• Sonuç bulunamadı

SAYI: 181 YIL: 4. Görünür Bir Yerde Everest Yayıncılık'tan... gazeteduvar.com.tr. Tendürek'ten dünyaya atılan çığlık S: 10

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "SAYI: 181 YIL: 4. Görünür Bir Yerde Everest Yayıncılık'tan... gazeteduvar.com.tr. Tendürek'ten dünyaya atılan çığlık S: 10"

Copied!
48
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Görünür Bir Yerde Everest

Yayıncılık'tan...

gazeteduvar.com.tr

SAYI: 181 YIL: 4

Tendürek'ten dünyaya atılan çığlık

S: 10

Şeytan, Türk

edebiyatında kendine yer bulamamıştır

S: 15

Bir ailenin sırtındaki şüphe yükü

S: 25

(2)

Memet Nâzım’ın izinde:

İşitiyor musun Memet?

metin yetkin

Tendürek'ten dünyaya atılan çığlık

okan çil

Bir ailenin sırtındaki şüphe yükü ali bulunmaz Emin Gürdamur:

Şeytan, Türk edebiyatında kendine yer bulamamıştır

soner sert

Katkıda Bulunanlar Metin Yetkin, Okan Çil, Soner Sert, Ali Bulunmaz, Enver Topaloğlu, Buse Özlem Bay

Yönetim Yeri:

Maslak Mahallesi Ahi Evran Cad. Nazmi Akbacı İş Merkezi 233-234 Sarıyer/İstanbul Santral (212) 3463601, Faks (212) 3463635

e-mail: info@gazeteduvar.com.tr Duvar Kitap’ta yayımlanan yazı, haber ve fotoğrafların her türlü telif hakkı AND Gazetecilik ve Yayıncılık Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye aittir. İzin alınmadan, kaynak gösterilmeden ve link verilmeden iktibas edilemez.

Yayın Sahibi

AND Gazetecilik ve Yayıncılık, San. ve Tic. A.Ş. adına Vedat Zencir Genel Yayın Yönetmeni Ali Duran Topuz İcra Kurulu Başkanı ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ömer Araz

Yazı İşleri Müdürü Anıl Mert Özsoy Editör Ezgi Sivrikaya Grafik Tasarım Özgür Akkaya

MEMET NÂZIM

Pelin Özer: Anadilim şiir enver topaloğlu

Homo Sapienslerin yeni tarihi buse özlem bay

4

10 15

25

30 38

(3)

Önceki sayıda;

TÜRKÂN İLDENIZ...

Herkes kendini bir başkası sanıyor Merhaba,

Bu hafta kapağımıza Memet Nâzım’ı taşıdık.

Sibel Oral’ın Nâzım Hikmet’in 1951 yılında doğan tek öz oğlu Memet Nâzım’ın hayatına ışık tuttuğu portre/biyografi çalışması “İşitiyor musun Memet?”

Doğan Kitap etiketiyle raflarda yerini aldı. Anı, söyleşi, öykü, mektup gibi birçok türü birleştiren kitap sadece Memet’in hikâyesini değil, annesi müstesna bir entelektüel olan Münevver Andaç’ın da ıstırap dolu hayatını da anlatırken 1950’lerden günümüze Türkiye’nin panoramasını çiziyor ve Nâzım Hikmet’in bilinmeyen yönlerini okura gösteriyor. Metin Yetkin yazdı.

Gülten Dayıoğlu'nun gençlik romanı 'Yanardağın Yankısı', Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı.

Dayıoğlu bu romanında okuru dünya üzerine yeniden düşünmeye çağırıyor. Okan Çil'in kaleminden...

Rutger Bregman'ın 'Çoğu İnsan İyidir' kitabı Mundi Kitap tarafından yayımlandı. Bregman, insanın kötücül yanını merkeze alan medya, tarih, felsefe ve bilime alternatif bir düşünme biçimi sunuyor. Buse Özlem Bay inceledi.

Emin Gürdamur'ın kaleme aldığı 'Âşık Şeytan Kör Talih', Ketebe Yayınları tarafından yayımlandı. Soner Sert, Gürdamur'la konuştu.

Monika Helfer'in 'Yük' romanı Düşbaz Kitaplar tarafından yayımlandı. Helfer kitapta, Birinci Dünya Savaşı'nın ortasında bir aileyi kuşatan şüphe ve sessizliklerle örülü bir hikâye anlatıyor. Ali Bulunmaz ele aldı.

Pelin Özer'in yeni şiir kitabı 'Liya Lu' Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı. Enver Topaloğlu, Özer ile konuştu.

Marifet iltifata tabidir.

İyi okumalar...

Anıl Mert Özsoy

Sayı: 181 Eylül 2021

(4)

4

Memet

Nâzım’ın izinde:

İşitiyor musun Memet?

Sibel Oral’ın, Memet Nâzım’ın hayatına ışık tuttuğu portre-biyografi çalışması 'İşitiyor musun Memet?' Doğan Kitap tarafından yayımlandı.

m etin y etk in

(5)

5

S

ibel Oral’ın Nâzım Hikmet’in 1951 yılında doğan tek öz oğlu Memet Nâzım’ın hayatına ışık tuttuğu portre/biyografi çalışması “İşitiyor musun Memet?” Doğan Kitap etiketiyle raflar- da yerini aldı. Anı, söyleşi, öykü, mektup gibi birçok türü birleştiren kitap sadece Memet’in hikâyesini değil, annesi müstesna bir entelek- tüel olan Münevver Andaç’ın da ıstırap dolu hayatını da anlatırken 1950’lerden günümüze Türkiye’nin panoramasını çizmekte ve Nâzım Hikmet’in bilinmeyen yönlerini okura göster- mekte.

Sibel Oral, Beni Beklerken (2006), Zayi (2011) ve Toprağın Öptüğü Çocuklar (2015) isimli kitap- ları kaleme aldı. Cumhuriyet, Radikal, Gazete Duvar, Oksijen gibi çeşitli mecralarda yazı ve röportaj dizileri yayımladı, editör olarak çalıştı.

2015-2019 yılları arasında ise K24’ün yayın yö- netmenliğini üstlendi. Bu minvalde yazılarıyla, kitaplarıyla tanıdığımız Sibel Oral, Nâzım Hik- met’in oğlu Memet Nâzım’ın hayatını kaleme alarak çalışmalarına bir yenisini ekledi. Memet Nâzım, Türkiye okurunun pek tanımadığı bir isim zira Türkiye okuru Memet Fuat’a aşina.

Oysa Nâzım’ın bir şiirinde “Karşı yaka mem- leket/sesleniyorum Varna’dan, /işitiyor musun?

/ Memet! Memet!” diye canhıraş seslendiği kişi Memet Fuat değil zira kendisi Piraye Hanım’ın oğlu, yani Nâzım Hikmet’in üvey oğlu. Nitekim kitapta Memet Fuat’ın asıl adının Mehmet Fuat Engin Bengü olduğunu ve şairin biyolojik oğlu olmasa da bu gömleği seve seve giydiğini, şairin kitaplarının telif gelirlerini topladığını öğren- mekteyiz. Oysa Memet’in hikâyesi çok farklı.

1949 yılında Nâzım Hikmet Bursa Cezaevinde yatarken uzak akrabası Münevver Andaç ile bir aşk yaşar ve evlenirler. İşte bu aşkın meyvesi olan Memet, 26 Mart 1951 yılında Kadıköy’de doğar. Münevver Hanım’ın ıstırap dolu hayatı

Sibel Oral'ın kaleme aldığı “İşitiyor musun Memet?” Doğan

Kitap tarafından yayımlandı.

İşitiyor musun Memet?, Sibel Oral, 368 syf.,

Doğan Kitap, 2021.

(6)

6

Memet Nâzım, Türkiye okurunun pek tanımadığı bir isim zira Türkiye

okuru Memet Fuat’a aşina. Oysa Nâzım’ın bir şiirinde “Karşı yaka memleket/

sesleniyorum

Varna’dan, /işitiyor musun? / Memet!

Memet!” diye

canhıraş seslendiği kişi Memet Fuat değil zira kendisi Piraye Hanım’ın oğlu, yani Nâzım

Hikmet’in üvey oğlu.

da bu noktada başlar çünkü Nâzım tahliye ol- duktan sonra da devletin onunla işi bitmemiş- tir. Hikmet’i askere göndermek ister devlet oysa ömrünü hapishanelerde geçiren şairin sağlık durumu bu görevi yerine getirmek için uygun değildir. Öte yandan Sabahattin Âli gibi öldü- rülme tehlikesi de vardır. Şairi yurtdışına kaçır- salar da Münevver Hanım ve Memet Türkiye’de kalır. Ancak sürekli polis gözetiminde yaşarlar, Memet’in pek sevdiği simitçi amcası dahi gizli polistir.

“Çocukken anlamıyoruz. Sen de anlamamış olacaksın ki 10 yıl boyunca evinizin önünde ba- bandan dolayı seni ve anneni gözaltında tutan polislerle arkadaş oldun, ağaca takılan topunu aldılar, arabalarına binip direksiyonla oynadın, soğuk havalarda onlara evden çay taşıdın. Son- radan öğrenmişsin, o çok sevdiğin ‘simitçi am- ca’nın seni izleyen polis olduğunu.”

Bu tekinsiz hayat yetmezmiş gibi herkes onla- rın adından korkar, kimse Münevver Hanım’a iş vermek istemez, ana oğul yarı aç bir hayatın içerisinde soğuktan titreyerek yaşarlar. Burada bir es verip Münevver Hanım’dan bahsetmeli.

Münevver Hanım müstesna entelektüellerden biri olup pek çok dili mükemmel derecede bil- mektedir. Bu bağlamda, Nâzım Hikmet’in, Or- han Pamuk ve Yaşar Kemal’in eserlerini Fran- sızcaya çevirerek ödül alan bir çevirmendir. Bu derece donanımlı bir kadın olmasına rağmen herkes ondan uzak durur, üstelik Nâzım Hik- met ile mektuplaşmaları da yasaktır… Bu yasak, yurtdışına kaçmaları şüphesi yüzünden 1955 yı- lına kadar sürecektir. Sonraları bu durumun dış ilişkileri olumsuz etkileyeceğini düşünen devlet yetkilileri Menderes döneminde mektuplaşma- larına müsaade eder ki Küçük Memet’in baba- sına yazdığı mektuplar oldukça dokunaklıdır:

(7)

7

“Çocukken

anlamıyoruz. Sen de anlamamış olacaksın ki 10 yıl boyunca

evinizin önünde

babandan dolayı seni ve anneni gözaltında tutan polislerle

arkadaş oldun, ağaca takılan topunu aldılar, arabalarına binip

direksiyonla oynadın, soğuk havalarda

onlara evden çay taşıdın. Sonradan öğrenmişsin, o çok sevdiğin ‘simitçi

amca’nın seni izleyen polis olduğunu.”

“Babacığım sizden 2 ricam var:

bize Türkçe kitaplar gönderin, kitapsız çok bunaldık, okuyacak hiçbir şeyimiz yok, bir de bana içi kürklü bir parka alın. Paltom çok ince geliyor üşüyorum.”

Şairle mektuplaşmaları ve şairin tek tük ver- diği mali destek durumlarını biraz düzeltecek olsa da en kötüsü ile karşılaşmamışlardır: Şa- irin hayatına başka kadınların girmesine. Şair önce Galina, ardından Vera ile birlikte olacak- tır. Ana oğul türlü zorluklarla 1961 yılında Var- şova’ya geldikleri vakit şair on yıl sonra ilk defa gördüğü Memet’in sadece başını okşamakla ye- tinmiş, şiirlerindeki hasretin aksine sevgisini tek öz oğlundan sakınmıştır:

“(...) Mehmet Varşova’ya geldiği zaman 10 ya- şında çocuktu. Olup bitenleri anlamakta güç- lük çekiyordu. Babasını da ilk kez görebiliyor- du. Anası onu baba sevgisiyle büyütmüştü ve gelip dünyanın en büyük şairi babasının boy- nuna sarılmak istiyordu ama Nâzım ona kar- şı bile bekledikleri kadar sıcaklık gösteremedi.

Vera telefonda durmadan Nâzım’ı sıkıştırmaya devam ediyordu...”

Zaten bu sürece kadar Münevver Hanım şairin tüm yaptıklarını sineye çekmiş, ondan iki şey istemiştir. İlki, Memet’i nüfusuna aldırmasıdır zira bir rivayete göre Nâzım hapishaneden çık- tıktan sonra bir yıl nikâh yasağı olduğundan evlenememişlerdir.

(8)

8

“Nâzım,

Dün senden mektub aldım. Oğlanın nüfus işiyle meşgul olduğunu yazıyorsun. İhmal etme. Bir an evvel halledilmesini istiyorum.

Bu işin şakası yok.”

İkincisi ise 1960 tarihli bir mektupta belirttiği üze- re Münevver Andaç Nâzım Hikmet’ten ne kendi- sini ne de oğullarını şiirlerine konu etmesini ister.

“Şu andan itibaren Mehmet’i herhangi bir şiirde kullanmanı istemiyorum. ‘Uzaktaki kadın’ te- ması bittiğine göre, çocuk temasını kullanma...

Romanında, bana en ufak bir atıfta dahi bulun- manı istemiyorum.”

Bu minvalde üzgün, içe dönük ve alkolle hem- hal bir hayat sürecek olan Memet büyüdüğün- de ressam olacak ve arkadaşlarını aile bilecek- tir. Herkes tarafından sevilen şakacı bir kişiliği vardır. Memet Nâzım’ın berberine kadar bulan Sibel Oral, Berber Şaban’dan onun kendini Re- şat Nuri Güntekin’in oğlu olarak tanıttığını öğ- renir mesela. Nitekim 2018 yılında kalp krizin- den vefat ettiğinde onun vasiyeti üzerine ölüm ilanında “Canımız, kuzenimiz, arkadaşımız, dostumuz Ressam Mehmet Nâzım (Mehmet le beau) aramızdan ayrıldı. Acımız sonsuz.” ibare- siyle birlikte aktör Gary Cooper’ın (!) fotoğrafı vardır. Vefatında bile şaka yapmıştır yani… İla- nı verenler ise Güllü Aybar, Ali ve Rabia Güreli, Gündüz Vassaf, Zeynep Irgat, Fulya Sade, Bike Gürsel ile Komet’tir. Bu ilanı gören Sibel Oral ise Gündüz Vassaf’a taziye amacıyla bir mektup yol- lar ve konuşmanın ilerisinde Gündüz Vassaf ona Memet’in hayatını yazabileceğini söyler. Yazar bu öneriye biraz mesafeli yaklaşsa da zamanla kendini Memet’in hayatının izinde bulacaktır…

Münevver

Hanım müstesna entelektüellerden biri olup pek çok dili mükemmel derecede bilmektedir. Bu

bağlamda, Nâzım Hikmet’in, Orhan Pamuk ve Yaşar Kemal’in eserlerini Fransızcaya çevirerek ödül alan bir

çevirmendir.

(9)

9

Tam da burada kitabın teknik özelliklerinin altı- nı çizmek gerekir. Alelade bir biyografi çalışma- sı yoktur karşımızda. Yazar, Memet’in, Münev- ver Hanım’ın yakınlarından edindiği bilgiler ile araştırmalarından, kişisel ve kurumsal arşivler- den edindiği bilgileri edebi bir izlek içerisinde aktarır. Şehir şehir ev ev, hatta eşya eşya Me- met’in hayatının izini sürer, nesnel ve öznel bil- gileri, izlenimlerini bir araya getirir. Anı, mek- tup, söyleşi, tahkiye, tanıklık, birincil ve ikinci kaynaklar iç içedir. Bu doğrultuda sadece bir hayat hikâyesi öğrenmez okur. 1950’lerden gü- nümüze bir Türkiye portresini, kadın entelek- tüellerin acısını, Nâzım Hikmet’in bilinmeyen veya bilinmesi istenmeyen yönlerini de öğrenir.

Uzun bir çalışmanın ürünüyle hemhal olarak Memet, Mehmet Andaç, Mehmet Andaç Bor- zecki, Mehmet Andaç Volkoff gibi birçok isme sahip olan, birçok ülkede yaşayan fakat coşkun Türkiye sevgisine rağmen Türkiye’ye gelemeyip onu karşı kıyıdan izlemekle teselli bulan bir in- sanın da iç dünyasında gezinme fırsatı yakala- mış olur.

Umarım işitiyorsundur Memet.

“Nâzım,

Dün senden mektub aldım. Oğlanın

nüfus işiyle meşgul olduğunu yazıyorsun.

İhmal etme. Bir an evvel halledilmesini istiyorum.

Bu işin şakası yok.”

(10)

10

Tendürek'ten dünyaya

atılan çığlık

Gülten Dayıoğlu'nun

gençlik romanı 'Yanardağın Yankısı', Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı.

Dayıoğlu bu romanında

okuru dünya üzerine yeniden düşünmeye çağırıyor.

ok an çil

(11)

11

1

935 yılında doğan Gülten Dayıoğlu, kuşku- suz ki çocuk ve gençlik edebiyatımızın önde gelen temsilcilerindendir. Öyle ki, döneminde yürüttüğü tartışmalarla “çocuk edebiyatı” kav- ramının oluşumuna büyük katkı sunmuştur.

Bugüne değin yüze yakın kitaba imza atması, bunlardan bazılarının ondan fazla dile çevril- mesi değildir sadece onu kıymetli bir yere koyan şey, Dayıoğlu 1960’lardan beri Türkiye’nin dört bir yanındaki çocuklara arkadaş olmuş, yazdığı kitaplarla onları her fırsatta desteklemiş, cesa- retlendirmiştir.

Dayıoğlu’nun yazarlık serüveni de en az kitapla- rı kadar ilgi çekicidir aslında:

Ondaki yazarlık ışığını ilk gören ilkokul öğ- retmeydi ve ona yazar olması gerektiğini, buna yetenekli olduğunu ta o günlerde söylemişti.

Ancak ne Dayıoğlu ne de onun yakınları yazar- lığın ne demek olduğunu biliyordu. Hatta anne- si bunu arzuhalciliğe yorup kızının heveslendiği mesleğe hayıflandı. Akabinde öğretmenlerinin desteğiyle okumaya, araştırmaya başlayan Da- yıoğlu kendini giderek geliştirdi.

Evlenip öğretmenliğe başlamasının ardından, köyde doğum yapan bir kadına şahit olup bunu öyküleştirdi ve Döl ismini verdiği bu öyküyle Yunus Nadi Öykü Ödülü’nde ikinciliğe layık görüldü. Kendi deyişiyle onu çocuk edebiyatı- na yaklaştıran esas şeyse çocuklardı, evvela da kendi çocuğu. Çocuğuyla vakit geçirirken ona sürekli masallar, öyküler anlatıp dururdu. Belli bir noktadan sonra o da X masalını, Y öyküsünü anlatmasını, onları daha çok sevdiği söylemeye başladı. Böylece “ön elemeden” geçip bunlardan bir seçki yapan Dayıoğlu, akabinde ana jürinin, yani sınıftaki çocukların karşısına çıktı. Sınıf- takilerin beğenisinden geçenlerse uzun vadede

Gülten Dayıoğlu 1960’lardan beri Türkiye’nin dört bir yanındaki çocuklara arkadaş oldu, yazdığı kitaplarla onları her fırsatta destekledi, cesaretlendirdi.

Yanardağın Yankısı, Gülten Dayıoğlu, 344 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2021.

(12)

12

kitaplaşarak ülkenin bütün çocuklarının, hatta üç kuşağın çocuklarının beğenisine sunuldu.

İlk kitabı 'Fadiş'i 1971’de yayımladı. İçinde bulunduğumuz sene itibarıyla 50. yılı ve 100.

baskısı kutlanan 'Fadiş', Dayıoğlu’nun ilk göz ağrısıydı ve ona onlarca ödül, binlerce okur ka- zandıran bir yolun ilk basamağını oluşturuyor- du.

Tam da bu yıl Dayıoğlu’nun yeni bir gençlik romanı yayımlandı. 'Yanardağın Yankısı' adını taşıyan ve Yapı Kredi Yayınları etiketini taşıyan bu roman, 86 yaşındaki Dayıoğlu’nun hâlâ daha üretmeyi sürdüren ve hâlâ daha yaşadığı dün- yayı güzelleştirmeye çalışan, bunun için emek sarf eden bir yazar olduğunu bizlere yeniden hatırlatıyor.

HAYIR MI, ŞER Mİ?

'Yanardağın Yankısı' her ne kadar gizemli bir uçak kazasıyla açılsa da, aslında kitap bu ka- zaya kadar geçen sürecin ve kazaya neden olan aşamaların kaynağına inerek uzun soluklu bir hikâyeyle başlar.

Tarih 21 Aralık’ı gösterir: 21 Aralık günü gök- yüzünde tüm dünyaca görülen, dolunay büyük- lüğünde bir ışık kümesi ortaya çıkar. Uzmanlar çeşitli araştırmalar yapıp görüş bildirirlerken, halk da buna, “Cennet Yolu", "İlahi Göz” gibi isimler takar ancak bir kısmı da yaşananları kı- yamet alameti olarak yorumlar.

Tüm bunlar yaşanırken, Tendürek Dağı yakın- larındaki Mencik köyündeyse Şerbet ismindeki bir kadın doğum yapmak üzeredir ama bebek bir türlü doğmak bilmez. Kar yolları kapadığı için de yeterli tıbbı yardımdan yoksundurlar.

Gülten Dayıoğlu, ilk kitabı 'Fadiş'i 1971’de yayımladı. İçinde

bulunduğumuz sene itibarıyla 50. yılı ve 100. baskısı kutlanan 'Fadiş', Dayıoğlu’nun ilk göz ağrısıydı

ve ona onlarca

ödül, binlerce okur kazandıran bir yolun ilk basamağını

oluşturuyordu.

(13)

13

Daha sonra bir şekilde gelen sağlık görevlileri sayesinde doğum gerçekleşir ancak herkes şaş- kınlıkla bebeğe bakmaktadır: Normal ebatlar- da, sağlıklı bir bedeni olmasına rağmen, bebe- ğin başı, olması gerekenin neredeyse üç katıdır.

DAĞIN KAYNAĞINDAKİ MUCİZE

Konu komşu tarafından bin türlü dedikoduya malzeme yapılan bebeğe Dero adı verilir. İlerle- yen günlerde anlaşılır ki, Dero’yu yaşıtlarından farklı kılan tek şey kocaman kafası değildir, o aynı zamanda çok zekidir; konuşmaya, yürüme- ye erken yaşlarda başlamıştır ve beş duyusunun gücü normal insanların katbekat üstündedir.

Ailesi Dero’nun üstünlüklerini saklayıp ona na- zar değmesin isterler ancak okul zamanı gelip çatınca onun bu yetenekleri yavaş yavaş açığa çıkmaya başlar. Ne var ki sosyal anlamda çevre- siyle çeşitli sorunlar yaşayan Dero, okulu bırak- ma kararı alır ve içten içe kendisini çağırdığını düşündüğü Tendürek Dağı’na doğru yola çıkar.

Dağa yakın bir yerde bulunan çiftliğe, dahası çiftlik ağılına yerleşen Dero, gün geçtikçe dağla spiritüel bir bağ kurmaya başlar ve dağın kay- nağına, derinine gitmek için karşı konulmaz bir iştaha kapılır. Orada karşılaştığı şey ise, başta Dero’nun büyük kafası olmak üzere her türlü soru işaretine cevap vermeye hazırdır: Artık dünyada yeni bir insan türevi vardır.

ÜÇ KUŞAĞIN YAZARI

Dünyada ortaya çıkan yeni insan türevini ve bu türevin doğuracağı yeni yaşamın nasıl bir yer olacağı da böylece tartışmaya açılır.

Dayıoğlu’nun son kitabı 'Yanardağın Yankısı' onun hâlâ daha üretmeyi sürdüren ve hâlâ daha

yaşadığı dünyayı

güzelleştirmeye

çalışan, bunun için

emek sarf eden bir

yazar olduğunu

bizlere yeniden

hatırlatıyor.

(14)

14

“Üç Kuşağın Yazarı” olarak da anılan Dayıoğ- lu bu romanında okuru dünya üzerine yeniden düşünmeye çağırır. Makro düzeyde savaşlar ve yaptırımlarla, mikro düzeyde kin, nefret ve kargaşayla gün geçtikçe yaşanmaz bir yer hali- ne gelen dünya bu işin içinden nasıl çıkabilir?

Gerçekten bir ilacı var mıdır, varsa nedir bu- nun çözümü?.. Bu gibi sorular ekseninde, bilim kurgusal yapısıyla hepten keyifli bir romana bürünen 'Yanardağın Yankısı', günümüz insa- nına dair de birtakım eleştiriler yöneltmekten çekinmez.

Dayıoğlu’nun bu romanda tercih ettiği üslup da kuru bir anlatıcıdan ziyade, olaya şahit ol- muş ve bunu etrafındakilere merakla anlatan bir yapıya sahiptir. Kitabın başındaki kazayı bir haberci sorumluluğuyla aktarırken, “Sevgili okurlarım, haber merkezine soru yağdıran me- raklılardan biri de bendim” diye yazar örneğin.

Romanın akışında ve finalinde de buna benzer anekdotlarla maceranın gerilimini yükselttiği gibi, okurla arasındaki seviyeli samimiyeti ko- rumayı bilir.

Yazdığı yüze yakın kitapla edebiyatımızın önemli yapı taşlarından biri olan Dayıoğlu ye- niden okurlarının karşısında. Şimdilik “Üç Kuşağın Yazarı” olarak anılıyor olsa da, onun kitaplarını gelecek nesillerin ellerinde de göre- ceğimizi tahmin etmek zor değil.

Nice kitaplara! Nice okurlara!

Yazdığı yüze yakın kitapla edebiyatımızın önemli yapı taşlarından biri olan Dayıoğlu

yeniden okurlarının karşısında. Şimdilik

“Üç Kuşağın Yazarı”

olarak anılıyor olsa da, onun kitaplarını gelecek nesillerin ellerinde de

göreceğimizi tahmin

etmek zor değil.

(15)

15

Emin

Gürdamur:

Şeytan, Türk edebiyatında kendine yer bulamamıştır

Emin Gürdamur'la Ketebe Yayınları'ndan çıkan 'Âşık Şeytan Kör Talih' kitabını konuştuk. Gürdamur,

"Şeytan anlatıları insanın hikâyesidir; ayartısıyla yabancısı olmadığımız ruhun adıdır şeytan" dedi.

son er ser t

(16)

16

T

rabzon’un Of ilçesinde dünyaya gelen Emin Gürdamur, genç yaşlarından itibaren yerel gazetelerde muhabirlik ve editörlük yapmaya başlar. İlahiyat Fakültesi’nde okuduğu yıllar- da şu günlerde yayımlanan kitabının altyapı- sını oluşturan çalışmalara başlayan Gürdamur, 2013’te Uluslararası Kaşgarlı Mahmut Hikâye Yarışması’nda 'Kırık Kalem' isimli öyküsüyle ikincilik ödülünü kazanır. 2017 yılında 'Atları Uçuruma Sürmek' isimli öykü kitabı ESKADER tarafından yılın öykü kitabı olarak seçilir.

Gürdamur, son olarak 'Âşık Şeytan Kör Talih' isimli bir inceleme kitabı kaleme aldı. Ketebe Yayınları tarafından yayımlanan bu kitabında şeytan imgesini, gerek kültürel, gerekse de sa- natsal anlamda irdeleyen Gürdamur’la bir araya geldik ve çalışmasını konuştuk.

Şeytan imgesi, coğrafya fark etmeksizin, her insanın gerek kötülüğe, gerekse de başka olum- suz olgulara bir karşılık yaratmak ve bunu ta- nımlamak için nitelediği bir olgu olageliyor.

Siz, kişisel yaşamınızda bu imge üzerine ne zaman düşünmeye başladınız? Bu düşünme süreci, bir kitap haline dönüşüne kadar hangi evrelerden geçti?

Şeytan imgesi, muhtemelen herkes gibi çok er- ken yaşlarda, çocukluk yıllarında üzerinde dü- şünmeye başladığım bir imge. Doğup büyüdü- ğümüz kültürel çevre, imgeler vasıtasıyla bize anlamlar örüntüsü sunar. Bu örüntü, özgürlük kadar esareti beraberinde getirir. Nedense şey- tan imgesi, tıpkı Tanrı imgesinde olduğu üze- re insan muhayyilesinde alabildiğine öznel bir alan bulur. Şeytan, ilginç bir şekilde her yaşta farklı yüzlerle zihnimizde belirir. Söz gelimi po- zitivist etkilerle onu tümüyle yitirdiğimizde bile bu defa Baudelaire’in o meşhur sözüyle belirir:

Emin Gürdamur, 'Âşık Şeytan Kör Talih' isimli bir inceleme kitabı

kaleme aldı. Ketebe Yayınları tarafından yayımlanan bu

kitabında şeytan imgesini, gerek kültürel, gerekse de sanatsal

anlamda irdeleyen Gürdamur’la

bir araya geldik ve çalışmasını konuştuk.

Aşık Şeytan Kör Talih - Şeytanın Kültürel Biyografisi,

Emin Gürdamur, 331 syf., Ketebe Yayınları, 2021.

(17)

17

“Şeytanın en büyük hilesi bizi var olmadığına inandırmasıdır.” Bu ancak onun hayatla iç içe- liğiyle açıklanabilir. Hayatla bu kadar içli dışlı olabilen imgeler, sonsuz boyut kazanabilirler.

Onları çerçeve içine alamayız, çitleyemeyiz, be- lirleyemeyiz. Sanırım yaşamımız boyunca kötü- lükle yaptığımız kesintisiz konuşma ve o konuş- ma esnasında elde ettiğimiz bulgular, şeytanın bir şekilde güçlü bir imge olarak zihnimizde ya- şamasına olanak sağlıyor.

Kitabı yazma macerama gelince, bu yolculuğu 'Faust' mitinin tetiklediğini söylemek isterim.

Bilindiği üzere Goethe’nin başyapıtı 'Faust'ta karşımıza çıkan Mefistofeles, şeytanın Batı’da egemen teolojik imajının dışında; kasvetten uzak, zeki, eğlenceli, kurnaz, özetle yepyeni bir kimliğe sahipti. Yapay insanın ve kâğıt paranın mucidi olarak aslında bir Aydınlanma dönemi şeytanıydı o. Teolojik bir figürün edebiyatla ka- zandığı boyut göz ardı edilebilecek gibi değildi.

Elbette insanlığın bu en güçlü arketipinin Doğu ve Batı edebiyatında izini sürmek, pek çok açı- dan onun psikolojik, kültürel ve sosyolojik izle- rini de sürmeyi gerektiriyordu. Kitabı bir bütün olarak tasarlamış olmama karşın, sürecin benim belirlemelerimin dışında, kendine has bir seyir izlediğini söyleyebilirim.

'KİTAPTAKİ BAZI BÖLÜMLERİN ÜSTESİNDEN ÖYKÜCÜLÜĞÜMLE KALKABİLDİM'

'Âşık Şeytan Kör Talih' her ne kadar bir in- celeme kitabı olsa da, sizin yayımlanmış çok sayıda öykü kitabınız da var. Bu öykülerle ödüller de aldınız. Bir inceleme ya da öykü kitabı kaleme alırken, dil meselesine nasıl yaklaşıyorsunuz? Ek olarak iki tür arasın- daki üslup farkını nasıl ifade ediyorsunuz?

"Şeytan imgesi, muhtemelen herkes gibi çok erken yaşlarda,

çocukluk yıllarında

üzerinde düşünmeye

başladığım bir imge."

(18)

18

Evet, bu sorunun bende ciddi bir kriz merke- zine ayna tuttuğunu itiraf etmeliyim. Şöyle ki öyküye ara vererek kitabı yazarken, kitaptan yorulup öyküye sığınırken yaşadığım geçişler beni en çok yoran şeylerin başında geliyordu.

Öyküde alabildiğine dalgın olmanız gerekir- ken inceleme metninde elinizden geldiğince ayık kalmanız icap ediyor. Kesinlikle bir bi- linç yarılmasına maruz kaldığımı ama bunu deneyimlemenin hazzını sonuna kadar yaşa- mam gerektiğine inanıyordum. Tabii bu süreç- te, mesleğimin editörlük olmasının, metinlerle arama mesafe koyabilme alışkanlığımın hayli katkısını gördüğümü, bununla birlikte kitap- taki bazı bölümlerin altından öykücülüğümle kalkabildiğimi de söylemek isterim.

İnsanın, kötülük olgusuyla arasındaki ilişki, neredeyse ilk insanlara kadar uzanıyor. Za- manla da bu olgu, insanlık tarafından –is- temli ya da istemsiz- sahipleniliyor. Peki, din bu ilişkinin neresinde?

Hepimiz yaşamında kaçınılmaz biçimde iki büyük sorunla yüzleşiriz. Hatta diyebiliriz ki kimliğimizi, aşklarımızı, nefretlerimizi, zafer- lerimizi, yenilgilerimizi pek de farkında olma- dan bu iki problemin gölgesinde yaşarız: Ölüm ve kötülük. Mitolojiden folklorik anlatılara, dini öğretilerden felsefeye kadar temelde cevabı aranan sorular bu iki olgudan beslenir. Kötülük öyle kolayca göz ardı edebileceğimiz bir mesele değil.

Kötülüğün sahiplenilmesi konusunda modern sanatçı için bir parantez açmamız gerekiyor.

Modern dönemde sanatçı, kötülük tarifini dev- letin ve dinin tekelinden alarak yepyeni imtiya- za kavuşturdu. Milton’da, Baudelaire’de hatta Picasso’da kötülüğün, çirkinliğin ve ahlak dışı-

'"Şeytanın en büyük hilesi bizi var olmadığına inandırmasıdır.' Bu ancak onun

hayatla iç içeliğiyle açıklanabilir.

Hayatla bu

kadar içli dışlı

olabilen imgeler,

sonsuz boyut

kazanabilirler."

(19)

19

lığın tepkisel bir tutum olarak yüceldiğine şahit oluruz. Ama bu zıtlaşma retoriğinin kötülüğün değirmenine su taşıdığını iddia edemeyiz. Sa- natçı, kötülüğü bir çığlık olarak sahiplenmiştir.

Kötülük ve felsefi anlamda kötülük sorunu, din- lerin daima ilgilendiği, bir şekilde açıklamaya çalıştığı olguların başında gelir. Hatta daha ge- nel bir şey söyleyebiliriz. İster teoloji, ister mito- loji, felsefe ya da sanat alanlarında olsun hayatın anlamını çözümlemeye yönelik bütün cüretler, kötülük olgusuyla karşılaşmak zorundadır. Ka- bil’in cinayetinden tutun Epiküros’un kötülük sorunu söylemlerine, Gazali’nin mümkün dün- yalar nazariyesinden Leibniz’in teodisesine ka- dar aslında konuşulan, tartışılan, anlaşılmaya, açıklanmaya çalışılan mesele kötülüktür. Din bu ilişkinin göbeğinde duruyor. Çünkü o, bir şekilde iyiyi tarif ederken kötüyü ve kötülüğü de çerçeve içine almış olur. Geleneksel dönem- de daha çok şeytanla ilişkilendirilerek izah edi- len kötülük, modern dönemde arketiplerle, bi- linçaltıyla içeriklendirilerek farklı bir derinlik kazandı. Bu, kötülüğü dinlerin gündeminden çıkarmadığı gibi, daha karmaşık bir probleme dönüştürdü.

'HER MİT ASLINDA BİR YARATILIŞ ÖYKÜSÜDÜR'

Şeytan imgesinin kültürel boyutuna bakar- ken, ayrıca mit ve dinlerdeki karşılığına da odaklanıyorsunuz. Bu imgenin, her kültür ve dinde karşılığının olmasını nasıl açıklıyorsu- nuz? Bu durum, yalnızca insanın kötülüğüyle ilişkili olabilir mi?

Elbette. Hatta daha ötesini de söyleyebiliriz, her kültürün şeytan imgesiyle kurduğu ilişki, onun psikolojisini, sosyolojisini, ahlakını, siyasetini

"Öyküde alabildiğine dalgın olmanız

gerekirken inceleme metninde elinizden geldiğince ayık

kalmanız icap ediyor."

(20)

20

örmüş, en azından dokusuna imzasını atmıştır.

Kolayca görünebilecek kültürel girdilerden, çık- tılardan söz etmiyoruz. Bireyi ve toplumu daha derinlerden besleyen, inşa eden, biçimlendiren tesirlerden bahsediyoruz.

Dünyanın muhtelif kültür havzalarında şeytan ve cadı söylencelerinin şaşırtıcı bir biçimde bir- birine kafiye düşmesi gerçekten hayret vericidir.

Bir Slav halk hikâyesiyle bir Altay destanının, bir İskandinav mitiyle bir Uzak Doğu manisi- nin temelde aynı hikâyeyi anlatması, şeytan ya da şeytani varlıklarla ilgili ayrıntılar bakımın- dan yoğun bir benzerlik ihtiva etmesi, şahsen benim bu araştırma boyunca en çok şaşırdığım konulardan biri olmuştur. Sanırım şeytanın her kültürde kendisine geniş bir yer bulmasının sebebi, onun aynı anda pek çok soruya cevap veriyor olmasından kaynaklanıyor. Her şeyden önce unutmamalıyız ki şeytanın varlığı Tan- rı’nın varlığının sağlamasıdır. Öte yandan, kö- tülüğün soyut, değişken ve bilinmez bir yapıda olması insanlara daima huzursuzluk vermiştir.

Şeytanın varlığı tehlikeyi tek bir noktada top- lamak suretiyle tedirgin zihinlere konfor sağla- mıştır.

İnsan, elbette kötü bir varlıktır. Onun iyilik de yapabiliyor olması bu gerçeği değiştirmez. Mo- dern dönemde insanın karanlık yanını açık- layan bilinçaltı tezleri, şeytanın tefsiri olarak okunabilir mi? Kitapta Freud ve Jung özelinde bunun imkânlarını da aradım. Neticede mo- dern psikiyatrinin, ruh sağlığı ile mitler ara- sındaki ilişkiyi geçen yüzyılın başında keşfet- tiğini unutmamalıyız. Mitsel olanla dinsel olan arasına bir çizgi çekilmemesi gerektiği kanaa- tindeyim. Mircae Eliade, mitin temelde kutsal bir öykü anlattığını söyler. Her mit aslında bir yaratılış öyküsüdür. Şeytan anlatıları insanın

"Hepimiz yaşamında kaçınılmaz

biçimde iki büyük sorunla yüzleşiriz.

Hatta diyebiliriz ki kimliğimizi, aşklarımızı, nefretlerimizi, zaferlerimizi, yenilgilerimizi pek de farkında olmadan bu

iki problemin

gölgesinde yaşarız:

Ölüm ve kötülük."

(21)

21

hikâyesidir neticede. İsyanıyla, ayartısıyla, ka- ranlığıyla pek de yabancısı olmadığımız bir ruhun adıdır şeytan. Söz gelimi adının Türk mitolojisinde Erlik olması bir şeyi değiştirmez.

Onun ne yaptığını görebilmek için bir Altay kara şamanının peşine takılıp yer altı dünya- sının zorlu geçitlerini bir bir aşmamız falan da gerekmiyor. Son birkaç yüzyıl içinde sömürge- ciliğin ve kapitalizmin dünyayı ne hâle getirdi- ğine bakmamız kâfi. Faili insan olan cürümler, bize şeytan ile insan arasındaki o yıkıcı kar- deşlik hakkında hayli fikir veriyor.

Çalışmanızın bir diğer dikkate değer yanı, edebiyatçıların ve yazarların bu imge üzerine sıklıkla yazması ve neredeyse imgenin kendi- sini değişen çağ ile birlikte yeniden üretme- si… Bir edebiyatçı da olduğunuz için soru- yoruz: Herkes tarafından iyi ya da kötü bir şekilde tanımlanan bir imge üzerine yazmak, riskli değil mi? Ayrıca Goethe ve Mary Shel- ley gibi yazarlar bununla nasıl baş etti?

Aynı imgeyi yeniden yazmak, uyarlamak ya- zar için risk kadar güven de barındırır. Çünkü herkesin zihninde karşılığı bulunan evrensel imgeler, okurdaki aşinalığa hitap ederler. Ör- neğin Goethe’nin 'Faust', Matthew G. Lewis’in 'The Monk', E.T.A. Hoffmann’ın 'Şeytanın İk- sirleri' eserlerinde yoldan çıkma deneyimleri âdeta çağın tercümesiydi. Hatta Mary Shel- ley’in 'Frankenstein'ı için sonraki yüzyılların tercümesi bile demek mümkün. Aydınlanma Çağı’nda şeytanın hedef seçtiği kurbanların en büyük zaafı bilme ihtirasıydı. Kadim şeytan anlatılarında ise zenginlik veya şehvet daha yaygın zaaflardı. Kurbanın ilgilerinin değişimi şeytan imgesinin de değişimine, belli ölçüde zekâ ve yorum kazanmasına zemin hazırla- mıştır. Ki sanat zaten bir bakıma yeniden inşa

"Mitolojiden

folklorik anlatılara,

dini öğretilerden

felsefeye kadar

temelde cevabı

aranan sorular

bu iki olgudan

beslenir. Kötülük

öyle kolayca göz

ardı edebileceğimiz

bir mesele değil."

(22)

22

faaliyetidir. Goethe, kendinden çok önce yazı- lan bir Alman efsanesini 'Faust' adlı başyapıta çevirirken bunu yapmıştı. Sanat, kurgusal ola- nın üstesinden her zaman gelmiştir.

Şeytanın tekrar yazılması bir yana aynı motifin tekrar tekrar başarılı uyarlamalarına bile şahit oluruz. Hatırlayalım. Christopher Marlowe’dan yaklaşık iki yüzyıl sonra Goethe aynı anlatıyı yazdı. Daha sonra Thomas Mann o hikâyenin bambaşka bir versiyonunu kaleme aldı. Hepsin- de şeytanın yeni maskeler, yeni maharetler elde ettiğini görüyoruz. Anlatının özü değişmemiş ama konular, kişiler, olaylar değişmiştir. İşte şeytanı o özde aramalıyız. Onun evrensel yüzü, yani hepimizi ilgilendiren yüzü, insanın varo- luşsal yanıyla yakından ilişkili. Belki burada bir nebze olsun yazarların baş etmek zorunda kaldığı güçlük olarak şundan bahsedebiliriz.

Bu kadar yaygın ve yerleşik bir imgeyi, dahası din tarafından sınırları önemli ölçüde çizilmiş bir figürü koltuğundan kaldırıp yeni bir kim- likle dolaşıma sokmanın başka türden riskleri vardı. Unutmamak gerekir ki bütün o cürüm- lerden sonra 'Faust'u cennete yollayan Goethe, çağdaşları tarafından yerden yere vurulmuştu.

Sanatçı bu eleştirilerin üstesinden “sorumlu- luk” prangasından kurtularak ve şeytani yara- tımın hazzına sığınarak gelecekti.

Yine edebiyattan yola çıkarak, diğer sanat dallarıyla da ilişki kurduğumuzda, şeytan imgesinin bu coğrafyada bu denli etkili olma- sına rağmen, sinemada, edebiyatta, müzikte vs. güçlü bir figür hâline gelememiş olmasını nasıl yorumluyorsunuz?

"Kötülük ve

felsefi anlamda kötülük sorunu, dinlerin daima ilgilendiği, bir

şekilde açıklamaya çalıştığı olguların başında gelir. Hatta daha genel bir şey söyleyebiliriz. İster teoloji, ister mitoloji, felsefe ya da sanat alanlarında olsun hayatın anlamını çözümlemeye yönelik bütün cüretler, kötülük olgusuyla

karşılaşmak

zorundadır."

(23)

23

Evet, şeytan Türk edebiyatında kendine yer bulamamıştır. Ama Türk edebiyatında şeytani yaratım da yer bulamamıştır ki sanırım Tür- kiye’de bunu ilk düşünen isimlerden biri Hil- mi Ziya Ülken’dir. 1942 yılında yayımladığı 'Şeytan’la Konuşmalar' adlı eserinde şeytanı, Türk romanındaki kriz hakkında konuşur- ken görürüz. Orada şeytan, Türk sanatçısının yıkımı göze alamadığı için şeytani cesaretten mahrum kaldığını ve dünya çapında eserler ve- remediğini söyler.

Sizin sorunuz özelinde meselenin en başına gi- delim isterseniz. Bizde şeytanın yok sayılması ile fantastik edebiyatın talihsiz serüveni aynı sebeplere dayanır. Okuryazar çevrelerinde uzun yıllar egemen olan katı pozitivist refleks- ler fantastik edebiyata göz açtırmamıştır. Girit- li Aziz Efendi’nin 1796-1797 tarihinde kaleme aldığı 'Muhayyelat'ı bu bakımdan öncü olabi- lecek bir eserken Ahmet Mithat Efendi’nin sert ironisine kurban gitmiştir. Namık Kemal bu tür eserlerin ancak “kocakarı masalı” olarak adlandırılabileceğini söylemiştir. Aynı poziti- vist tavır, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 'Cadı' ve 'Gulyabani' romanlarında da ortaya çıkar.

Gürpınar, gotik figürleri eserlerine, çağdaşı yazarlar gibi yadsımak için sokar. Çünkü ona göre sanatçının gayesi halkı aydınlatmaktır ve bu gaye edebiyatın önündedir. Cadı ve gulya- bani gibi toplumsal muhayyilede karşılığı olan varlıklar, kelimenin tam anlamıyla inkâr edil- mek için eserlere konu edilir. Berna Moran’ın da dediği gibi Gürpınar romanında asıl gaye

“Batı’nın maddeci pozitif düşüncesini ülkesine aktarmaya, halkın gözünü açmaya ve cinlere, perilere, fala, bakıcılığa olan inançların kırma- ya” dönüktür. Az önce Goethe’nin “sorumlu- luk” prangasından kurtularak dünyaya özgün bir kurgu armağan ettiğini söylemiştik. Anla-

"Dünyanın muhtelif kültür havzalarında şeytan ve cadı

söylencelerinin

şaşırtıcı bir biçimde

bir - birine kafiye

düşmesi gerçekten

hayret vericidir."

(24)

24

şılan o ki Türk edebiyatında şeytan imgesinin yer bulamamasına “sorumluluk” prangası se- bep olmuşa benziyor.

Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Gün- leriniz nasıl geçiyor?

Açıkçası dünya edebiyatında şeytanın kültürel biyografisinin izini sürmek benim için yorucu bir deneyimdi. Diyebilirim ki 'Âşık Şeytan Kör Talih' kitabı, öykü yürüyüşümde bir parantez.

Muhtemelen bundan sonra da öykü yazmaya, yayımlamaya, öykü üzerine düşünmeye devam edeceğim. Günlerim kafamın içinde birbirinin ayağına basan öyküleri yine kafamın içinde is- tiflemeye çalışmakla geçiyor. Onları birbirin- den ayırabilirsem yazmaya başlayacağım.

"İnsan, elbette kötü

bir varlıktır. Onun

iyilik de yapabiliyor

olması bu gerçeği

değiştirmez. Mo

- dern dönemde

insanın karanlık

yanını açıklayan

bilinçaltı tezleri,

şeytanın tefsiri

olarak okunabilir

mi? Kitapta Freud

ve Jung özelinde

bunun imkânlarını

da aradım."

(25)

25

Bir ailenin sırtındaki şüphe yükü

Monika Helfer'in 'Yük' romanı Düşbaz Kitaplar tarafından yayımlandı.

Helfer kitapta, Birinci Dünya Savaşı'nın

ortasında bir aileyi kuşatan şüphe ve

sessizliklerle örülü bir hikâye anlatıyor.

ali bulunmaz

(26)

26

Monika Helfer 'Yük' isimli romanında, savaşın ortasında bir aileyi kuşatan şüphe ve sessizliklerle örülü bir hikâye anlatıyor.

B

irinci Dünya Savaşı, tarihte özel ve acı bir yere sahip; ilk topyekûn savaş olması ve milyonlarca kişinin ölmesiyle yirminci yüzyıla yön vermesi başlı başına bir hikâye. Erkeklerin cepheye gittiği, kadın ve çocukların gitmiş ka- dar olduğu, kimilerinin cepheden zafer sarhoş- luğuyla ve kimilerinin de bir ömürlük utançla memleketine döndüğü büyük bir savaştı bu.

1914’te başladığında “en geç Noel’de biter” de- nen Birinci Dünya Savaşı, başka pek çok hikâye barındırıyordu. Mesela cephedeki eşinin yolu- nu gözleyen kadınların, ailelerin ve çocukların sırtına taşımakta zorlandıkları sorumluluklar binmişti. Kuşkular ve suskunluklar ise bu so- rumlulukları daha da ağırlaştırırken evlerine dönenler, bu ikisiyle hesaplaşmak durumunda kalmıştı.

Monika Helfer de 'Yük' isimli romanında, sava- şın ortasında bir aileyi kuşatan şüphe ve sessiz- liklerle örülü bir hikâye anlatıyor. Eşi Josef’in askere çağrılmasıyla köyde kalan Maria’nın, diğer kadınların kıskanç tavırlarıyla ve köyün erkeklerinin arzularıyla yüzleşmesi hikâyenin önemli bir yönü. Diğer taraftan, savaş sırasında doğan iki çocuğu üzerinden kaynatılan dediko- du kazanı ise boğucu ortamın tuzu biberi.

Maria’nın maruz kaldığı ithamlar ve Josef’in izin alıp köye geldiği dönemlerde ikili arasında yaşanan gerginlikler ise aile hikâyesinin bir baş- ka yola girmesine neden oluyor.

GÜZELLİĞİ BAŞINA DERT AÇAN MARİA Helfer, başlangıçta her şeyin güzel olduğu fakat sonra Birinci Dünya Savaşı’yla havanın bozduğu bir aile tablosu çiziyor. “Gerçeklik, soğuk ve acı- masız bir rüzgâr gibi” bu tablonun içine esiyor

Yük, Monika Helfer, ÇevirMen: Levent Tayla, 128 syf., Düşbaz Kitaplar, 2021.

(27)

27

kısa sürede. Maria’nın eşi Josef’in Eylül 1914’te askere çağrıldığını öğrenmesi ise kuşkuların, gerginliğin ve sürtüşmelerin fitilini ateşliyor.

Anlatıcı, herkesin Grete dediği ve gerçek adı Margarethe olan annesinin doğumuyla bir- likte, Maria’nın ve Josef’in evliliğinde yeni bir aşamaya geçildiğini hatırlatıyor. Anlatı- cının dedesi, Grete’yle birlikte savaş sırasın- da dünyaya gelen çocuğa, diğer dört kardeşin aksine soğuk davranıyor. Hatta Grete’ye do- kunmuyor bile. Tabii bunun evveliyatı var.

Maria ve Josef, yaşadıkları köyde hakların- da çok konuşulan, daha doğrusu tevatürler üretilen bir çift. Josef’in suratının asıklığı ve Maria’nın mutsuz görüntüsü, ahalinin ağzı- na sakız oluyor. Üstelik Maria’nın güzelliği, Josef’in varlığı nedeniyle harekete geçemeyen köyün erkeklerini cezbediyor. Böyle bir or- tamda Josef, Avusturya’nın Sırbistan’a savaş ilan edişini izleyen günlerde askere çağrılıyor.

Köydeki pek çok erkek Josef’e yollanan celbi bir fırsat olarak algılıyor; postacısından bele- diye başkanına kadar ahalinin önemli bir kıs- mı, eşinin yokluğunda “Maria’yla ilgilenme”

ve “ona göz kulak olma” hayali kuruyor. Kö- yün erkeklerinin ilgisine paralel şekilde on- ların eşleri, gizliden gizliye kendilerine rakip olarak gördükleri Maria’ya hasetle bakıyor.

Josef cephedeyken yalnız kalan Maria’yı sade- ce köydekiler değil, dışarıdan gelen erkekler de takibe alıyor. Bu, bazen hayranlığın ötesine ge- çiyor ve tıpkı köyün rahibinin yaptığı gibi Ma- ria’nın fiziksel özelliklerini ve hamileliğini sor- gulamaya kadar varabiliyor.

Helfer, başlangıçta her şeyin güzel

olduğu fakat sonra Birinci Dünya

Savaşı’yla havanın bozduğu bir aile tablosu çiziyor.

“Gerçeklik, soğuk ve

acımasız bir rüzgâr

gibi” bu tablonun

içine esiyor kısa

sürede

(28)

28

Anlatıcı, bu noktada annesinin, anneanne- si Maria’ya dair yorumunu hatırlatıyor okura:

“Benim güzel anneannem, hem bir örnek hem de bir kınama vesilesiydi. İyi olan her şeyi ona bağlardı ama yaptığım bir şey annemin hoşuna gitmediği zamansa ‘Dikkat et de onun gibi olma’

derdi. Anneannemin iyi yanı uysallığı ve herkesi dinlemesiydi. Herkesin dinlenmeyi hak ettiği- ni, üstelik sonuna kadar dinlenmeyi hak ettiği- ni ve konuşmanın nerede biteceğine konuşanın karar vereceğini düşünürdü. Bazen anneanne- min uysallığının ilgisizlik ve heyecansızlıktan kaynaklandığını düşünürdüm. Kabul etmek ge- rekir ki diğer iyi bir huyu da kindar olmamasıy- dı. İyi olmayan yanıysa sadece güzelliğiydi. Bu da sonuçları sebebiyle iyi kabul edilmiyordu.”

'BİZ HİÇBİR ZAMAN ÖZEL OLMAK İSTEMEZDİK'

Josef savaştayken hamile Maria, köyün ka- dınlarının ve erkeklerinin şimşeklerini üze- rine çekerken ahali, onun duygularını ve his- lerini dikkate almıyor. Anlatıcı, köydekilerin eksik bıraktığı bu konuları, babası cephedey- ken doğan annesinden aldığı bilgileri ve öğ- rendiği ayrıntıları yorumlayarak tamamlıyor.

Geçmişle bugünü birbirine bağlayan ve an- latıcının belli sonuçlar çıkarmasını sağlayan aile hikâyesinde, Grete’nin kardeşleri yani an- latıcının teyzeleri ve dayıları da önemli roller üstleniyor. Onlardan biri Kathe Teyze: “An- ları korkunç bir kargaşa gibi kabul etmek ge- rek. Ancak dramatik bir kurgu içinde kâğıda döküldüklerinde bir düzene girer onlar. ‘Tıp- kı yaşamın kendisi gibi.’ Bu da Kathe Teyze- min sözlerinden biri işte. Özellikle bizimkile- rin yaşamı gibi. Biz hiçbir zaman özel olmak istemezdik. Anneannem de istemezdi. Ama

'Yük'te Helfer’in

anlattığı hikâye, artık hayatta olmayan

kendi aile üyelerine

ait.

(29)

29

biz özeldik. Utançtan iki büklümüm. Sanırım anneannemin özel olmak gibi bir şansı yok- tu. En ortada o duruyor. Bütün ölmüşler onun ayaklarının dibinde. Ama bu, hepsinin cehen- nemde cayır cayır yandığı anlamına gelmiyor.”

Josef’in uzak olduğu dönemde köye gelen ve Maria’nın hayranlık duyduğu yabancının var- lığının yanı sıra üstüne vazife olmayanlar ta- rafından Maria’nın hamile kalma zamanının hesaplanması, ailenin sırtını kamburlaştıran bir şüphe yüküne dönüşüyor: “Kısa zaman içinde köyde Maria’nın karnındaki bebek- ten, yapılan hesaplamalardan ve hesaplamala- rın sonuçlarının tümünün Maria’nın aleyhine çıktığından haberdar olmayan kalmadı. Pis bir dedikoduydu bu. Bu yükçü hakkında çı- kan dedikodular giderek artıyordu. Babaları kimsenin doğru dürüst ne olduğunu bilmediği dolaplar çeviriyordu. Anne fazla güzeldi. Ba- baları asker olarak kayırılıyordu çünkü hem hâlâ hayattaydı hem de iki kez izne gelmişti.”

Grete’nin doğumu öncesinde ve sonrasında aile içinde ve dışında yaşananlar, savaşın yarattığı bulanık ortamla birleşiyor. Anlatıcı, hatıralar arasında gezerken hem aileyi zorlayan kuşku ve boşlukları hem de annesinin (ve onun ailesinin) hikâyesini bir bütün olarak keşfediyor. Bu keşif de aile hikâyesinin yekpare olmadığını gösteriyor.

'Yük'te Helfer’in anlattığı hikâye, artık hayatta olmayan kendi aile üyelerine ait. Yazar onları toprak altından çıkarıp son bir kez konuşturu- yor; şüphe ve sessizlik yükünü, hem kendi sır- tından hem de onların omuzlarından alarak he- sap defterini en azından edebî babta kapatıyor.

Yazar, Yük'te hayatta olmayan aile üyelerini toprak altından

çıkarıp son bir kez konuşturuyor; şüphe ve sessizlik yükünü, hem kendi sırtından hem de onların

omuzlarından alarak

hesap defterini en

azından edebî babta

kapatıyor.

(30)

30

Pelin Özer:

Anadilim şiir

Pelin Özer'le Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan

yeni şiir kitabı 'Liya Lu'yu konuştuk. Özer, "Bir

coğrafyada yaşanmış ve birikmiş acının dirildiğini görmek ancak şiirle

mümkün oluyor" dedi.

en ver t op aloğlu

(31)

31

Pelin Özer’in 2004- 2021 yılları arasında yazdığı şiirlerden geniş bir kesiti dört bölüm halinde bir araya getiren yeni kitabı 'Liya Lu'yu

Ayrıntı Yayınları okurla buluşturdu.

P

elin Özer (1972) farklı yazınsal türlerdeki çalışmalarıyla 2004’ten itibaren çeşitli ede- biyat dergilerinde yer aldı. Birçok dile çevrilen şiirlerinden bir seçki 2014’te 'Uzay Çiçeği/Wel- tallblume' adıyla Almanya’da çift dilli olarak yayımlandı. 2010’da Boğaziçi Kitap Fuarı kap- samında düzenlenen haiku ödüllerinde jüri özel ödülüne değer görülen Özer, '17 Haziran' (2011) adlı romanıyla 2012 Duygu Asena Roman Ödü- lü’nü kazandı. 'Cam Kulübeler' (2007), 'Atlasın Bir Ucunda' (2015) ve 'Beyaz Ev' (2019) Özer’in şiirlerini ve poetik metinlerini bir araya getiren diğer yapıtları.

Pelin Özer’in 2004-2021 yılları arasında yazdı- ğı şiirlerden geniş bir kesiti dört bölüm halinde bir araya getiren yeni kitabı 'Liya Lu'yu Ayrıntı Yayınları okurla buluşturdu.

Özer’le yeni kitabı 'Liya Lu'yu, şiiri ve geleceğe dönük tasarılarını konuştuk...

Kitaba adını veren 'Liya Lu'yu sorarak başla- mak istiyorum. Kitaba da ad olduğuna göre bir anlamı vardır elbette. 'Liya Lu', sizin şair olarak “mürekkebi olduğun acıyla” nasıl ve ne türden bir imge olarak buluştu, ilişkilendi?

'Liya Lu'nun benim bildiğim dillerde bir anlamı yok, tam da bu nedenle isim olarak onu seçtim.

2010’da yazıp yayımladığım, kitapta da yer alan

“Uzay Çiçeği” şiirinde kendi uydurduğum bir şarkının sözlerinden gelip kapağa yerleşti. Baş- ka adaylar da vardı ama bir anlama sıkışmak, okuru yöneltmek, şiirleri bir bakıma o kadere zorlamak iyi gelmedi bana. Karar verme aşama- sında, sabah erken saatlerde yüzerken durup, ötelere bakıp dönerek “Liya Luuuu” diye hay- kırıyordum adalara, ufka, gökyüzüne... Yankı

Liya Lu, Pelin Özer, 160 syf., Ayrıntı Yayınları, 2021.

(32)

32

Pelin Özer’le yeni kitabı 'Liya Lu'yu, şiiri ve geleceğe dönük tasarılarını konuştuk..

aldığım an tereddüdüm de kalmadı. Sonradan bu ses ve söz dizisinin benim şiirde ilk kez an- lam ötesine sıçrayışım olduğunu fark ettim. Bu da bir bakıma şiirin hecelemesi, kendi varlığını ilk defa sesle ortaya koymasıdır.

Baştan beri şiiri, bir yandan da şarkımı söyle- mek gibi gördüğümden bu isim bana kitabın okura dolaysızca seslenme arzusunu da açıkla- dı. Şöyle diyordu: “Gelin, hep birlikte şarkımızı söyleyelim!”. Haykırarak, mırıldanarak, içeri- den, dans ederek, coşarak, tozutarak, esrikleşe- rek, çığlık atarak… Bunun elbette “mürekkebi olduğum acıyla” da yakından bir ilişkisi var.

Buna şiirle cevap vermem gerekse kitaptaki “Yas Tutarken Bile Ayartabilir Beni Dans Tanrısı”na işaret ederdim. Acının coşkudan, transtan, öte- lerle bağlantı kurmaktan, şiir yazmak zorunda kalmaktan ayrı tutulamayacağını öğrenmiş ol- masaydım bir şarkı nakaratındaki hafifliğe, ne- şeye, mutluluğa, huzura böylesine kucak da aça- mazdım.

'ŞİİR BENİM İÇİN BİR KENDİLİK ARAŞTIRMASI'

Şiirlerde bir yandan doğada bir yolculuk, do- ğaya bir yolculuk dikkati çekiyor. Bir yandan da iç yolculuk diyebileceğimiz bir seyir söz konusu. Seyrin bakmak, anlamak, araştırmak anlamında sizin şiiriniz için önemli olduğu- nu düşünüyorum. Bu kitabınızdaki şiirler de güçlendiriyor bu izlenimi. Aradığınız nedir;

şiirde ne arıyorsunuz diye sormayacağım, şi- irle ne arıyorsunuz?

Öncelikle zihnimle birebir bağdaşan ve bana anlaşılmanın zevkini yaşatan yorumun için te- şekkür ederim. Bana göre iç yolculuk hiçbir za-

(33)

33

man ayrılmıyor dışarıdakinden. Doğa, fon ol- manın çok ötesinde, benim içimde de kendini tamamen bildiği ve hâkim olduğu yöntemlerle sürdüren bir düzen. Karmaşayı da dışlamayan bir düzen. Zamanla; doğum-ölüm-varlık diye sorguladıkça ve doğaya haiku merceğinden baktıkça “cam kulübe”mi içimde ve dışımda katman katman açılan bir sonsuzluğa inşa ede- bileceğime ikna oldum. Bir güven ve kendini bırakma hissi... İçerisi ve dışarısı arasında ku- rulan bir bütünlük… Sırtüstü uzandığında su- yun insanı taşıması, toprağın içine kabul edip oradan başka hikâyeler başlatması, bir nehirde yıkandığında yeniden doğuş hissini yaşatması, bir taştan aldığı titreşimle içindeki yoğunluk- tan ansızın sıyrılması… Doğanınki öyle güçlü ve bağımsız bir düzen ki; bozmaktan, koru- maktan ve kurup yaşatmaktan da âciz olduğu- muz mekanizmalar işliyor orada. Tabii bunları şu an senin sayende anlamlandırmaya çalışıyo- rum, yoksa şiirde kendiliğindenliği çok önem- serim ve yazarken bir kavram ya da kuramdan yola çıkmam.

Hayatın her alanında, nefes aldığımız sürece hep bir seyir söz konusu. Bizler şiir yazarak bu- nun kaydını tutuyoruz. Bir yandan da şiirler sayesinde kendi seyrimizin takibindeyiz. Şiir benim için bir kendilik araştırması; bana yansı- yan zamanı, “âciz çağı”, tanık olduklarımı, ma- ruz bırakıldıklarımı, bedenselliği ve ruhsallığı birbirinden ayırmadan arayışımı sürdürdüğüm bir mecra. Dolayısıyla şiirle aradığım da dışa- rıdan ve içeriden bana; ruhuma ve bedenime yansıyanlar, dünya diliyle tanımlayamadıkla- rım. Şiir kendimi her bakımdan açığa vurdu- ğum, bir bakıma soyduğum alan. Bu seyrin hiç sona ermeyeceğini bilmek bana iyi geliyor.

"Doğa, fon olmanın çok ötesinde,

benim içimde de kendini tamamen bildiği ve hâkim

olduğu yöntemlerle

sürdüren bir düzen."

(34)

34

İnsanın doğayla ilişkisi gittikçe daha da ge- rilimli hale geliyor. Sizi şair olarak doğaya yönelten etkenler neler oldu? Doğayla insan arasındaki çelişkili çatışmalı ilişkiyi nasıl de- ğerlendiriyorsunuz?

Çıkmaz sokaklarda, beton bloklarda yaşanan bir çocukluğun ardından yatakhanede Boğaz’a, yazları Marmara Denizi’ne açılan ve İstanbul’un banliyölerinden birinde çamların ötesinden ufku gözlemleyen bir gençlik yaşadım. Dersler- den ziyade yazmak ve okumakla geçen gençli- ğimde haiku ile ilk tanıştığım günü unutamı- yorum. Haiku sayesinde, bilincime taşınmamış olsa da sanıyorum başka türlü bir yaşantının, yazının, bir nevi paralel evren kurmanın müm- kün olduğuna dair bir hal yaşadım. O dönem- de ele aldığım konular ve kurmaya uğraştığım yapılar değişti mi, emin değilim ama minimal bir ölçekte yaşanmakta olanın bir bakıma de- rin ve çok geniş bir algının hazırlayıcısı oldu- ğuna uyandım. Bunun beni doğanın gizli diline yaklaştırdığını, en azından bu dili öğrenmenin mümkün olabileceğine dair bir güven aşıladığı- nı sanıyorum.

İnsanın doğayla gerilimli ilişkisinin farkında olmakla birlikte bu alanda büyük sözler etme ehliyetine sahip değilim. Ben de yaşananları dehşetle izliyorum, doğa felaketinin korkunç etkilerini hissediyorum. En son müsilaj faciası beni öylesine derinden etkiledi ki bir Marmara çocuğu ve adada yaşayan biri olarak o ilk güne, denize dair ilk kuşkuyu yaşadığım 1984 yazına döndüm. O cennetin silinmekte olduğunun ha- bercisi denizanalarıyla ilk karşılaşma… Bugün hepimiz köşeye sıkışmış durumdayız ve bu bana aczimizi ve belki de bir bakıma sona yaklaştığı- mızı, önce idrak edip ardından da bu zaman di- limine yakışır bir pozisyon almamız gerektiğini

"Hayatın her alanında, nefes aldığımız

sürece hep bir seyir söz konusu. Bizler şiir yazarak bunun kaydını tutuyoruz.

Bir yandan da

şiirler sayesinde

kendi seyrimizin

takibindeyiz."

(35)

35

"Şiir benim için bir kendilik

araştırması; bana yansıyan zamanı,

“âciz çağı”, tanık olduklarımı, maruz bırakıldıklarımı, bedenselliği ve

ruhsallığı birbirinden ayırmadan arayışımı sürdürdüğüm bir mecra."

söylüyor. Bir yandan da her zorlukta direnen, bununla da kalmayıp doğaya ve insanın onun içinde yaratılmış bir yaşam formu olduğuna güvenen hücrelerim bana akıl almaz yoklukta bile dönüşüp değişeceğimizin bilgisini taşıyor.

'BİR COĞRAFYA'DA BİRİKMİŞ ACININ DİRİLDİĞİNİ GÖRMEK ANCAK ŞİİRLE MÜMKÜN OLUYOR'

Şairin ve şiirin çağına tanıklığı, toplumsal sorunlara karşı duyarlılığı önemli. Bu konu- da neler düşünüyorsunuz?

İnsan, fiziksel belirişinde, ruh atmosferinde ya da karakterinde bazı tadilatlara gidebilir ama çağının ve toplumunun onu soluksuz bıraktığı yerde kaçınılmaz olarak çığlığını atarak diren- cini konuşturur. Kalemin kendi bildiğini oku- ması da var elbette işin içinde. Gözünü öte dün- yalara diken şiir çare mi arıyor acaba? Rahat soluk alınacak ve kurtarılmış bölgelerin, “no man’s land”lerin varlığını anımsatacak o alanı koruma içgüdüsü olabilir mi= İçimde kaynayan isyan kimi zaman bir sessizlik bahçesi yarat- mak arzusuyla birleşirken kimi zaman deprem yaratacak bir çığlıkla ayaklanıyor.

Tanıklık ederken kalemin ucuna gelip kendi- ni yazdıranlar bana şiir aracılığıyla kozmik bir empati diyebileceğim biçimde “başkalarının acısını yaşama” deneyiminin mümkün olduğu- nu gösterdi. Bir coğrafyada yaşanmış ve birik- miş acının adeta dirildiğini görmek ancak şiirle mümkün oluyor.

(36)

36

'YAZIMIN HAMMADDELERİNDEN BİRİ ŞİİR'

Uğraşı alanınız bir hayli geniş. Yazının bir- çok alanında çalışıyorsunuz. Bu arada ilk şiir kitabınız bir haikular kitabıydı. Şiiri uğraşı- larınız içinde, öncelik açısından nasıl tanım- lıyorsunuz? Şiirle ilgili bundan sonrasına dö- nük çalışmalarınız, tasarılarınız neler?

Baştan itibaren yazıyı kılcal ve ana damarlar gibi beni saran karmaşık ve görünmez bir ağ gibi algıladım. Yazdıkça o karmaşa çözülüyor ve o göz korkutan derinlik tane tane dile geliyordu.

Müthiş bir berraklık ve karşılaşma. Yazmadığım dönemlerde bile yazı daima birkaç kanaldan bir- den akıyormuş, sonradan fark ettim. Ama şunu tereddütsüz söyleyebilirim; başlangıçta şiir vardı ve şiir hep vardı. Bir yandan da şiir ne yapıp edip mutlaka yazdıklarıma sızıyor; söyleşi, deneme, günlük dinlemiyor. Ben istediğim kadar o met- ni, kendimi, karşımdakini şiirden korumaya ça- lışayım; onun laf dinlemez, itaat etmez, başına buyruk bir tabiatı var. Onu tamamen kendime benzetmekte ısrar ettiğimden, bu hali hoşuma da gitmiyor değil. Yazımın hammaddelerinden biri şiir ve onun bir sonsuzluk kaynağı olduğunu duyumsuyorum. Farklı türlerde yazmamı sağla- yan da ironik biçimde şiirin bolluğu, adeta beni soluksuz bırakacak bir tazyikle fışkırması ol- muştu zamanında. Şiirimi gevezelikten, tekrar- dan koruma kaygısı beni sadece günlük tutmaya, farklı formlara değil, '17 Haziran' adlı ilk roma- nımı yazmaya da yöneltti. 'Beyaz Ev'in yapısını ve dilini kurarken şiir ile düzyazının çekişme- sini hayal etmiştim ve kazanan cümle olacaktı.

Benim için yazı bir atölye, orada hiç durmadan çalışıyorum ve ele aldığım her türe de içten bir hayranlık, sevgi duyuyorum. Ama şunu da ra- hatça dile getirebilirim: Anadilim şiir.

"Şiir kendimi her bakımdan açığa vurduğum, bir

bakıma soyduğum alan. Bu seyrin hiç sona ermeyeceğini bilmek bana iyi

geliyor."

(37)

37

"Tanıklık ederken kalemin ucuna gelip kendini yazdıranlar bana şiir aracılığıyla kozmik bir empati diyebileceğim

biçimde

“başkalarının acısını yaşama” deneyiminin mümkün olduğunu gösterdi."

Rap formunda ve performatif bir hayal ve yöne- limle yazdığım 'ÇIĞLIK' ve iki kitap olarak ta- sarladığım haikular hazır halde. 2020 Nisan'ında

“Bir artı Bir” dergisinde ve onun sosyal medya hesaplarında on altı yıldır birikmiş haikularım- dan seçtiklerimi yayımlamaya başlamıştık. Bu maratonda tıknefes olmadığımızı görünce bir sene daha ekledik. 2022 Nisan'ına dek sürecek.

Bunlar dışında on yedi yıllık şiir birikimini 'Liya Lu' ile nihayet okuruna ulaştırabilmiş ol- manın hafifliğiyle nasıl şiirler yazacağım ya da yazacak mıyım, ben de çok merak ediyorum.

(38)

38

Homo

Sapienslerin yeni tarihi

Rutger Bregman'ın

'Çoğu İnsan İyidir' kitabı Mundi Kitap tarafından yayımlandı. Bregman, insanın kötücül yanını

merkeze alan medya, tarih, felsefe ve bilime alternatif bir düşünme biçimi

sunuyor.

Buse Özlem Ba y

(39)

39

Yüzü kızaran tek canlı türü olan insan, ya ger- çekten de o kadar kötü değilse?

Modern dünyanın ve onun işleyen çarklarının bize öğrettiği tek bir şey varsa o da insanlara güvenmememiz gerektiği. İnsanlar bencildir ve öngörülmezlerdir. İçlerinde bir caniyle yaşarlar ve bu yanlarını asla yok edemezler, sadece me- deniyetle ve Leviathanlarıyla ona set çekebilir- ler. Bu bilginin hatalı olmasına imkân yok, de- ğil mi? İnanmayan haberleri açsın, izlesin. Ona da güvenmiyorsa Twitter’da gündeme baksın, canım. Shakespeare her zamanki gibi haklıydı;

cehennem gerçekten de boş, şeytanlar aramız- da. Evet, dünya gerçekten korkunç bir yer ama felaketsever yanımız için üzücü bir haber var:

İnsanların çoğu -melek olmasalar da- aslında hâlâ iyiler.

Rutger Bregman, Hollandalı bir tarihçi ve ya- zar. Bregman’ı çoğu sosyal bilimciden ayıran bir nokta var: Bregman umudu savunuyor. Bir tarihçi olarak linçler, savaşlar, katliamlar ve ci- nayetlerle dolu geçmişimize gayet hâkim. Biz bir hayvanız, sevecen bir hayvanız ama nitekim yine de hayvanız. Güçle karmaşık bir ilişkimiz var, iktidarı elde ettiğimizde saçmalamaya ve zalimleşmeye meylediyoruz. Fakat evrenin uzun ve bizim kısa tarihimizde bir şekilde ha- yatta kaldık. Her şeyi başlatan ilk şifreyi bir tür- lü çözemesek de yalnız olmadığımızı ve hiçbir zaman da olmayacağımızı biliyoruz. Felaketleri çok sevsek de, belki de o kadar bencil değiliz- dir. İstatistiklere göre çoğu insan gerçekten iyi, yardımsever ve şefkatli.

Türkçeye Hollandaca aslından Gül Özlen’in çevirdiği ve Mundi Kitap tarafından yayımlanan 'Çoğu İnsan İyidir: Yeni Bir İnsanlık Tarihi'nde Bregman, bu felaket ve bencilsever

yanımızın peşine düşüyor.

Çoğu İnsan İyidir: Yeni Bir İnsanlık Tarihi, Ruther Bregman, Çevirmen:

Gül Özlen, 456 syf., Mundi Kitap, 2021.

(40)

40

Türkçeye Hollandaca aslından Gül Özlen’in çe- virdiği ve Mundi Kitap tarafından yayımlanan 'Çoğu İnsan İyidir: Yeni Bir İnsanlık Tarihi'nde Bregman, bu felaket ve bencilsever yanımızın peşine düşüyor. Yüzlerce yıldır insanın kötücül yanını merkeze alan medya, tarih, felsefe, eko- nomi ve bilime alternatif bir düşünme biçimi sunuyor. İnsanlık tarihindeki çoğu olaya sor- gulayıcı gözlerle bakarsak, hepsinin önündeki pesimist perdeyi aralamamızın mümkün olabi- leceğini ortaya koyuyor. Bu elbette pembe göz- lüklerimizle ufka bakıp kurtarıcımızı beklemek anlamına gelmiyor. Sadece, sırtımızda kanatla- rımızın olmamasının bizleri birer şeytan yap- madığı anlamına geliyor.

Psikoloji derslerinde ve kitaplarında büyük yer kaplayan Stanford Hapishane Deneyi ve Milg- ram Deneyi gibi araştırmalara gözü kapalı gü- venmemiz bir hata olabilir mi? Bregman’a göre evet. Deney koşulları doğru bir şekilde sağlan- madığında sonuçlar da doğru olmayacaktır ve bizim küçük birer şeytan olduğumuz gerçeği de… Bregman, 'Çoğu İnsan İyidir'de bunlar gibi çoğu deney üzerine yaptığı bire bir araştırmalar ve diğer bilim insanlarının ortaya koyduğu ça- lışmalarla tezini kuvvetlendiriyor. Sorgulamaya başladığı bu deneylerle birlikte geçmiştekinden çok farklı sonuçlara ulaşıyor. Keza, 1950’lerden beri okullarda okutulmaya devam eden ve ço- cukların karanlık doğasına dair tespitleriyle çoksatan listelerinde yer alan 'Sineklerin Tan- rısı' gibi edebiyat eserlerine de bizleri farklı bir gözle bakmaya davet ediyor. Gerçekten de ıssız bir adaya düşen çocukların davranışları Gol- ding’in beklediği gibi mi olmuştur? Bregman’ın araştırmalarına göre insanlar aslında zor koşul- lar altında bir araya geldiklerinde pek de Gol- ding’in öngördüğü davranışları göstermiyor.

Kışkırtılmadıkları sürece… Reality show’larda

Rutger Bregman, Hollandalı bir tarihçi ve yazar. Bregman’ı çoğu sosyal

bilimciden ayıran bir

nokta var: Bregman

umudu savunuyor.

Referanslar

Benzer Belgeler

[r]

Fazıl Küçük Tıp Fakültesi, Beyin Farkındalık Haftası nedeniyle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC), Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı iş

Doğu Akdeniz Üniversitesi Mezunlarla İletişim ve Kariyer Araştırma Müdürlüğü (DAÜ-MİKA) tarafından her yıl düzenlenen Uluslararası Kariyer Günleri etkinliğinin

Sürdürülebilir yaşam için mücadele edenlere verilen Alternatif Nobel Ödülü’nü kazananlardan Kongolu Rene Ngongo, yağmur ormanlarının katliamını ve ülkesindeki

Aynı zamanda Dil Evi Etimoloji Topluluğu Başkanı olan Gültekin, bugüne kadar birçok kültürel çalışmaya imza attı.. Uzun yıllar Türkiye Dergiler Birliği'nin

Bunun üzerine, Ebu Talib, Peygamberimiz (a.s.)a haber

Aykut Hocanın ve KTMMOB Genel Başkanı Seran Aysal’ın yanı sıra, KTMMOB Genel Sekreteri Tunç Adanır, KTMMOB Yönetim Kurulu Faal Üyesi Evren Çavdır, DAÜ Akademik İşlerden

the  academic  competence.  The  criterion  for  assessment  is  the  appropriateness  of  two  referee  comments  then  the  articles  will  be  published  in