CUMHURİYET/2
OLAYLAR VE GÖRÜŞLER
Türk Kadım ve Claude
Carrère__________
HIFZI VELDET VELİDEDEOĞLU
İçinde bulunduğumuz yüzyılın birinci yarısına “dik tatörlükler dönemi”, ikinci yarısına da “kadın hak ları dönemi” deniliyor. Çünkü birinci yarıda Av rupa anakarasında Mussolini, Hitler, Stalin, Sala- zar ve Franco gibi diktatörler çıkmış, ikinci yarı sında ise “kadın haklan” konusu ön plana geçmiş tir. Gerçi kadın haklarının savunulması, özellikle kadınların siyasal hakları elde etmesi için İngilte re’de, daha yüzyılımızın başında sufragette (sufra- jet) 1er tarafından büyük savaşım verilerek bu çığır açılmış ise de kadınlara erkekle eşit hakların tanın ması konusu günümüze değin toplumsal bir sorun olarak süregelmiştir.
6 haziran 1989 tarihli Cumhuriyet’te şöyle bir ha ber çıktı: “Ekonomik koşulların, kadını evde daha otoriter duruma getirdiği, buna karşı erkeklerin ev deki otoritesinin azaldığı belirlendi. Türk standart ları Enstitüsü (TSE) tarafından Ankara’da 2776 evli kadın arasında yapılan araştırmaya göre ailelerin yüzde 66’sı kadınların ekonomik konularda daha etkili olduğunu açıkladı!’
Bu haberi okuyunca Türk kadınını kölelikten kurtaran Yurttaşlar Yasası (Medeni Kanun), kadın lara seçme ve seçilme haklarım tanıyan yasalar gözü mün önünden geçti.. Bunlar üzerine yıllardan be ri çok yazı yazdım. Derken çağrışımlar çağrışımla rı izledi: Atatürk döneminde ülkemizde toplanan uluslararası kadın kongresini, Fransız yazarı Clau- de Farrére’yi anımsadım. Bu kadınlar kongresi anı sına Türkiye’de çıkarılan pul serisi sonradan çok de ğer kazandı.
Belirtmeliyim ki, son zamanlarda Türkiye’de ka dın hakları konusundaki görüşler az çok hareket leniyor. Aydın kadınlarımız Atatürk Devrimi ile kendilerine sağlanmış bulunan çağdaş insanlık du rumunu korumak ve ülke çapında genişletmek için çaba göstermeye başladılar. “ Hak verilmez alınır” deyişinin tersine, Türk kadını bugün yasal olarak sahip olduğu hakları bir savaşım sonucunda alma mış, gerek medeni, gerekse siyasal haklar kadına, Atatürk Devrimi’nin getirdiği yasalarla tanınmış tır. Daha somaki tarihlerde kadın hakları konusun da yazmış olduğum bir yazıda: “Türk kadınının si
yasal haklar, özellikle seçme ve seçilme hakları ba kımından Avrupa’nın en ileri ülkelerinden biri olan İsviçre’den daha ileri olduğunu, çünkü orada ka dınlara bu hakların henüz tanınmadığını söyleyip yazanlar var. Keşke Türk kadınının kültür seviyesi İsviçreli kadınlarınki kadar ileri olsaydı da seçme ve seçilme hakları bulunmasaydı” demiştim. Nite kim isviçreli kadınlar siyasal haklara ancak birkaç yıl önce, ama kendi savaşımlarıyla sahip oldular. Bu hakları tanımayan bir kantonun en son bölge sinde de yalnız erkeklerin katıldığı bir halkoylama- sında, o bölgenin kadınlarına siyasal haklar tanın dı ve İsviçre kadınları bizden yarım yüzyılı aşkın bir süre sonra tümüyle seçme ve seçilme haklarını elde etti. Ama Türk kadınları bu yarım yüzyıl için de isviçreli kadınların bilgi ve kültür düzeyine ulaş tılar mı? Bu soruyu yalnız İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük kentlerimizdeki kadınların durumuna bakarak değil, Anadolu ve Trakya’nın kasaba ve köylerindeki kadınların durumuna bakarak yanıt lamak gerekir, elbette. Yine kadın hakları konusun daki yıllar önce yayımlanan bir yazımda şöyle de miştim: “Türkiye’de bir kadın sorunu değil, erkek sorunu vardır; erkeklerimiz kadın ve kızlarının, Ata türk Devrimi ile onlara tanınmış olan hakları kul lanabilecek çağdaş bir eğitim görmesine engel olu yorlar; çünkü kadının Osmanlı döneminde olduğu gibi, erkeğinin buyruğunda köle durumunda kal masını istiyorlar. ”
Kırk y İ önce çıkan o yazımda, tanık olduğum şu olayı da anlatmıştım: “Bir ğiin Çubuk’tan An kara’ya gelirken bir pınarın başında mola verdik. Ben pınarın üstündeki tümsekte oturup, alt yandaki olukta buğday yıkayan bir kadınla bir kız çocuğu nu seyretmekte olan orta yaşlı bir köylünün yanı na gidip oturdum, selâmlaştık, destisinden su iç tim; konuşmaya başladık; oluğun başındaki kadın kendi karısı, on-onbir yaşlarında görünen çocuk da kızıymış. Kışlık buğday ve yarma için buğday yı kayıp hazırlıyorlarmış. Kadın hem iş görüyor hem de bizim konuştuklarımıza kulak veriyordu. Bir ara adama, kızını okula yollayıp yollamadığını sordum. Üçüncü sınıfa kadar okuduğunu, bunun yeterli ol
duğunu, şimdi Kuran okumayı öğrendiğini söyle yince, ‘yazık değil mi?’ dedim, ‘okuyup bir meslek sahibi, mesela bir öğretmen olsa fena mı olur?’ Ada mın yanıtı şöyle oldu: ‘O zaman kocasına itaat et mez. Siz şehirliler karılarınızı dövebilir misiniz? Biz döveriz! Konuşmanın bu noktasını, oluk başında ki kadın ve kız gülerek dinlediler. Yaşmaklı köy ka dım: ‘Beyim, köylülüğün hali başkadır, şehirlinin ki de başkadır’ diyerek kocasının sözlerini doğru ladı; ondan dayak yemeyi kabullenmişti bir kez. İle ride kendi kızı da kocasından dayak yiyecekti ve bu ana-baba o durumu doğal bulacaktı. Kadının be dence erkekten zayıf olduğunu, zayıfları dövmenin bir kahramanlık olmadığını dilimin döndüğünce bu köylü yurttaşa anlatmaya çalıştım. Ama inandıja- madım. ‘Kadını dövmek Kuran’da varmış, imam söyledi, Allah’ın emrine karşı gelinmez’ deyip du ruyordu ve bunları dinleyen kadınla kızı gülümsü yordu.”
işte Türkiye’de siyasal haklara kağıt üzerinde sa hip olan kadının genel durumu buydu. Şimdi de Anadolu’nun bir çok köy ve kasabasında herhangi köklü bir değişiklik yok.
X X X
Claude Farrere, Türk dostu bir Fransız yazarıy dı. Pierre Loti ile birlikte, Birinci Dünya Savaşı’n- dan sonra Batıda Türkleri savunan az sayıdaki ya zarlardı bunlar. İkisi de deniz subayı kökenli olduk ları için Doğu ülkelerini çok dolaşmışlar, oralar daki toplumsal durumu inceleme olanağını bulmuş lardı. Pierre Loti, Claude Farrere’detı daha önce gel mişti İstanbul’a. Dahası, bu kentte bir süre otur muş, Türk âdetlerine göre giyinip fes taşımış. Eyüp1 te oturduğu sırada, kabristanın tepesinden o tarih te olağanüstü güzellikte olan Haliç’i ve Boğaz’ın öte sindeki sırtların ardından günün doğuşunu seyre dermiş. Nargile içtiği de söylenir. Dilimize çevril miş olan “Âziade” (Azade) romanını, söylentiye gö re, İstanbul’da yazmış.
