TÜRKİYE’DE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ’NÜN
TARİHSEL-HUKUKSAL GELİŞİMİ
Gerek Batıda gerekse Türkiye'de içinde bulunulan siyasal rejim, basın rejimini belirleyen temel etmenler arasında yer almaktadır. Bu nedenle basın özgürlüğü ve basın özgürlüğü mücadelesine yönelik anlatılara yer verilirken, her dönemin kendine özgü sosyal-politik gelişmeleri, bu gelişmelerin basın rejimine etkileri ve basının bu rejim içerisindeki tutumu
üzerinde durulmalıdır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerine rastlayan
“batılılaşma/modernleşme” hamleleri, XIX. yüzyılın başlarından itibaren basın faaliyetlerini de içerecek şekilde süregelmiştir.
Önemli bir kısmı siyasal/toplumsal modernleşmenin sözcülüğünü ve taraftarlığını yapan basın, başlangıç
aşamalarından itibaren iktidarın gözetimi altında olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nda 1864 yılına kadar basın
özgürlüğünün hukukî ve objektif herhangi bir sınırı yoktur.
Padişahlar istediği zaman gazete çıkarılmasına izin vermiş, istediği zaman bu izni kaldırmış ve gazeteleri kapatabilmiştir.
XIX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren tüzük ve kararnamelerle düzenlenen basın alanı yine yöneticilerin kişisel
müdahalelerine açık olmuş, sıkı kontrol ve denetleme
mekanizmalarına tabi tutulmuştur.
1864 MATBUAT NİZAMNAMESİ
Osmanlı döneminin basın alanına ilişkin ilk kapsamlı yasal düzenlemesi olan 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesi’nin
aşağıda sıralanan bazı maddelerinde bu uygulamaların izlerini görebilmek mümkündür.
Matbuat Nizamnamesinde cezaya tabi tutulan bazı
hükümlerden bazıları şunlardır
Ruhsatsız gazete çıkarmak,
Gazetenin imzalı bir sayısını ilgili devlet dairesine göndermemek,
Hükümetten gelen resmi yazıları yayınlamamak,
Genel adaba ve milli ahlaka aykırı yazılar basmak,
Hazreti padişahiye taarruz sayılabilecek yazılar yazmak,
Dost hükümdarlara dokunacak söz yazılması (Akt. Topuz,
1996: 28).
1864'te yayınlanan Matbuat Nizamnamesi yürürlüğü girdiğinde henüz dört gazete yayınlanmaktadır. Bu gazeteler sırasıyla
Takvim-i Vakayi, Ceride-i Havadis, Tercüman-ı Ahval ve Tasvir-i Efkar'dır. Nizamname ile başlayan, azınlık gazeteleri ve
Fransızca gazetelerle birlikte sayıları onu geçmeyen, gücü son derece sınırlı yayın organlarına yönelik düşünülen sansür
düzenlemelerinin asıl gerekçesinin XIX. yüzyılda Avrupa'da
basın özgürlüğü mücadelesinin İmparatorluğa yansımalarını
engellemek olduğu söylenilebilir .
1867 KARARNAME-İ ÂLÎ
Gazete ve dergilerin çıkarılabilmesini hükümetin iznine tabi tutan 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesini, 1867 yılında
Matbuat Nizamnamesinin hükümlerini yok sayan ve hükümete basınla ilgili idarî tedbirler alabilmek yetkisi tanıyan “Âlî
Kararname”nin yayınlanması izlemiştir Ancak Kararname uzun
yıllar yürürlükte kalarak basın özgürlüğünü tamamen ortadan
kaldırmıştır.
1876 KANUNİ ESASİ
Kararnamenin idareye tanıdığı tüm yetkilere rağmen, basın susturulamamış ve hükümeti rahatsız etmeye devam etmiştir.
Bunun üzerine, 1876 yılında çıkartılan başka bir Kararnameyle basına ön denetim zorunluluğu getirilmiştir. Gazetecilerin
Kararnameye karşı gösterdiği yoğun tepkiler çabuk sonuç vermiş ve ön denetim kaldırılmıştır. Ancak bu tepkilerin basın özgürlüğü için yarattığı rüzgâr sadece ön denetimi kaldırmakla kalmamış, basın özgürlüğünün anayasal düzeyde tanınmasına da yol açmıştır.
Osmanlı toplumunun ilk yazılı Anayasası olarak kabul edilen 1876
Anayasasının 12. maddesinde yer alan “Matbuat kanun dairesinde
serbesttir” hükmü bunun bir göstergesidir.
Basın özgürlüğünün anayasal düzeyde tanınmasını sağlayan, ancak basınla yıldızı hiç barışmayan II. Abdülhamit, ilk olarak 1877 yılında çıkardığı bir Kararname ile ülkede sıkıyönetim ilân etmiş; daha sonra ise, halkın parlamento hayatı için henüz
hazır olmadığı gerekçesiyle, 14 Şubat 1878 tarihinde Meclis-i
Umumi’yi kapatarak yeni bir dönem açmıştır.
XIX. yüzyılın son çeyreğinden II. Meşrutiyet'in ilan edildiği 1908'e kadar süren II. Abdülhamit dönemi basına yönelik ön sansür uygulamaları da dâhil olmak üzere yoğun kontrol ve tedbir uygulamalarına sahne olmuştur. “Türk basının en
karanlık çağı” (Topuz, 1996: 36) olarak nitelenen Abdülhamit döneminde basına yönelik yasaklar ve gazetelerin
kapatılmasının yanı sıra, gazetelere çıkar sağlanmış, jurnalcilik desteklenmiş, gazete sahipleri ve çalışanları rüşvet ile satın alınmaya çalışılmış, yabancı ülkelerle haberleşme
engellenmiştir.
II. Abdülhamit’in istibdat döneminde hükümetin çıkacak
gazeteleri önceden denetleyeceği bildirilmiş (Topuz, 2003:47);
hazırlanan çeşitli listeler ile “grev, suikast, kargaşalık, hürriyet, vatan, Bosna, Hersek, Makedonya, Kanun-i Esasi” gibi
kelimelerin kullanılması yasaklanmıştır (İskit, 1943:98).
II. MEŞRUTİYET
II. Abdülhamit döneminin sona ermesi anlamına gelen II.
Meşrutiyetin ilanından sonra basın görece özgür bir ortama kavuşmuştur. Meşrutiyetin ilanını sevinçle karşılayan
gazeteciler aralarında bir dernek kurarak, Abdülhamit döneminin sansür uygulamalarından biri olan ön sansür memurlarını matbaalarına almama eylemi yapmıştır. II.
Meşrutiyetin ilanının ardından gerçekleştirilen bu eylemin yapıldığı 24 Temmuz günü, Cumhuriyetin ilanın ardından
“Gazeteciler/Basın Bayramı” olarak kabul edilmiştir.
4 Nisan 1909 tarihinde Kanun-i Esasinin 12. maddesi değiştirilmiş ve “Matbuat kanun dairesinde serbesttir”
hükmüne sansürü yasaklayıcı bir cümle eklenerek, “Matbuat
kanun dairesinde serbesttir ve hiçbir şekilde basımdan önce
teftiş ve muayeneye tabi tutulamaz” şeklinde değiştirilmiştir
. II. Meşrutiyet'in ilan edilmesinin ardından oluşan görece özgürlükçü ortam 1909'da kabul edilen, 1881 tarihli Fransız Basın Kanununu örnek alınarak hazırlanan Matbuat kanunuyla yeniden baskıcı uygulamalarına sahne olmuştur. Doğrudan
“sansür öngörmeyen” ancak devletin güvenliğini bozacak ve ayaklanmaya kışkırtacak yolda yayında bulunan gazetelerin, dava sonuçlanıncaya kadar hükümetçe kapatılabileceğini
öngören kanun birçok değişiklik geçirerek 1931 yılına kadar
yürürlükte kalmıştır
CUMHURİYET DÖNEMİ- 1924 ANAYASASI
Ulusal mücadelenin gerek örgütlenmesinde gerekse
kazanılmasında rolü olan basın Cumhuriyetin ilanının ardından 25 Ekim 1923 tarihinde İcra Vekilleri Heyetinde yayımlanan sansürü ortadan kaldıran bir kararname ile yeniden
özgürlüğüne kavuşmuş, ardından 1924 Anayasasının 77
maddesiyle basın özgürlüğü Anayasal güvenceye bağlanmıştır.
20 Nisan 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun253 77.
maddesi, basın özgürlüğü konusunda Kanuni Esasi’nin 12.
maddesinde düzenlenen “matbuat kanun dairesinde serbesttir ve neşir edilmeden evvel teftiş ve muayeneye tabi değildir”
hükmünü tekrarlamıştır.
Sansürün kaldırıldığı ve basın özgürlüğünün anayasal
güvenceye bağlandığı bu dönem de uzun sürmemiştir. Şeyh Sait Ayaklanmasını takiben, 4 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükûn Kanununun kabul edilmesiyle sansür uygulamalarına geri dönülmüştür. Hükümet bu kanunla olağanüstü yetkileri sahip olmuştur. Basın özgürlüğünü istediği ölçüde kısıtlamak, gazete kapatmak, istiklal mahkemeleri kurmak ve bu
mahkemelerce hukuk kurallarına bağlı olmaksızın serbestçe
kararlar almak, bu yetkiler dâhilindedir
Cumhuriyet Türkiye’sinin basın konusundaki ilk yasal
düzenlemesi Matbuat Kanunu 1931 yılında kabul edilmiştir.
Basın üzerindeki sansür ve kısıtlamanın hukuki çerçevesini oluşturan bu kanun, aynı zamanda tek parti döneminin
güdümlü basın anlayışının bir göstergesi mahiyetindedir.
II. Dünya Savaşı yılları boyunca devam eden bu otoriter basın
rejimi, savaş sonrasının belirlediği yeni uluslararası koşullar altında yumuşamaya başlamıştır. Söz konusu savaşın faşist yönetimlerin yenilgisi ve parlamenter demokrasilerin zaferiyle sonuçlanması, neredeyse tüm dünyaya yayılan bir siyasal liberalizmin oluşmasına olanak sağlamış ve bu durum, savaş yılları boyunca biriken iç
muhalefetin de etkisiyle çok partili hayata geçişi kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu gelişmelerin sonucu olarak, tek parti yönetiminin basın üzerindeki baskıcı politikalarına gerekçe olarak kullandığı 1931 tarihli Matbuat Kanunu’nun, gazetelerin kapatılması
konusunda hükümete sınırsız bir yetki veren 50. maddesi, 1946
yılında değiştirilmiş ve kapatma yetkisi mahkemelere bırakılmıştır.
Bu değişiklik, 1931 tarihli Matbuat Kanunu’na nazaran daha
özgürlükçü sayılabilecek 1950 tarihli yeni Basın Kanunu’nun da habercisi olmuş ve Demokrat Parti’nin iktidara gelişine kadar geçen sürede basın hayatında belirgin bir canlanmaya yol açmıştır. 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanarak iktidara gelen Demokrat Parti (DP), basın özgürlüğünü sağlamayı da
programına aldığından, tek parti döneminde sürekli baskı
altında yaşayan basından geniş destek görmüştür.
Bu dönemde, DP’nin iktidara karşı sürdürdüğü sert muhalefet basın özgürlüğü alanında da kendisini hissettirmiş ve birçok gazetenin/gazetecinin desteğini almasına imkân sağlamıştır.
DP’nin basınla kurduğu bu iyi ilişkiler, iktidara geldiği 14 Mayıs 1950 tarihinden sonra da devam etmiş ve DP iktidarının ilk
icraatlarından biri 21 Temmuz 1950’de yürürlüğe giren 5680
sayılı yeni Basın Kanunu’nu kabul etmek olmuştur
Söz konusu basın kanunu, izin ve ruhsat sistemini kaldırması, basın suçlarının yargılanmasına yönelik özel mahkemelerin kurulması, cevap hakkının yeniden düzenlenmesi ve gazete sahiplerinin cezai sorumluluktan kurtulması gibi
düzenlemeleriyle basın-iktidar ilişkilerini önceki döneme
nazaran daha iyi bir noktaya getirmiştir. Ancak, basınla iktidar arasındaki iyi ilişkiler iki yıl kadar sürmüş, gazete ve dergilerde DP iktidarının icraatlarına yönelik eleştiriler yer almaya
başlayınca, DP ileri gelenleriyle basın arasında gerginlik baş
göstermiştir
1961 ANAYASASI
1961 Anayasası’nda basın özgürlüğü 1924 Anayasası’na göre daha ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir. 1924 Anayasası
döneminde basın özgürlüğünün anayasal teminatı kanunlara bırakılmıştı. Bu yüzden siyasal iktidar tarafından çıkarılan
kanunlarla basın özgürlüğü dilediği gibi sınırlandırabiliyordu.
1961 Anayasası tarafından, daha önceki dönemlerde basına ilişkin yer alan uygulamalar göz önüne alınarak basın
özgürlüğü ayrıntılı bir şekilde düzenlenip anayasal teminatı
güçlendirilmiştir2
1961 Anayasası’nın 22. ve 27. maddeleri arasındaki düzenlemeler
“basın ve yayımla ilgili hükümleri” kapsamaktadır. 1961
Anayasası’nın basın özgürlüğünü düzenleyen 22. maddenin ilk fıkrasında “basın hürdür, sansür edilemez” denildikten sonra ikinci fıkrasında ise, “devlet basın ve haber alma hürriyetini sağlayacak tedbirleri alır” ifadelerine yer verilerek devletin bu hususta pozitif edim yükümlülüğü kabul edilmiştir. Burada basın özgürlüğünün yanında haber alma özgürlüğünden de
bahsedilmiştir. Böylece 1961 Anayasası, insanın sosyal
yaşantısının vazgeçilmez bir unsuru olan haber, düşünce ve
kanıların kitle iletişim araçları tarafından öğrenilmesini anayasal
bir hak olarak düzenlemiştir.
1982 ANAYASASI