma halidir. Hakîkat ise maksatlara kavuşma ve O’nun nurunu seyretme halidir.’34 31- Gümüşhânevî, Veliler ve Tarikatlarda Usul, 264.

32- Gümüşhânevî, Veliler ve Tarikatlarda Usul, 266.

33- Gümüşhânevî, Veliler ve Tarikatlarda Usul, 267.

34- Gümüşhânevî, Veliler ve Tarikatlarda Usul, 265.

(15)

Nakşilerin genel tutumu üzere Gümüşhâ- nevî şer’î hususlarda ruhsatlarla değil de azi- metle amel edilmesini tavsiye eder. Başka bir deyişle ruhsatlarla amel istenen neticeyi ver- mez:

‘Ey öğrenmeye istekli olan sâlik!

Hakikât, tarîkatın; tarîkat da şerîatin neti- cesidir. Kul da şerîat safileşince, yani takva üzere hareket edip ruhsatla ameli terk edince, azimet yo- luna girer. İşte tarîkat bu azimet yoludur. Tarîkata âit usul ve kaideler gereği gibi yerine getirilince de hakikatin sırları meydana gelir. Buradaki ruhsat sözünden, şerîatin getirdiği kolaylıklar anlaşıl- mamalı, tembelliğe dayalı, kolaylık aramak olarak değerlendirilmelidir.’35

Ruhsat ve azîmet meselesini Gümüşhânevî bir örnekle de açığa çıkarmaya çalışır. Şöyle ki:

‘Ramazanda oruç tutan bir kimsenin orucu, şerîate göre yemek ve içmekle hükümsüz olur.

Tarîkata göre gıybet orucu bozar. Hakikatte ise oruçlunun kalbine Allah’tan başka bir şeyin gel- mesi ile orucu bozulmuş olur.’36

Gümüşhânevî bu bölümde ayrıca şerîa- ta uyulmadan hakikate uluşabileceğini iddia edenlere de cevap verir:

‘Kim ki, üzerinde bulunduğu yol ve işlediği şeyler şerîate muhalif bile olsa (avâmın bulunduğu perdeleri geçip, tarîkat ve hakîkat sırları üzerinde durmak lâzım) diyorsa ve bulunduğu yolun doğ-

ruluğunu iddia ediyorsa, o kimse mutlaka yolunu kaybetmiş ve kendini yitirmiş bir sapıktır. Böyle kimse aynı zamanda şeytanların emrinde bir peri- şan, hicran vadilerine yuvarlanmış bir kötü talih- li, zarar çukurunda helâk olmuş bir kimsedir. Bu gibileri tevbe edip îmânını yeniler ve rahmeti bol şânı büyük olan Allah da tevbesini kabul ederse, o zaman müstesna...’37

Gümüşhânevî’ye göre sûfîlerin zındıklığa düşmemesi için yapması gereken en önemli iş fıkıh bilgilerini daima taze tutmaları ve bu ko- nudaki hassasiyetlerini kaybetmemeleridir. O Ramuz’da seçtiği hadisler arasında bu tür ko- nulara yönelik pek çok hadise de yer vermiştir.

Biz burada bazılarını sıralıyoruz:

“Dinde, fıkıhtan daha üstün bir şey ile Allah’a ibadet edilmemiştir. Onun için bir tek fakih, şey- tana bin abidden daha çetin gelir. Her şeyin bir direği vardır. Bu dinin direği ise fıkıhtır.”38

“Allah kime hayrı murad ederse onu dinde fa- kih kılar”39

“Allah kime hayrı murad ederse onu dinde fa- kih kılar ve doğru yolu ona ilham eder.”40

Gümüşhânevî’ye göre sûfîler hiçbir zaman yeni fıkhi uygulamalar ihdas etmezler. Onlar yapsa yapsa kaybolmuş fıkhi uygulamaları tek- rar canlandırırlar, böylece Allah Resulü’nün gerçek halifeleri olmaya hak kazanırlar. Zira Râmûz’daki şu hadis bu duruma işaret eder:

35- Gümüşhânevî, Veliler ve Tarikatlarda Usul, 267.

36- Gümüşhânevî, Veliler ve Tarikatlarda Usul, 267.

37- Gümüşhânevî, Veliler ve Tarikatlarda Usul, 268.

38- Gümüşhânevî, Râmûz, s.536, Hadis no, 4641 39- Gümüşhânevî, Râmûz, s.638, Hadis no, 5582 40- Gümüşhânevî, Râmûz, s.638, Hadis no, 5583

(16)

“Allah’ın rahmeti halifelerimin üzerine olsun.

Ey Allah’ın Resulü. Halifelerin kimlerdir? Denil- di. Halifelerim, sünnetimi ihya edip onu insanlara öğretendir, buyurdu”41

Sonuç:

Gümüşhânevî’nin eserlerine ve onun haya- tına bakıldığında müellifimizin şer’i konular- daki hassasiyeti net olarak açığa çıkmaktadır.

Kendisi Müceddidî ekolün şerîat ile tarîkat ve hakîkat arasını cem etme geleneğini sürdür- müş, bu konuda en ufak bir tavize giden kapıyı kapatmıştır.

Ayrıca kendi döneminde şer’an sıkıntılı olan

konulara pratik çözümler getirmeye çalışması, avarız sandıkları kurması, cehalet ile savaşmak için kütüphaneler tesis etmesi gerçekten günü- müzde de örnek alınması gereken örneklerdir.

Bu tür şahsiyetlerin şer’î hassasiyetlerini or- taya çıkarmak için daha fazla çalışma yapılmalı ve tasavvufun ehil olmayan kimseler tarafından

“yeniçağ dinlerinden bir din” haline getirilmesi- ne engel olunmalıdır. Zira tasavvufun hakikat, marifet boyutu, şerîattan ayrı görülürse böyle menfi bir gelişme kendiliğinden ortaya çıka- caktır. Bu ise hem İslam’a hem de tasavvufa ya- pılan büyük bir haksızlıktır.

41- Gümüşhânevî, Râmûz, s.421, hadis no: 3632

Referanslar

Benzer Belgeler

Hukuk Müşaviri, Bakanlık ve Müsteşarlık Müşaviri, Başbakanlık Basın Müşaviri, Başbakanlık Müşaviri, Cumhurbaşkanlığında birim yöneticisi konumundaki Müdürler,

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı, Cumhurbaşkanlığı Başkanı, Devlet Denetleme Kurulu Üyesi, Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı, Dış Politika

[r]

D) Türk Tarih Kurumu’nun kurulması E) Soyadı Kanunu’nun kabul edilmesi. 23) Yeni Türk Devleti’nde, Laiklik ilkesini yerleştirmek için

Yurtdışı Hizmet Borçlanma Talep Dilekçesinde, yurtdışında borçlanma kapsamında geçen sigortalılık veya ev kadını olarak geçen süreleri bulunan kişinin adı,

Genel kurul, katılma hakkı bulunan üyelerin salt çoğunluğunun, tüzük değişikliği ve derneğin feshi hallerinde ise üçte ikisinin katılımıyla toplanır;

Finansal Destek: Bu çalışma Harita Genel Müdürlüğü ile Süleyman Demirel Üniversitesi Arasında İmzalanan Protokol Kapsamında Yürütülen “Çok Zamanlı

Kız Erkek Kız Kız Erkek Erkek Erkek İREM. Erkek Kız Erkek Erkek Erkek Kız