Loti, Türkleri egzotik bir zevkle severdi. Osmanlı aydınları, 1920-21’deki yalnızlığımız sırasında, Türk leri savunan Pierri Loti’nin adını bu tepedeki kah veye ve ayrıca Çemberlitaş’taki sokaklardan birine vermişler. Onunla birlikte Türk savunuculuğunu ya pan Claude Farrere adını da Pierre Loti Sokağı’- mn yanındaki sokağa takmışlar.
Ben Pierre Loti’yi görmedim. Claude Farrere’i gördüm. O da Loti gibi birkaç kez İstanbul’a gel miş. Cumhuriyetin ilanından ve devrimin gerçek leşmesinden sonra Ankara’ya da geldi. Atatürk ta rafından da kabul edildi. Onu, Türkiye Büyük Mil
let Meclisi’ni ziyaret ettiği sırada gördüm. Uzunca sakallı yüzü ve dikkatli bakışları hâlâ gözlerimin önündedir.
Avrupa’daki öğrenciliğim sırasında Farrère’in “ Les quatre dames d’Angora” (Ankara’nın dört ha nımı) adlı bir roman yayınladı. Yapıtlarından “Ro- xélane”, “L’homme qui assassina” (öldüren Adam), “Les civilisés” (Medeniler) gibi romanlarını oku muş olduğum Fransız yazarının bu yeni kitabını he men satın alıp okuyunca düş kırıklığına uğradım. Anlaşılıyordu ki, Claude Farrère, OsmanlIları sev miş, ama çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni yadırga- mıştı; başka bir deyişle, Türkiye’nin çağdaşlaşma sını beğenmemişti. O hep egzotizmin yarattığı ro mantik imajlı eski Türkiye’yi özîüyordu bu kitabın da. Dört kadını ele almıştı: Birincisi tülbent başör tüsü ile sedirin üstünde ve kafesli pencerenin arka cında oturan yaşlı büyük nine. İkincisi, onun kızı, az çok okumuş bir hanım. Üçüncüsii, bu hanım dan olma, Batılı görünümlü cumhuriyet kadını. Dördüncüsü de onun kızı, büyük ninesi zamanın daki geleneklere dönme eğilimli genç kıç. Claude Farrère gerçeği değil, kendi özlemini dile getirmiş ti bu romanda.
28 mayıs 1989 tarihli Cumhuriyet’te Paris muha biri Sabetay Varol, “Klodfarer cadde değil” başlıklı yazısının bir yerinde şöyle diyordu:
“ 1989 Fransası’nda kimsenin anımsamadığı Cla ude Farrère, 1905 yılında, Fransa’nın günümüze dek en önemli edebiyat ödülü olan Concourt ÖdiilüL nü almış. Farrère’in adı geçen ödülü kazanan ‘Medeniler’ adlı kitabından başka ‘Muharebe’ adlı romanı bir milyon satmış ve Fransa’da görülmemiş bir hasılat rekoru kırmış (...). Ne var ki, Farrère’in siyasette yanlış ata oynaması Concourt Ödülü sa hibi bu ünlü yazarın, De Gaulle Fransası’nda ‘aforoz’ edilmesiyle sonuçlanmış...”
Claude Farrère’in siyasal yaşamı beni ilgilendir mez. Önemli olan, onun, yukarıda sözünü ettiğim özlemi; büyük ninenin torun çocuğunun yeniden onun statüsüne dönmesi eğilimi konusundaki öz lem.
Bu özlem bizim eski MSP ve şimdiki RP’nin de özlemi. Claude Farrère’in düşlediği bu tip kızlar ne yazık ki, Atatürk Türkiyesi’nde bugün üniversite sı ralarına kadar erişmişlerdir. Dahası, bu sıraları da aşarak bir çok meslekte yeı almışlardır. Bunlarla, benim Çubuk ovasındaki pınar başında gördüğüm kadın arasında, okumuşluk bakımından ayrım varsa da, zihniyet ve düşünüş bakımından bir ayrım yok!...
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi